- 551 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
RUHSAL TÜRBÜLANS
Güzeller güzeli sarisin Günes…
Kendi sistemi içindeki bu ihtiyar gezegene su aralar biraz acimasiz davraniyor gibi sanki. Sahibinin emrini yerine getiriyor besbelli. Gezegene bir kasti olmasa gerek, acimasizligi gezegeni yasanmaz hale getirenlere mi ne? Bir seylerin intikamini aliyor sanki, ya da bir seyleri hatirlatmaya çalisiyor bu yakici sicakligiyla...
Asfaltlar rahatlikla yumurta sahani vazifesi görebilecek bir vaziyette...
Temmuz, bu Orta Anadolu’nun, ortalamanin üstündeki sehrinde, diger sehirlerden çok da farkli bir ortalamayla hissedilmiyor aslinda. Ama yine de insan olmanin bir geregi ya da getirisi olarak, insan adiyla vasiflandirilan bu esrarengiz familyaya mensup herkes nasil ki dondurucu sogugu istemiyorsa bu kadar sicagi da çekilmez buluyor.
Kimsenin günes isinlarinin kemik sagligina iyi geldigine ya da günesin ultraviyole isinlarinin incelen atmosfer tabakasi nedeniyle dünyamiz için zamanla bir tehlike arz edecegini falan umursadigi yok.
Kimsenin günesin ne demek oldugunu, neden adina günes denildigini, günes olmasa ne olabilecegini, günesin neden sari renkte göründügünü, Sari rengi algilamanin her insanda farkli olup olmadigini, ”Günes” dendigi zaman kafalarda olusan algilamalarin farkliligini, bu sarisin güzel günesin hesaplanamayacak kadar büyük evren içinde yalnizca bir toplu igne ucu kadar bile yer isgal etmemesinin ne demek oldugunu ve sadece günesten yola çikarak bunlar ve bunlar gibi daha pek çok gerekli gereksiz sorgulamalarin cevabini umursadigi da yok aslinda…
Onlar için günes sadece yaz aylarinda ortaya çikan sari renkli, sicak ve etkileri itibariyle kapitale yol veren bir sey.
Turizmciler için tatilde bol harcama yapacak, tuzu kuru, gavur mavur ama parali turist, dondurmacilar için aileleri parali çocuklar, soguk içecek imalatçilari için susayan ve susuzluklarini para harcayarak gidermekten hoslanan insanlar, beyaz esyacilar için klimayi artik lüksten saymayacak bir ihtiyaç olarak gören kodamanlar, vesaire, vesaire, vesaire…
Iste güzeller güzeli sarisin günesin en tepeye geldigi anlardan bir an…
Cadde boyunca kimi ensesini mendiliyle silmekte, kimi çesmelere agzini dayamis sulanmakta, kimi yelpazelenmekte, kimi dondurma ve fantezi nevinden soguk içecek tüketmekte, kimi klima pazarligi yapmakta, kimi tatil planlari kurmakta…
Bir camli kulübe görünümündeki taksi duraginin önünde gölgelik, gölgeligin altinda iki tabureye karsilikli oturan iki soför. Aralarindaki ters çevrilmis sandigin üzerinde tavla ve iki zar atip, iki el tavla çevirerek vakit geçirme derdinde iki telasli kafa.
Siyah keten pantolonun üstünde kollari kivrilmis beyaz gömlek, gömleginin üstünde krem rengi kaba bir avci yelegi giymis, yumurta topuk sivri burun ayakkabisiyla klasik soför kiyafetli, yasi kirklara yaklasmis, asil meslegi soförlük.
Saçlari jöleyle geriye dogru yatirilmis, üstünde dar kot pantolon ve turuncu zemin üzerine ilk bakista Ingilizce oldugu düsünülen belirsiz yazilar yazili bir tisört ve spor ayakkabisiyla oturan yeni yetme ise sehir disinda okuyan yegeni aslinda. Ama yaz aylarinda amcasinin duraginda ihtiyar babasinin meslegini icra etmenin nostaljik keyfini yasamak için, daha çok da okul dönemindeki harçligini çikarmak için arada sirada amcasinin taksisinde soförlük yapmakta…
- Klimali araban olacak arkadas, soförsen sart, müsteriyi de adam yerine koymak lazim hani…
diyerek bozuyor sessizligi.
- Yok be oglum, benzinine yetistik de klimasi mi kaldi, yemisim müsterisini, hem müsterimi var lan piyasada.
- Taksi yolculugunu çekici hale getirmiyosunuz abicim, kaptirmissiniz ekonomik gidisata kendinizi, bu teslimiyetle tabi müsteri çekemezsin, biraz aykiri düsüneceksin, görülmemis alternatifler üreteceksin icabinda, biraz da taksimetreden fedakarlik yaptin mi bak müsteri nasil akiyo.
