- 1737 Okunma
- 16 Yorum
- 0 Beğeni
BİR GÜNEŞ DOĞUYOR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
BİR GÜNEŞ DOĞUYOR
Soğuk, ıssız bir sonbahar gecesinde uzun, kara ağaçların ortasında yer alan köy sessizliğe bürünmüştü. Bazen süzülerek düşen bir yağmur damlası bazen de bir fare tıkırtısı sükûneti bozuyordu.
Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Bütün ahali uykuya dalmış, sabah olması için horoz sesini bekliyor gibiydi. Yüz-yüz elli hanelik köyde gözleri açık olan yalnızca Ali’ydi. Ali, köyün ileri gelenlerinden, geniş omuzlu, pos bıyıklı Mehmet Bey’in oğluydu. O da babası gibi cesur, yağız bir delikanlıydı. Gözleri sonsuz bir deniz gibi masmaviydi. Saçları aslan yelesi gibi uzun, kızıldı.
İçindeki sıkıntı onu durmadan bir sağa bir sola çevirip duruyordu yatakta. Sebebini de bilmiyordu. Tarlada babasına yardım etmiş, ahırı kontrol etmiş, annesinin rızasını almış ve yatağına uzanmıştı. İçindeki bu sıkıntıya anlam veremeden ayağa kalktı. Eski, yırtık çantasının içinden bir kitap çıkardı. “Belki bu uykumu getirir.” diye mırıldanarak kitabı karıştırmaya başladı. Sayfalar geçtikçe gözleri kamaşıyor, esnemeye başlıyordu. Yavaşça kalktı. Kitabı çantasına bırakıp tekrar yatağa girdi. “Sabah ola hayrola” deyip gözlerini kapadı. O gece Ali için güneş bir türlü doğmadı.
- Ali, acele buraya gel! Hadi çabuk ol! sesleriyle irkildi. Olayları
sorgulamaya fırsatı olmadan yataktan fırlayıp paçası yırtılmış, dizi sökülmüş pantolonunu giydi. Bir yandan da neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Dışarıdan gelen seslere kulak verdi. Kaba, tok bir ses:
- Herkes eşyalarını toplasın, kime diyorum ben hanım? Acele etsenize, hadi!
diyordu.
Bu ses babasına aitti. Ali, babasının sesini hiç bu tonda duymamıştı. Pencereye doğru yaklaştı ve perdeyi araladı. Ağır başlı, olgun Mehmet Bey ne yapacağını bilmeyen, kanadı kırılmış bir kuş gibi oradan oraya koşturup duruyordu. Ali dışarı çıktı. “Ne oluyor?” demeye kalmadan babası eline bir çuval verip
- Al bunu, arabaya götür oğlum, dedi.
Ali olanlara bir anlam veremiyor, sinirli ve çaresiz bir şekilde söylenilenleri yapıyordu. Geceki sükûnetten eser kalmamıştı. Uzaktan gelen bir ses “Onlar buraya gelmeden biz gitmeliyiz” diyordu. Ali bunu duyunca duraksadı. Koşarak babasının yanına gitti. Mehmet Bey, sinirden alev topuna dönmüş gözlerini Ali’ye dikerek:
- Herkes koştururken senin beklemen niye evlat? diye bağırdı.
Ali, babasının bakışlarından irkilerek bir adım geriye çekildi ve kırgın bir sesle sordu:
- Baba ne oluyor?
Kırk iki yılın verdiği olgunlukla kendini topladı Mehmet Bey. Başını öne eğerek:
- Düşman evlat! Yine saldırıya geçmiş, komşu köyleri yakıp yıkmış. Taş üstünde taş
omuz üstünde baş koymamış. Kaçabilen birisi haber getirdi. Bu yöne geliyormuş.
Ali, içindeki sıkıntının sebebini anlamış gibiydi. O gök mavisi gözlerini babasına odaklayarak:
- Peki nereye gideceğiz? diye sordu.
Mehmet Bey, art arda gelen sorulardan sıkılmışçasına:
- Bilmiyorum evlat. Nereye gideriz, nasıl yaşarız bilmiyorum. Tek bildiğim şey, bir an
önce buradan gitmek. diye kestirip attı.
