Çetrefil
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İşte o ulaşılmaz gördüğüm usta romancı, mankenler kadar zarif, saraylılar kadar asil duruşuyla on metre ötemdeydi. Hep yanımda bir kitabı olduğundan şikâyetçi olan tüm arkadaşlara haber etmek istiyordum. En muzip halimle onlara birer nanik yapmak için sabırsızlanmıştım. Tüm cesaretimi toplayarak yanına gittim, kitabı göstererek doğru kuramadığımı düşündüğüm bir cümle ile derdimi anlatmaya çalıştım. Çok güzel güldü, hiç konuşmadan imzaladı, bir ara duraksadı kimin adına dedi. Ben kilitlenmiştim, oysa o kadar zor bir soru değildi…
Beni öylesine heyecanlı görmüş olmalı ki, oturup birer çay içelim mi demiş ve ben duymamışım. Ya bir kez daha sorma nezaketini göstermeseydi, bunu düşünmek sanırım ölümle eşdeğer.
Çayını yudumlayıp ona göre çok beylik kalan bir soru yöneltti.
‘’En çok hangi kitabımı beğendiniz’’
Binlerce karakter yaratmış bir cambaz için öylesine söylenmiş olma ihtimali çok yüksek görünen bu cümle benim moralimi bozmuştu, belli etmemeye karar verip cevap verdim. Çok şaşırdı. Çünkü bir başka romanın kahramanını, bir başka roman mekânına koyup başından bir başka romanının hikâyesinin geçtiği bir romanı olduğunu sandığımı söylemiştim. İsmi de çetrefil olmalıydı. İşte dedim ben en çok çetrefili sevdim. Çok hoşuna gitmişti dakikalarca kıkırdayarak güldü. İlk kez bu denli romanların içine girebilen bir hayranı ile karşılaştığını söyledi. Evet, sadece bunu söyledi ama o öyle cümleler kurabiliyordu ki; en basit şeyi bile söylese buğulu sesi ile sizi masal diyarına götürüveriyordu.
Çok yakınlardaki bir sokağı ve o sokaktaki bir köşk yavrusu binayı ona göstermek istediğimi söyledim. Meşhur kahramanı Meserret hanımın doğduğu mahallenin burası olduğuna emin olduğumu anlattım. O ise haklı olarak kahramanlar ve mekânlar hakkında yorum yapmaktan kaçındığını söyledi. Bu gibi şeylerin okur hafızasında zedeler yarattığı düşüncesine saygı duymaktan başka çarem yoktu. Beraber yürümenin bana vereceği hazdan abartılı bahsedince; benzer kıkırtılarla yola koyulduk.
‘’Bakın’’ dedim .’’Şu köşeyi döndüğümüzde zaman makinesi etkisi yaşayacaksınız.
Girdiğimiz sokakta elli seneden genç bina yoktu, üç kattan fazla ve bahçesiz bina görmeniz mümkün değildi. Sağdaki ilk binanın giriş kapısının üstü hanımeli ormanı gibiydi.’’
Altında biraz durup ikimiz de gözlerimizi kapatıp, içimize çektik o güzelliği. Sanırım pişman olmamıştı bana evet dediğine. Mutlu iken peydahlanan bir gizli gamzesi olduğunu söylediğim de, dikkatimi takdir eden o ecnebi- o hep böyle der- işaretini yaptı. Bana tuhaf ama hoş gelen bu harekete şaşırmamı gözden kaçırmamış olmalı ki; omzuma dokunup birkaç olay sonra benle tanıştığına pişman olacaksın gibime geliyor dedi. Bunu neden dediğini anlamış olduğumu bilmesi bile çok güzeldi…
Her şey çok güzel gelişiyorken, birdenbire sebepsiz bir fırtına tozu dumana kattı. Bir iki tane evin kepenkleri çarpmaya başlayınca onun suratı düştü. Olduğu yere çöktü, elleriyle kulaklarını kapattı, gözlerini sıkıca yumdu. Hiç tanınmayacak bir haldeydi, çok kısık bir çığlık atıyor ve titriyordu. Gözyaşları ile birlikte kasılması azaldı, bir süre sonra da rahatladı. Çok korkmama rağmen ne olduğunu anlama çabası ile normal davranmaya çalışıyordum. Yine daha önce bahsettiğim arkadaşlarımın, çantamın büyüklüğü ve içindekilerle ilgili söylediklerini hatırlayarak, gururla çıkardığım ıslak mendili uzattım ona. Sanırım bu abartılı sağlık Tanrıçası havam ona da komik gelmiş olmalıydı ki; gülümseyiverdi.