- Oooh, beyimize bak, Hükümet yanlis yapiyo be, senin gibi cevher var burda, IMF kapilarinda filan ne esinecez, çeksinler seni Meclis’te besiye, 3 gün sonra düze çikar lan memleket, ehehehe…
- Dalga geçme be abi, bak okulumu bitiriyim göreceksin, babam yillardir soför de ne oldu, 20 yil öncesinin usulleriyle taksicilik yapiyo hala, bisey olmadi olacagi da yok, degisim sart abi, her sektörde oldugu gibi gelismelere açik tutcan kendini.
- Konusma lan basimiza Babacan’in müridi mi kesildin, 2 sene isletme okudun diye prof sanma oglum kendini, at zarlari hadeee, artis.
Dikkatini bu amca-yegen muhabbetinden, caddedeki insan seline çevirdi genç adam.
Kaldirimlari çigneyen kalabaliklarin yüzlerinden sicakligin rahatsiz edici izlerini okumak mümkündü. Aslinda o kalabaliklarin yüzlerinde sadece kuru kalabalik olduklarinin farkina bile varmadiklarini da okumak mümkündü.
Ah o yüzler, dikkatli bakildiginda ümmileri bile allame-i cihan edecek tezatlari nasil da barindiriyordu çizgilerinde…
Gözlem kabiliyeti pek de yüksek sayilmazdi ama yine de her gözlemledigi seyden kendine ait çikarsamalari olurdu mutlaka.
Bir köseye çekilmis sigarasini kendinden intikam alir gibi içine çekerek dumanini da yine ayni sebepsiz intikam duygusu içinde hizli ve sert bir sekilde havaya savururken gözlerinin önünü bir anlik da olsa saran sigara dumaninin karmasik ve yakici bugusundan caddeyi izlemeyi pek bir severdi, yada anlamsiz bir zevk duyardi bundan…
O kosusturmacalar…
O telas içinde kivranislar…
O yalanci mutluluklarin kirilganliginda kaybolan yasama sevinçleri…
Kaybolan yasama sevinçlerinin içinde dogan anlamsizliklar…
Her anlamsizligin tabii bir sonucu olarak beliren kötürüm unutkanlik…
Her unutkanlik bir anlamsizligin tabii sonucu ve arkasindan yeni bir anlamsizligi beraberinde getiren ruhun türbülansi…
- Beni de kendi anlamsizliginiza kurban edemeyeceksiniz!
Dedi kendi kendine yumruklarini sikarak.
Bir sürü yüz, bir sürü ayak, bir sürü el, kol, çene, parmak, bir sürü ayakkabi modeli, bir sürü otomobil, bir sürü isyeri, bir sürü insan...
Acaba içlerinde kaç tanesi hayata kendi gözleriyle bakiyordu ki?
Içlerinden kaç tanesi bir araba kornasinin sesiyle gök gürültüsü arasinda baglanti kurar ve oradan hareketle arabalarla gök cisimleri arasinda alakasiz da olsa inorganik bir bag olusturmaya çalisirdi ki…?
Mesela su taksi soförü asla yola çikip da
- Taksiyle bir yere acele yetisme ihtiyaci olup da parasi olmadigindan telas içinde dolmus, otobüs bekleyerek sabirsizlanan kimse yok mu, bugün insanligim tuttu, onu gidecegi yere parasiz götürecegim.
Diye bagirmayacakti. Çünkü öyle bir çikis yapsa ihtiyaci olmayanlarin ihtiyaci olanlara öncelik verecegi yoktu, herkes birbirini ezerek taksinin önünde toplanacak ve
- Ben, ben, ben
Diye bagiracakti…
O taksici öyle bir sey yapmayacagi için mi bütün insanlar öyle davranacakti, yoksa insanlarin çogunun öyle davranacagi için mi o taksici öyle bir sey yapmiyordu? Bunu çözmek çok zordu…
Al iste, su, yüzünde babacan tavriyla çocuklara sempatik görünmeye çalisan ve zekasi ancak ve ancak çocuklarin çocukluk güdülerini gidiklayarak ailelerini onlara dondurma almaya zorlayacak kadar çalisan dondurmaci, fakir mahalleleri kapi kapi dolasip zarar etme pahasina da olsa, sirf dondurmayi ancak ayda bir yiyebilen o sümüklü kenar mahalle çocuklarinin gözlerindeki sevinç pariltisini görmenin zevkini tatmak amaciyla onlara bedava dondurma vermeyecekti,
Veya su yüzüne takindigi sahte gülümsemeyle müsterisine sicak görünmeye çalisan beyaz esya dükkani isletmecisi…Temiz giyimli, bakimli, trasli, kravatli burjuva kalintisi is adami. Yeni evlenecek olan köyden indim sehre kilikli henüz sehrin pisliklerinin kendilerini bozamadigi enayi derecesinde saf ve evimde hiç olmazsa bir çamasir makinesi, bir de buzdolabim olsun diyecek kadar hayallerinde bile mütevazi ama asla o çamasir makinesine ve derin donduruculu buzdolabina sahip olamayacagini bilen köylü çifte,
- Aman, içinizde uhde kalmasin, paraniz yoksa yok, kedinin kasap dükkaninin vitrinine bakip bakip gittigi gibi dükkandaki esyalara imrenerek bakip da çekip gitmeyin, üzerimde hakkiniz kalmasin, alin su buzdolabini, bana dua edin, alin su çamasir makinesini de, mutlu olun
Demeyecekti. Nitekim dememisti de…
Dün dememislerdi, bugün demiyorlardi, yarin da muhtemelen demeyeceklerdi.