Ali, boynu bükük, düşünceli bir şekilde babasının yanından ayrıldı. Koşarak ahıra gitti. Esmer’e sarılıp ağlamaya başladı. Esmer, onun en sevdiği atıydı. Simsiyah olduğu için bu adı vermişti ona. Ne zaman başı sıkışsa, ne zaman bir derdi olsa Esmer’e dökerdi içini. Hayvancağız da anlarcasına gözlerine bakardı Ali’nin. Ağlıyordu Ali! Belki en az yaptığı şeylerden biriydi bu. Ağlamayı yediremezdi kendine. Mağlup olmuş, pes etmiş hissederdi; ama tutamıyordu masmavi gözlerden tane tane dökülen damlaları. Komşu köylerdeki kardeşlerini düşman öldürmüştü. Evleri yakmış, hayvanları telef etmişti. Esmer’e daha çok sarıldı o zaman. “Ya ona da bir şey yaparlarsa” diye geçirdi içinden. Eğer buradan giderlerse onu götüremeyeceklerdi.
Ağlamayı bırakıp doğruldu. Kendini iki tane çiviye emanet etmiş ahır kapısını açarak herkesin koşturduğu meydana çıkıp:
- Ben gitmiyorum! diye haykırdı.
Bir süre ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Öyle ki Ali’nin annesi Melike Hanım’ın düşürdüğü gümüş yüzüğün çıkardığı ses bile yansımıştı kulaklara. Mehmet Bey, anlam veremez bir şekilde kafasını kaldırarak Ali’ye baktı. Merakını gidermek için:
- Ne yapacaksın peki? dedi.
Ali, omuzları gergin, kararlı bir sesle:
- Gerekirse öleceğim! cevabını verdi. Kısa bir sessizlik daha oldu. Melike Hanım karıştı bu kez söze:
- Ölüm de nesi oğul? Bunun için mi doğurdum, büyüttüm seni? Bir avuç caninin
kılıcına kan olasın diye mi okudun bunca yıl mektepte?
Ali söylenenlere kulak asmıyordu. Her ne kadar büyüklerinin söylediğini bir emir gibi algılasa da doğru bildiğinden asla vazgeçmezdi. O keskin bakışlarından yine vazgeçmeyeceği anlaşılıyordu. Mehmet Bey’in yüzündeki anlamsız ifade, yerini gurur ve cesarete bırakmıştı. Yalnız onun değil diğerlerinin de gözlerini yaşartmış, göğüslerini kabartmıştı Ali’nin sözleri. Şimdi bir çocuk çıkmış, yaşından büyük sözlerle yiğitlere yiğitliği, mertlere mertliği öğretiyordu. Asırlık bir çınar gibi Mehmet Bey bile boyun eğmişti Ali’nin kahramanlık haykıran gözlerine. Öyle ki köyün erkeklerini toplamış ne yapacaklarını kararlaştırıyorlardı. Bu saatten sonra yapmayacakları tek şey varsa o da kaçmaktı!
*
Uzun süren yağmurdan bitkin düşmüş bir salyangoz; üstünde nice insanı taşımış yorgun, toprak yolda öylece duruyordu. Çevrede yeşil bir halı gibi uzanan tarlalardan başka bir şey görünmüyordu. Yalnız kuşların ötüşmeleri kulaklara aksediyordu. Ortalık sakindi. Ta ki karşıdan bir kurşun gibi çıkagelen atların ayak sesleri duyulana kadar!
Atlar, yavaş yavaş ufukta belirmeye başladı. Köye yaklaşıyorlardı. Biraz önce kendini yolun hakimi ilan etmiş salyangoz ise şimdi atların ayakları altında ezilip gitmişti.
Atların üstündekiler, saç sakal birbirine karışmış, ağızları bir karış havada “Ölüm, hepsi geberecek!” diyorlardı. En önde ise adeta kana susamış bir hırsla haykıran kumandanları vardı. Elinde, havaya sallayarak dehşet saçtığı kılıcı, gözlerinde en az o kılıç kadar keskin bakışıyla görenlerin yüreğine korku salıyordu.