Böylesi durumlarda kendimi çok zorladığımdan olmalı yine aynı kuluncum tutulmuştu hemen. Kendime masaj yaptığımda sana ne oldu dediğinde, artık normale döndüğünü anlamıştım. Gidelim isterseniz desem de, oturmaya devam etti.
‘’ Hangi panjurlardı’’ dedi
Tahminimden daha fazla önemsediğini hemen anladım. Bir tanesini kesin hatırlıyorum -çünkü buralarda begonvil pek olmaz- şu begonvilli bina dedim, parmağımla da işaret edince kolumu tutup indirdi. Anladım dedi, ikinci kat değil mi? Başımla hafifçe onayladım. Durum bir an da Ahmet Ümit havasına bürünmüştü. İkisi arasındaki o seviyeli ağız dalaşını gazeteler günlerce yazmıştı. Bu yüzden aklımdan geçen şeyi ona söyleyemedim.
‘’Yardıma ihtiyacı var o evdeki birinin.’’ dedi
Anlamamış bir suratla baktığım da, istersen ben tek gideyim sen karışma diye de ekledi. İyice meraklanmıştım. Güleceksen anlatmayayım, gerçi sen anlamazsan kim anlayabilir ki diye eklediğinde yüzümün aldığı şekli artık varın siz tahmin edin. Onu anlayabilecek tek kişi olarak pozisyonumu alıp ben de kaldırıma oturdum. Anlattı…
O büyülü cümlelerle, o uzun ama anlaşılır paragraflarla konuşmaya başlayınca, bir ara gözlerimi kapatıp onun salladığı bir hamağı düşlemişim. Ne yani ayıp mı?
Çocukluk dönemlerinden kalma bir travma sonucu yerleşik hal alan bu durum, onda bir takıntı oluşturmuş. Ne zaman böyle, onun deyimiyle –çırpınan- bir panjur görse: klasik krizini geçirir, bir süre dinlendikten sonra evlerin ve hikâyelerinin peşine düşermiş. Halen de inanırmış ki; o evlerde yardıma muhtaç birileri var. Ya dayak mağduru bir kadın, ya açlık çeken- ki ona göre açlığın çeşitleri çok- acil durumda biri, bizlere bu şekilde haber yollarmış. Bu çocukça şeyi bile öyle bilimsel, öylesine törensel anlatıyordu ki; başkası anlatsa gülüp geçeceğiniz bu konu bana bile ilginç gelmişti.
Ben de geleceğim dedim. Ayağa kalktığımda elimde kılıcımla Zeyna gibi hissetmiştim kendimi. O ise fırtınanın önüme düşürdüğü ceviz dalını, neden öyle tuttuğumu anlamış gibi bakarak, eve doğru yönelmişti bile.
Zile bastık ama elektrikler olmadığından sesimizi duyuramadık. Cama bir taş attık, duyan olmadı. Onun bir bayan böyle ıslık çalabilir mi ifadeli yüzü yanı başımdayken, birkaç kez daha ıslıkla seslendim. Yan evden birileri perdeyi aralayıp baktı, el edince camı açtı. Sorduk o evde yaşlı birinin oturduğunu, eve çok az geldiğini, pek tanımadıklarını öğrendik.