Dünyada yeniden, uluslararasi çapta bir “Insani Hassasiyet Ihtilali” yasanmadan kimse kimseye böyle seyler söylemeyecekti…
Disaridan bakildiginda güzel görülen, hatta çoklarinin imrenerek “Ah ulan ben senin meslekte olacaktim ki, piyasanin tozunu attirirdim” dedikleri bir isi vardi.
Meslegini soranlara “Tahsildarim” cevabini veriyordu.
Bu ise ilk önce bir avukat yaninda baslamisti.
Elinde alacagini belgeleyecek bir çek veya senet yada baska herhangi bir resmi evrak olan alacakli, alacaginin borçludan icra yoluyla tahsili için avukata gelir, sistemin ekonomik çarkini döndüren bir bankaya çekin arkasini “Karsiliksiz” diye yazdirdigi veya protesto ettirdigi senet ve bir vekaletname ile avukata “müvekkil”, yani bir nevi müsteri olur, icap ederse haciz masraflari için biraz para birakir, borçlu hakkinda gereken bilgileri verir ve isin geri kalanini avukata birakirdi.
Avukat ise resmi evraklarla belgelenmis alacagin icra yoluyla takibi için kendisine taninan hakla yine sistemin kendine has adaletinin tecelli mekanlari olan Adli mercilerden Icra Müdürlügüne basvurur, borçlu hakkinda icra islemlerini baslatir, icra dairesi borçluya bir ödeme emri teblig eder, borçlu genellikle ödeme emrinin tebligine ragmen borcu ödemezdi. Tüm borçlularin borçtan kurtulmak veya borcu ödemeyi geciktirmek için önceden tasarlanmis bir planlari mutlaka olurdu, ancak sonuç ne olursa olsun borçluya hacze gitmek zorunda kalinirdi.
Borçlunun isyerine veya evine yetkili bir icra müdürü, gerekli zamanlarda ise yeteri kadar güvenlik görevlisi ile gidilir, borçlu borcunu haciz mahallinde ödemezse ve alacakli ile bir anlasmaya varamazlarsa para edecek kiymette ne kadar esyasi varsa borç miktarinca el konulur, o el konulan esyalar isyerinden veya evden çikarilarak “Yed-i emin” adi verilen hacizli mallar deposuna götürülürdü. Borcunu daha da ödemezse o el konulan mallar ihaleyle satisa çikarilir ve satilirsa satistan elde edilen para ile alacaklinin parasi ve avukatin veya kendisinin ücreti ile resmi icra masraflari ödenirdi.
Tüm bu haciz islemlerini sehir disinda yapiyordu. Borçlularinin yüzde doksani sehir disindaydi ve çalistigi büronun sehir disindaki icra takiplerini sürdürüyordu.
Ödeme emrinin tebliginden itibaren gerekli yasal süre geçtikten sonra takibin baslatildigi icra dairesi borçlunun adresinin bulundugu diger sehirdeki icra dairesine “Talimat” adi verilen resmi bir yazi yaziyordu,
Bu talimatta genellikle ;
“Kimligi ve adresi belirtilen borçlunun menkul/gayri menkul mallari ile 3. kisilerdeki hak ve alacaklarinin haczi ile muhafaza altina alinmasina, borçlunun bankalardaki mevduatlarinin haczi ile tahsiline, trafikte adina kayitli araçlari var ise bu araçlarin kayden haczi ile trafikten menine karar verilmistir, karar geregince islem yapilarak neticeden müdürlügümüze bilgi verilmesi rica olunur” ibareleri yer alirdi.