Köye iyice yaklaştılar. Atlıların geldiği yönde köyün tek bir girişi vardı. Diğer yerler ağaçlarla çevrili, atların girmesine müsait değildi. Girişe gelince kumandan elini havaya kaldırarak askerleri durdurdu. Yaklaşık dört yüz atlı bir emirle durdu. Köyün girişinde inekler otlanıyordu. Kumandan önce atını ineklerin üstüne sürdü; ama inekler hiç oralı değildi. Sürü o kadar kalabalıktı ki, bütün köyün hayvanları sanki oradaydı.
Ordu yavaş yavaş sesini kesiyor, atlarından iniyordu. Kumandan da “tam da sırasıydı” dercesine atından atladı. Bir süre inekleri yoldan çıkarmaya çalıştılar; ancak o da sonuç vermedi. Kumandanın sabrı taşmıştı.
- Yeter! İnekler için değil, insanlar için geldik. Yakın, yıkın! diyerek sağa sola
saldırmaya başladı.
Saldırdığı sadece boş, harabe evlerden ibaretti. Köy boşalmış gibiydi. Ortalıkta sadece kedi, köpek dolaşıyor; arada bir horoz sesi duyuluyordu. Köy meydanına gelince durdular. Derken bir ses duyuldu. Adamlar bunun ne olduğunu bilmiyorlardı. Sesin geldiği yöne baktılar. Delmesi sökülmüş, başında fesiyle ak sakallı bir adam ezan okuyordu. Tam o sırada köy halkı “Allah Allah” nidalarıyla saldırıya geçti. Düşmanın elindeki keskin kılıca, süngülü tüfeğe; kazma, kürekle karşılık veren halk, vücudunu siper ederek koşuyor; kadın erkek hepsi, kendini Azrail’in insafına bırakıyordu. Halkın önderliğini yiğit, gözü pek Mehmet Bey üstlenmişti. İlk hamleyi de o yaptı.Babadan kalma küreği, düşmana fırsat vermeden kafasına indirdi.
Adamlar ne olduğunu anlamamış, şaşırmış bir vaziyette duruyorlardı. Göğü yaran bir gürleme onları kendine getirdi. Ardından ebabil kuşlarını çağrıştıran yağmur başladı. Şimdi her yer tam bir savaş alanıydı. Süngünün, küreğin açtığı yaralardan boşalan kan, yağmur sularıyla birleşerek yeri suluyordu. Biraz önce öldürmek için insan arayan kumandan, şimdi o insanlardan medet umuyordu. Düşman iyice köşeye sıkıştırıldı. Artık kovalayan değil kaçan pozisyonundaydı; ama halk oralı değildi. Her biri, dökülen kana, açılan yaraya aldırmadan ölüme koşuyordu. Ne mutluydu onlara ki, yaşarlarsa gazi, ölürlerse şehit olacaklardı!
*
Çam ağaçlarıyla çevrili köy camiinin çatısından damlayan yağmur suyu, düştüğü toprakta küçük bir çukur oluşturmuştu. Çukurdaki su kanla karışmıştı. Bu kan, aç bir kaplan gibi oradan oraya saldıran düşman kumandanın kanıydı. Ezan sesi kesilmiş, yağmur dinmişti. Şimdi savaş alanından geriye, acıyla kıvranan yaralı insanlar, şehadet şerbetini içmiş cansız bedenler kalmıştı. Köy halkı, planı doğru uygulamış, amacına ulaşmıştı. İlk olarak hedefleri düşmanı atlarından indirmekti. Köyün girişine inekleri otlatarak bunu hallettiler. Daha sonra düşman elini silahından çekince dört yandan çevreleyerek saldırdılar ve zafere ulaştılar. Kazanmanın getirdiği mutlulukla beraber kaybedilen yiğitlerin verdiği acı da yürekleri dağlıyordu; ama büyük küçük hepsi “vatan sağ olsun” demekten başka bir şey bulamıyorlardı.