Biraz daha bekleyip elektrikler gelince birkaç kez zile bastık açan olmadı. Köşedeki bakkala sorduk adının Şinasi olduğunu öğrendik. Öğretmen emeklisi tahminen seksen yaşlarında huysuz biriymiş. Zaten az olan ziyaretçilerini de kapıdan kovalarmış. Salı ve Cuma günleri evden çıkar, alışveriş yaparmış; kısacası merak edilecek bir durum olmadığını söylemeye çalışan ve inanmayacaksınız ama o mavi önlükten giymiş olan şen bakkal- adı buydu dükkânın- bizi uğurlayıp işine döndü. Bu mahallenin böyle nasıl kendini koruduğuna şaşırmıştı o da benim gibi.
Bakkalın yanında, giriş katındaki evden eski bir şarkı eşliğinde ev işi yapan bir kadının neşesi; rengârenk sakız sardunyaları gibi bize kadar değiyordu. Radyoda çıktığına çok sevindiği o şarkıyı söyler gibi yapıp, elindeki faraşı mikrofon gibi kullandığını görmemize aldırış etmeden; bize de reverans yapıp devam etmesi çok hoştu.
‘’Geçse de gençlik çağım, boş kalsa da kucağım’’ derken çok naif olan bu kadın; ‘’adını anmayacağım’’derken tam bir vamp oluveriyordu. Bu anlık gösterinin ardından, mahalleye düşkünlüğü artmış olmalı ki; yarın tekrar aynı saatte buluşalım diyerek telaşlı bir şekilde koşturup gitti.
İyi ama çırpınan diğer panjur hangisiydi?
Tek tek bütün binaları inceledim. Sıkıca kapalı olanları hemen eledim. Açık kanatlı olanlardan şüpheli olanları kapı numaraları ile defterime kaydettim. Beş şüpheli evden biri olmalıydı. Sesin geldiği yöne göre aslında sadece iki evden biriydi bana göre. Ona sormadan böylesi bir sorumluluğu üstlenmek istemiyordum. Şen bakkala gidip sormamak için kendimi zor tuttum. Düşününce, bunu neden yaptığımızı anlayabilmesi mümkün değildi, en kibar şekliyle bizi deli zannedecekti.
Yokuş aşağıya yürürken, bugün olanları anlattığımda benimle dalga geçeceklerini düşünmeye başladım. Öylede oldu.
Nebile:’’İyice gıcıdın kızım sen artık bir doktora görünsen iyi olur.’’bile dedi.
Benim için endişelenen ve bunu beni sevdiklerinden yaptıklarını bildiğim kalabalığı sakinleştirmenin tek yolu imzaladığı kitabı göstermek olacaktı. Bunu yapmak zorunda kalmak bile çok ağırdı ama başka çare bırakmamışlardı.
Kitabı bulurken zorlandığımda, çantamın söyledikleri kadar büyük olduğuna inanmıştım. Alın bakın dedim bir de hep yanımda taşıdığım için benle dalga geçiyordunuz.
Karşımdaki dostların gösterdiğim sayfaya bakarken yüzleri değişiyordu. Sanırım bir çeşit kıskançlık yaşıyorlardı :’Üzülmeyin’ dedim’ Yarın sizin için de birer tane imzalatırım.’
Sessizce kaldırıma oturup ağlamaya başlayan ablama yaklaşıp ne oldu yine dedim. Hepsi kör olmuş gibi onun imzasını görmediklerini söylüyordu. Nasıl olur diyerek on yaşındaki Nazlı’ya uzattım kitabı, oku kızım oku da duysunlar dedim.
Şimdiye kadar gördüğüm en güzel hayranıma… Yazıyor teyzecim dediğinde, sarılıp hıçkırarak ağladım biraz. Sonra tüm dostlarım ağladı nedense…
Uzaklardan bir yerlerden onun o kıkırtılı gülüşü duyuluyordu…
Temmuz 2010
Nadir