Talimat yazisini alir, gidecegi yerdeki icra dairesine teslim eder, sehir disi icra dairesi bu talimatla birlikte bir icra memuru ve yeteri kadar kolluk kuvvetiyle borçlunun ev yada is adresine gider, gerekli haciz islemlerini yerine getirir, oradan baska bir sehre geçerdi.
Hafta içinde dört yada bes gününü sehir disinda geçirirdi, her günü bir digerinden farkli bir sehir veya ilçede geçerdi. Bir sehirden diger sehre giderken genellikle gece boyu yol alacak sekilde ayarlardi kendini, yol uzun degilse geceyi bir otelde geçirirdi.
Otellerin yalniz konaklayicilarin, insani kendisiyle bas basa kalmak zorunda birakan yalnizlik ve gurbet kokan havasini severdi. Ne kadar, ferah lüks veya ne kadar sefil ve küçük de olsa, bu otellerin özelligi degismiyordu. Kendisiyle bas basa kalmanin ehemmiyetini ve gerekliligini bilenler için aslinda otellerin bu özelligi bulunmaz bir firsatti.
Icra takiplerinin sicak ortamlari demek olan haciz tarafi, yani borçlunun mekaninda borçluyla anlasmak için yapilan pazarliklar, bir anlasma saglanamazsa borçlunun malina el koyup o mali borçlunun mekanindan çikarma anlari mutlaka bir sinir harbi seklinde geçerdi. En basiti sitem olan agiz dalaslari, küfürler, tehditler havada uçusur, bazen tekme tokat kavgalar bile olurdu.
Isin acemisi oldugu ilk zamanlarinda Isparta/Yalvaç’ta yedigi dayagi unutamiyordu, bir de Afyon/Bolvadin’de borçlunun yanina oglunu da alarak kendisini bir panelvanin içinde daga kaldirip biçak çekerek tehditler savurmasini… Bu iki olay kendisinde, borçlularin her firsatta kuyruklarina basilmasi gereken yalanci ve sahtekar tipler oldugu kanaatini güçlendirmisti.
Öyle ya, adamlar alacaklidan mali alirken iyi, satip para kazanirken iyi, kazandigi parayi yerken iyi, is alacaklidan aldigi malin parasini ödemeye gelince kötü.
Borçlarini ödememek veya geciktirmek için ne dolaplar çeviriyordu bu gönüllü sistem köleleri. Zaman zaman insana “Bu kadar olur be!” dedirtecek kadar Seytan’a külahini ters giydirecek sahtekarliklarin her gün kaç tanesine sahit olmustu da sayisini kendi bile unutmustu.
Memur emeklisi babasinin hatirini kiramayip gönülsüz de olsa yaninda çalistirmayi kabul ettigi bir avukatin bürosunda 10 ay kadar çalisti. Ailesi ve kendisi baslangiçta bu yeni is için heyecanli ve gelecek için de ümitliydiler. Ümitlerinin sebebini sorulsa muhtemelen verecekleri cevap “Bir meslek ögrenecek” seklinde olurdu. Kendisi ve ailesi bu isin kendi baslarina açacagi gailelerden elbette habersizdi.
Avukatin da diger pek çok avukat gibi en az borçlular kadar sahtekar oldugunu geç de olsa anlayinca bu avukata para kazandirmaktan vazgeçmis ve isten çikmisti.
Artik herhangi bir avukata bagli olarak çalismiyordu,
Bagimsizdi…
Yol boyunca bunlari düsünerek karanligin içinde gölge siluetler gibi uzayip giden yollarda yilan gibi kivrilan otobüsün yirmi bir numarali koltugunda camin titremesine aldirmadan basini cama yaslayarak rüyasiz bir uykuya daldi.
“ Uyku katillerin bile çesmesi,
Yorgan, Allahsiza kadar siginak…”
- Su insan seline bak, birbirini tanimayan bu insanlar, bir sekilde birbirlerini taniyip aralarinda samimi bir ortam olussa ve ticari iliskiler içine girseler kim bilir ne dolaplar çevirerek birbirlerini kaziklamaya çalisacaklar, birbirlerini arkadan vurmak için ne firsatlar kollayacaklar kim bilir… Birbirlerini hiç tanimamalari daha iyi aslinda. Hiç kimse için fedakarlik yapmaya degmez, hiç kimse için iyi duygular beslemeye, hiç kimse için hassasiyet provalari, samimiyet tiyatrolari, muhabbet senaryolari, hümanizm riyakarligi yapmaya degmez…
Diyordu kendi kendine uykuya dalmadan önce…
Otobüsten yeni inmisti. Bati Anadolu’nun en uzak sehri Izmir’den saatler süren yorucu ve biktirici bir sehirlerarasi yolculuktan sonrasinda “Memleketim” bile diyemedigi bu sehrin otogarinda biraz soluklanmak için oturdugu bankta düzensiz ve derin uykusunun mahmurlugundan kurtulmak için bir banka oturdu, elinde bir plastik bardak, içinde otogar çayi…
Yüzüne bakilinca kendisi hakkinda edinilecek ilk fikir “Yorgunluk” gibi görülüyordu.
