İstanbul'un Fahişe Etekleri
Yaz da geldi kavga edecek çorap bulamıyorum kendime... Ayaklarım çıplak korumasız... Yerde ki cam kırıkları her an batabilir... Ayaklarım da ellerime yabancı ve bir o kadar uzak... Yakın zannettiğim uzaklığına merhaba deyişim bu benim;
Kurumuş çiçekler karşımda, oysaki ne güzeldi gelirken... Zaman geçti... Kızdı birilerine, belki de küstü hatta ve kuruttu kendini toprağı sandığı, nefes alabileceğini düşündüğü minik camdan vazoya... Vazo ne toprak rengi ne de toprak kokusu... Başka bir gücün itmesiyle kırılacak cam üflemesi... Esse şiddetli bir rüzgar odamdan içeri kırar mıyım sanıyor acaba? Ya da içinde kuruttuğu çiçekler için mi kıracağım onu... Vazo da İstanbul gibi dilsiz... Ne bakışımdan ne sesimden anlamıyor... Dokununca sevgimi hissediyor... Acaba içindeki çiçekler için onu sevdiğimi de düşünüyor mudur? O çiçeklerin gidip yerine başka çiçeklerin geleceğini bilmiyor mu? Bu vazo gurur yapsın... Kızsın dağıtsın öfkesini uyku mahmurluğuma... Kabuslarıma... Rüyalarıma... Hayallerime... Hala gözlerimi ovuşturup bakıyorum vazoya... Anlamsız... Kararlarının verdiği anların kararsızlığını yaşıyor... Bitişini istiyor ve vazo intihar ediyor sadece rüzgar esmesiyle...
Kurumuş çiçekler yere düşüyor... Cam kırıkları kanatıyor ayaklarımı... Demiştim ya hani yaz geldi kavga edecek çorap yok... Korumasızım... Batıyor azar azar canımı yakıyor kanıyorum ve o da kanıyor... Ve çiçeklerim... Güz güzelliğini yaza devretmiş olup biteni anlamlandırmaya çalışıyor... Ne gerek var ki... Vazo yerde... Parça parça... Ayaklarım kanıyor... Ellerim toplamaya uzak... Çiçekler darma duman...
Çıkmam lazım... Anlamsız İstanbul’un fahişe etekli yerine geçip... Kırık vazosuz tek ben... Ayaklarımın kanıyla iz kalsın sesim
çınlasın kulaklarında...
Kendime yabancı....