Belki bir çocuğun çok sevdiği atı için “kalıyorum” demesiyle başladı her şey. Daha sonra o at toprak oldu, vatan oldu. Bu köy de büyüdü; Sarıkamış, Çanakkale oldu. Halkın verdiği iki yüz – iki yüz elli kişilik şehit iki yüz elli bin oldu. Bu şehitlerin kanlarıyla, batmakta olan bir güneşten yeni bir ülke doğdu.
Lütfi KARABIYIK
YORUMLAR
Yürekten gelerek yazıldığı kesin.Kimbilir belkide dedemizden dinlediğimiz bir kahramanlık hikayesiydi gerçekten yaşanmış.Ve siz de bu hikaye ile bizi bu kadar akıcı bir uslüpla buluşturduğunuz için teşekkür derim.yüreğiniz hep mücadele dolu hislerle yön bulsun inşaallah.
donjuan912
Duygulanarak ve kimi zaman gözlerim dolarak okudum... Bu vatanın nasıl kurtarıldığının, kadını- erkeği, çoluğu-çocuğu ile hiç korkmadan göğüslerini nasıl siper ettiklerinin sadece kısacık anlatımıydı...
Öyle yüce bir halkın, nasıl böyle torunları olduk? Aklım almıyor, almayacakta... Rahata alışmak kolay derler...Bizleri çok mu rahata alıştırdılar ki?
Çok güzel bir yazıydı... Yazan yüreğinizi ve kaleminizi kutlarım...
Sevgi ve saygı ile...
donjuan912
Zavallı memleketim diyesim geldi okurken...Zavallı halkım....
Zamanın tüm kurtuluş savaşlarını ordusuz komutansız onlar başlattı ama, ne yazı ki, şimdi yol yordam bilmez cahil çoban muamelesine layık görülüyor...
Tebrik ediyorum...Duygulu bir öyküydü. Hatta yaşanmışlık demeliyim sanırım. Selamlar.
donjuan912
Mehmet Akif Ersoy
İlginize çok Teşekkürler..
Öykü ya da gerçek. Sonuçta Türkiye bu günlere geldi.Güneş doğdumu ? Bence Güneş maalesef yaralı dost.Geçmişin büyük hatalarını ödeyeceğiz. Bize çok pahalıya mal olacak. Türkiyede çağa ayak uydurmaya çalışan insanlarla onu düşman görenlerin savaşı var.
Irk temelinde bir çatışma olacak. Temennimiz olmaması.
Ezanlar bu durumu engelleyebilir kardeş kardeşi kucaklayabilir mi ?
Bunu zaman gösterecek.
Yazınızda usta kalemi izler var.Tarihten bir kesit sunmuşsunuz.
Ya yarınki tarih ?
Bir umut daha var. Bir umut daha..Umutlar tükenmemeli
Seçkiyi ve yazarını kutlarım.
Saygımla
donjuan912
Duyarlılığınız için teşekkür ederim,saygılarla...
donjuan912
(sorgulamaya fırsatı olmadan yataktan fırlayıp paçası yırtılmış, dizi sökülmüş pantolonunu giydi. Bir yandan da neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu)
Güne gelen yazıyı okurken tüylerim diken diken oldu. Bu vatan kolay kazanılmadı. Bir çok Ahmetler, Mehmetler bu vatan için can verdi. Şehit oldu. Vatan toprağını kanlarıyla sulayıp, daha bir kutsallaştırdılar. Yazım ve anlatım çok başarılı. Gözümde canlandırabildim.
Gözümde canlandırdığım yukarıya aldığım parağrafta var. Sökük, bir giysinin dikilen yeridir. Yırtık ise, dikiş olmadan zorlanarak yırtılan yeridir. Belki heyecandan, belki sökükle yırtığın farkını bilmediğinizden olmuş olabilir. Dikkatlice okuyunca göze batıyor. Düzeltirseniz hoş olur. Yani, yırtılan diz, sökülen paçadır. Başarılı bir yazıydı, yazarı kutlarım...
sevgi ve saygılarımla...
Güzel bir konu,sade bir anlatım.Yazınızın günün yazısı seçilmesinin güzel bir teşvik olduğunu düşünüyorum.Genç kalemler sabırla ve özenle bu bahçede yetişecekler...Emeği geçenlere şükranlarımı sunuyorum