Günler süren seyahatler,
Günde en kisasi bes saat, haftalik ortalama toplam kirk-elli saat süren otobüs yolculuklari…
Uykusuz…
Eklemleri birbirine geçmis gibi hantal ve tepeden tirnaga her yeri agriyordu,
Bir ihtiyarin romatizma agrilarini dindirmek ister gibi boynunu, kollarini, ayaklarini, parmaklarini, eklemlerini, basini, görenlere kendisi hakkinda
- deli galiba
dedirtecek sekilde ve anlamsizca hareket ettiriyordu.
Sürekli esneyen, gerilen bir yol yorgunu…
Bedenine burunlari sizlatan keskin bir ter kokusu hakim olmustu, bu yüzden yanina yaklasmak imkansizdi.
Açlik, susuzluk, uykusuzluk ve kahreden yorgunluk sonrasinda ilik bir dus alip saatlerce kesintisiz bir uyumayi düsünüyordu.
Vakit ögleye yaklasmaktaydi, otogar manzaralarina aliskin ve bu aliskanligin getirdigi ülfetle biraz umarsiz davraniyordu bu manzaraya karsi.
Eskiden, otogar denilince birbirine zit iki unsurun bir arada bulundugu ender mekanlardan birisi gelirdi aklina. ”
Gurbet” ve “Vuslat”…
Insanlik tarihi bir gurbet hikayesiyle basliyordu; Adem’in Cennet’e olan gurbeti ile…
Bu iki düsman, bu iki kan davalisi normal sartlarda asla bir araya gelmezdi ve
karsi karsiya geldiklerinde savas, asla baris veya anlasma ile neticelenmezdi. Mutlaka ama mutlaka biri digerine galip gelirdi.
Birinin bittigi yerde öbürü basliyor, öbürünün sona erdigi yol bir digerine çikiyordu. Dünyada, gurbet ile vuslati, gitmek ile gelmeyi sahsinda birlestiren ve içinde bu tezatlari bir arada baris içinde yasatan, hem gidene güle güle, hem de gelene hos geldin diye sallanan bir eli görmeyi, görebilmeyi çok isterdi. Belki de aradigi buydu ve iste yeryüzünde dolasarak yasayan bu insan seli içinde hiçbir insani eli öpülesi muhterem varlik olarak görmedigi halde, böyle bir eli doyasiya öpüp basina koyabilirdi.
Otogarda ani hareketlenme basladi,
- Sayin yolcularimiz, peronlardaki araçlar 5 dakika içinde hareket edeceklerdir, Büyüksehir Belediyesi siz sayin yolcularimiza hayirli yolculuklar diler.
Seklinde bir anonstu duydugu.
Büyüksehir Belediyesi yolculara hayirli yolculuklar diliyordu.
Neden?
Yolcularin hayirli veya serli bir yolculuk yapmasi Büyüksehir Belediyesini neden ilgilendirsin ki?
Büyüksehir Belediyesi’nin bu yolcularla alakasi otogarin yolcu kapasitesini artirmalari neticesinde elde edecekleri vergi ve kira gelirlerinin artmasindan baska ne olabilir di ki?
Büyüksehir Belediyesi hiç tanimadigi bu insanlarin hayirli bir yolculuk yapmalarini gerçekten bu kadar arzu ediyor muydu ?
Mesela bu yolcu otobüslerinden birisi kaza yapsa ve bu yolculardan ikisi ölse Büyüksehir Belediyesi üzülür müydü?
“Hiç zannetmiyorum” diye düsündü.
Basina gelecek resmi bir sorgulamanin endisesinden baska ne tasiyabilir ki içinde…?
O ölen iki yolcunun ölmesi diger yolcular için hayir midir, ser midir?
Hadi yasamalari ser , ölümleri de daha hayirli ise.
Büyüksehir Belediyesi’nin hayir ve ser anlayisi nedir?
O halde Büyüksehir Belediyesi düpedüz yalan söylüyor.
Büyüksehir Belediyesi neden yalan söyler, yalan söylemek zorunda mi?
Neticede Büyüksehir Belediyesi de insanlardan olusuyordu ve insanlar artik hayatlarini yalanla kaim zanneden, yalan üzerine planlar yapan, menfaat stratejileriyle kafa patlatan varliklar haline gelmislerdi.
Büyüksehir Belediyesi’nin yalan söylemesi niye garipsensin ki?
Bu sirada 36 numarali peronun önünde bir köylü kizi gördü. 16-17 yaslarinda, çevresine kaçamak bakislar atan, otogarin lüks havasina ve son model otobüslere yabanci, modern görünmek kaygisinda ama köylülügünü üzerinden atmayi basaramamis bir genç kiz. Daha çocuk denilebilecek yasta, saflikla enayilik, isyanla tevekkül arasinda gidip gelen bir hali var. Bu hali, hafif eskimis ve solmus kot pantolonun üzerine giydigi alacali ve garip desenlerle bezeli t-shirt’ünden belli, her halinden özenti kokuyor, olmak isteyip de beceremedigi sehirlilerin arasindaki rahatsiz ve yabanci tavirlari da belki bu yüzden ve belki de köylü olmasindan ve ne kadar ugrassa da arada bir kendiliginden agzindan çikiveren köy sivesiyle konusmasindan utandigi annesine bagirmakta,
- Of anne yaa, hadi yaa, millete rezil olduk senin yüzünden yaa…
- Bekle giz iste dibimize motor dakili deel ya, bekleyivirsinler iki Dakka nolcek? Hem ordan dir dir edeceene gel de yapis sunlarin ucuna
Genç kiz oflaya puflaya sepetlerden birini sol eline aldi, diger elini ise annesinin sürüye sürüye tasimaya çalistigi çuvalin bir kenarina ilistirdi. Rahatsizligi her halinden belli oluyordu, herkesin gözü kendi üzerlerindeymis de insanlar agiz birligi edip
- Ha ha ha ! Bakin su köylülere, ne ilkel insanlar
Diyorlarmis gibi geliyordu kendisine. O modern sehirlilerle göz göze gelmemek için ezikligini içine bastira bastira gözlerini önünden ayirmadan söylenmeye devam etti ;
- Ya millet mecbur mu senin patates çuvallarini tasimani beklemeye yaaaa, hem ne o öyle çuvalla patates yetmiyo da sepet sepet de çer çöp goymusun ne onlar ööle?
- Ablanlara taze biber, badilcan, hiyar filan goydum, özlemislerdir köyümüzün taze yesilligini giz, gönüllerini hos ederiz fena mi olur iste?
- Ya hayret bisey anne yaaaa, badilcan degil bi sefer onun adi patlican! Patlican! Hem Ablamlan enistem Izmir’i mesken tuttu tutali bizi aramiyorlar bile gözleri açildi tabi, netsinler bizim çamurlu patatesle hiyari, bilmem neyi? Bak muavin bize sesleniyor hadei ana hadee hepten rezil olduk senin yüzünden ya
-“Sus didim giz, ne diye rezil olacakmisiz bakem? El alem gendi halina baksin, hadi mizmizlanma yörüüü!”
Ihtiyar anne ve genç kiz, kendilerini bekleyen otobüse muavinin firçalari arasinda bagajlarini yüklediler, sesleri duyulmuyordu ama muhtemelen muavin bu kadar çok yükün ek ücrete tabi oldugunu söyleyince, ihtiyar köylü kadini çileden çikmis ve bacaksiz yeni yetme olarak gördügü muavini kim bilir ne okkali bir sekilde azarlamisti da muavin bezmis bir sekilde
- Tamam tamam, sensin, ne dersen o yeter ki sus teyze
Tavriyla iki köylüyü otobüse bindirmis ve nihayet onlari koltuklarina oturtabilmisti.
Genç adam otobüs gözden kayboluncaya kadar bakislarini o yönden ayirmamisti.
Genç köylü kizinin o özentili ruh halini düsündü. Kim bilir sehrin yanar döner isiklari rüyalarini nasil süslüyordu, o modern giyimli, kollarinda suh kahkahalar atarak dolandiklari zengin ve ayni zamanda riyakar sevgilileri olan, her istediklerini alan, her istediklerini yapan yada yaptiran, dans eden, bowling oynayan, bilgisayar kullanmasini bilen, evlerinde kendilerine ait, annesiyle programlar yüzünden kanal kavgalari yapmadiklari büyük ekranli televizyonlari olan ve istedikleri kanallari izleyebilen, aksam disari çikmak için babalarindan izin kaygisi olmayip babalarinin kahveye gitmesini beklemek zorunda kalmayan genç kizlardan birisi de o olmak istiyordu ve hayallerini süslüyordu besbelli ama iste yanindaki kadin bu hayalin yalanciligini kendi gerçekligiyle ispatlar gibi karsisinda dimdik duruyordu. Kader iste, aglarini yine örmüs ve her firsatta ona
- Sen köylüsün, bu istediklerinden hiçbirisi olamayacaksin, su kaba annene bak, her hali köylü.
Der gibiydi.
Genç kiz, hayatinda belki de dogru dürüst bir sefer bile gönül ferahligiyla “Oh be dünya varmis, iste hayat bu” diyememis, ömrü boyunca çile çekmis ama çilesini asil bir sabirla karsilamayi ve felegin sillelerini bu asil sabir kalesinde tevekkülle karsilamayi bilmis, okuma yazma bilmeyen ama insanlik marifetini yakalamis o ümmi bilgelere has tecrübelerle dopdolu, yüzü acilar ve yillarin yorgunluguyla kiris kiris olmus marifet abidesi o asil köylü kadinindan, kendi öz anasindan utaniyordu.
Genç köylü kizinin aptalligina ve bir bakima, manevi ihanetine acidi.
Evet evet, bu kiz kendi özüne karsi ruhsal bir ihanet içerisindeydi. En basitinden insanin özü olan toprak kokusundan ibaret köylülügünden utaniyordu.
Sehrin yanar döner isiklari altinda islenen günahlardan haberi yoktu belki kizin, o riyakarliklardan, o kan donduran pisliklerden haberi yoktu, haberi olsa ne olacakti ki…Sehrin günahkarliklari bile sevimli ve masum gençlik maceralari gibi geliyordu ona.
Böyle giderse hayallerini gerçeklestirme adina bir firsat buldugunu zannettigi ve Izmir’de bakkalda veya yolda yada bilmem nerde tanistigi uçkur düskünü, sehirli, tanisirken kendisinden gerçek adini bile gizleyecek olan ruhsuzlasmis harika giysilere sahip berdus bir serserinin birkaç dakikalik ihtirasinin kurbani olacak yada köyden en çok baslik parasini veren bilmem ne aganin askerden yeni gelen ogluna gelin gidecek ve hayati boyunca böyle yasayacakti.
O begenmedigi, yaninda köylü tavirlariyla dolasip durmasindan rahatsiz oldugu, utandigi anasinin sahip oldugu ruh asaletine asla sahip olamayacakti.
Bunlari düsünürken köylüye asaletini ve milletin efendisi olmak payesini kaybettiren, köylüyü sehirliye, safligi pislige, dogruyu yalana, asaleti soysuzluga, kurdu köpege özendirenlere bir küfür daha savurdu.
Omzuna vuran elin sert darbesini hissetmese bu takintili ve sonu gelmez düsüncelerden ayilacak gibi degildi.
- Ooo hos geldin aga, naber? Ne o len ugramiyon yanimiza? Paralandin diye bizi tanimiyon mu artik oglum? Nerelerden böyle?
- Ha? Merhaba abi, az uykum açilsin dedim serine oturdum öyle, ne tanimiyacam ya ayip ettin, nereden olsun yoldan iste
- Kimin canini yaktin, kimin ocagini söndürdün yine?
Gülerek, saka mahiyetinde söylenmis bir sözdü. Can yakmayi, ocak söndürmeyi marifet addeden ve bunlarin gerçeklesmesinden zevk alan birinin agzindan çikan sözler gibi duruyordu. Yoksa “Kimin ocagini söndürdün yine? ” gibi bir soru sorarak bu sorunun arkasindan gülmek mümkün müydü? Bu soruyu sorani tanimasa ona iki saat öyle bir nutuk çekerdi ki adami dövmekten beter ederdi ama karsisindaki adam en azindan arkasini dönünce sirtindan biçaklamayacak kadar haysiyet sahibiydi.
- Yok abi ne ocak söndürmesi, deme öyle be. Itin tekinin tetikçiligini yaparak it tasladik geldik. Olay bu ocak söndürmek falan yok.
Bal gibi vardi aslinda.
Hatta yaptigi tek is can yakmaktan ve ocak söndürmekten ibaretti bile denilebilirdi.
Ya degilse yaptigi isin sosyal hayattaki ekonomik dengeye bir katki saglamak, namuslu ve hakli alacaklinin hakkini namussuz ve haksiz borçludan gerektiginde zor kullanarak tahsil etmek gibi bir kadirsinaslik, ekmek parasi için namuslu bir alin teri, el emegi, göz nuru, helal kazanç kapisi gibi kavramlarla alakasi yoktu. Bunu bal gibi biliyordu.
Çevresindekilere isinin zorlugundan bahsetmeye kalkistiginda dinledigi safsatalar hep ayni tarzdaydi ;
- Ne yapacaksin oglum, bu devirde ekmek aslanin agzinda, alin terinle helalinden kazaniyorsun, Allah daha çok versin.
Ne alin teri, ne helali, Allah daha çok versin derken aslinda beddua ettiklerinin farkinda miydi bu insanlar? En iyisi susmak, susup içe kapanmak, yada illaki konusacaksan kendi kendine, kendi vicdaninla konusmak, böylesi insanlarla ne konusulabilir ki?
Kimin canini yaktin, kimin ocagini söndürdün? diye soran otogar ayakçisi 30’lu yaslarinda, alni açilmis, sakaklarina hafiften kir düsmüs, orta boylu, gözleri hafiften çekik, genellikle lacivert bol kesim bir kot pantolonunun düz siyah, mevsimine göre gömlek, tisört veya bogazli kazak giyen, sivri burun ayakkabidan hoslanan ama asla giydigi ayakkabinin topuguna basmayan, elinde kimden asirdigi belli olmayan her gün baska çesit 33’lük tespihi sallaya sallaya otogar içinde devamli oradan oraya telasla kosusturup duran, yolcunun gidecegi yeri kilik kiyafetinden, sivesinden ve nerdeyse gözlerinden bilecek kadar tecrübeli oldugunu iddia eden deli fisek birisiydi. “Çatlak Furkan” diye çagirirlardi kendisini, o da baskalarinin kendisine yakistirip isminin önüne koyduklari bu tabirden asla gocunmaz, aksine çatlakligin öylesi ortamlarda kolay kazanilamayacak bir paye oldugunun suuruyla bu çatlakligini gögsünde liyakat nisani gibi tasiyarak gezerdi.
Senenin çogunlugunda geceleri çalisirdi, gündüzlerini de ev demek için bin sahit isteyen izbeden bozma, duvarlari nemli, bazi bölümlerinin sivasi dökük bir bodrum katinda uyuyarak geçirirdi. Çoluk çocuk sahibi degildi, talihsiz bir evlilik yasamis ve nikahin üstünden 6 ay geçmeden ayrilmislardi, bir daha da hayatinda hiçbir kadin istemiyordu, bazi ihtiyacini ayda bir iki sefer “Bizim elemanlar” dedigi o muamma tiplerle hovardaliga giderek hallediyordu herhalde. Aslinda iyi adamdi, deli doluydu, her daim neseli ve canli görünürdü ama içindeki uhdeyi kimse bilmezdi. Gündüzleri fakirhane dedigi evinde, kendisiyle bas basa kalinca geçmisini özlerdi. Köyünde ata binip rüzgarla yarismayi, köpek taslamayi, tarladan yorgun argin gelince yufkanin arasina çökelek sikip taze salatalikla aç midesini doyurmayi, tarlada ihtiyarligina ragmen azimle kan ter içinde yorgunluk nedir bilmeden çalisirken ansizin bir kalp krizinden kaybettigi babasini, ömrünün sonuna kadar gün yüzü görmemis çilekes anasini düsünürdü ve tüm bu düsünceler hep birlikte silahlanir, düsman hatiralar olarak beynine hücum ederdi. Birkaç sefer böyle hallerini istemeyerek de olsa belli edip söylemis ama o en fazla 2-3 dakika süren melankolinin gönüllü esaretinden kurtulup kendisini yine neseli, hayat dolu birisi olarak lanse etmeye baslamisti.
Oturdugu banktan kalkip yan yana yazihaneye dogru yürürlerken sessizligi Çatlak Furkan bozdu ;
-Noldu len bizim senet isi? Görüstün mü adamla, güzellikle efendi gibi getirecek mi yoksa icraya mi koyacaksiniz?
-Görüstüm abi, güya Pazartesi getirecek, getirmezse icabina bakacaz bir sekilde.
-Iyi iyi, parayi alin da nasil alirsaniz alin, Ulan adam kocaman beyaz esya magazasi var, 500 kagidi ödeyemiyor serefsiz ya.
-Beyaz esyaci, dondurmaci, taksi soförü…Ne fark ediyor ki abi, çakal her zaman çakal, adam çakalsa holding patronu olsa da ödemez, 500 kagit olsa da ödemez, 500 Bin kagit olsa da ödemez.
-Ne dondurmacisi, ne taksi soförü len, ne alaka?
-Ya bu haftaki borçlularin meslekleri iste, biri beyaz esyaciydi, biri dondurmaciymis, öbürü de taksi soförü çikti, daha dogrusu taksi duragi sahibi.
-Haa! Neyse gel bi çay söylüyüm sana.
-Abi sagol be, eve bile ugramadan büroya geçmem lazim, geç kaldim, Pazartesi aksami görüsürüz. Isten çikmazsam tabi.
-Ne isten çikmasi oglum, öyle bi niyetin mi var?
-Var abi, zor geliyor artik.
Devam edecek...
YORUMLAR
fincandakifilyavrusu
umarım yazının kalanını bitirinceye kadar devam eder ilginiz...