İstanbul ve Diğerleri
İrini Hanım elli beşini çoktan geçmiş, Tarabya’daki üç katlı apartman dairesinin son katında antikalarıyla kendince hoş bir hayat sürüyordu. Yapacak bir işi yahut sürekli bir maaşı yoktu. Bunca zenginliğin, rahatlığın, paranın sebebi ailesiydi. Üç kuşak önce ailesi, Balkanların karışmasından önce, Atina’yı terk etmiş, İstanbul’a yerleşmiş, dedeleri ve babası, kısa zamanda bu koca şehrin hatırı sayılır tüccarları arasında yer edinmişlerdi. Devlet-i Âli Osmaniye zamanlarında harpler bile bu ailenin belini bükememişti. Ailesinden İrini Hanım’a kalan servet ise muazzamdı. Bir ömür onu idare etmişti ve işte hala da rahat bir hayat sürmesine yetiyordu.
İrini Hanım iyi imkânlara sahipti, iyi bir eğitim görmüştü. İyi mekteplerde tahsil görmüş, nitelikli hocalardan özel dersler almıştı. Belki de bundan dolayı bu yaşında dahî kibarlığıyla, zarafetiyle, kendinden hayranlıkla söz ettirebiliyordu. Tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Hatta, İstanbul’da doğmasından, büyümesinden, yetişmesinden ve şehre olan sevgisinden olacak, İstanbul’la o kadar bütünleşmişti ki onun gibi kadınlara “İstanbul hanımefendisi” yakıştırması yapanlar, sanki bu yakıştırmanın ölçütlerini kendisinden almışlardı.
Günleri ekseri aynı geçerdi. Bu mevsimlerde, her gün Güneş kuvvetini kaybederken o da kendini dışarı atardı. Saat dört oldu mu artık evde durmazdı. İşte yine kapısı açılıyordu. Minik, beyaz elleri, dış kapıyı usulca açtı. Daracık avludan ağır ağır, çiçekleri seyrederek geçti, tuğlalardan örülü duvarın dibinde biten otlar dışında küçük bahçe neredeyse kusursuzdu. Yola çıktı, martılarının yanına gidecekti. Sağına döndü, iki yüz-üç yüz metre ilerde eşsiz mavilik salınıyordu.
Biraz yokuş olan caddede, yokuş aşağı, sağ elinde beyaz elbisesini tamamlayan -yine beyaz- deri çantasıyla avludaki kadar ağır yürüyordu. Ne de olsa bir acelesi, meşgalesi yoktu.
Evin, yirmi, otuz adım ötesindeki küçük parkta oynayan çocukların yanından geçerken daha ziyade yavaşladı, bu enerjisi bitmek tükenmek bilmeyen çocuklara –biraz da kendi çocukluğunun ve gençliğinin özlemiyle- hayran hayran baktı. Bir an kendini gördü çocukların arasında, oradaydı işte şu sarı kızın yanında ya da salıncakta sallanan çocukların herhangi birinin yerinde. Yirmi saniyede geçtiği park ona yirmi senelik bir ömrü seyrettirmişti. Bu park onu hem bu mahallede hem de Atina’da kırk yıl öncesine götürmüştü. Çocukluğunda da pek çok gittiği Atina’da geçirdiği vakit ve edindiği arkadaşlar buradakilere pek de yabancı değildi. Aynı iklimin insanları gibiydiler sanki.
Biraz sonra caddenin iki yanında kordon olmuş dükkânlar başladı. Karşı taraftaki kahvehanede insanlar Ağustos’un zalimliğine dayanamamış, geniş kaldırımlardaki masalara taşmışlardı. İskambil, okey, domino…
Hepsi büyük bir keyif ve gürültüyle, kahkahalar eşliğinde oynanıyordu. Kimi de birkaç kişinin hararetli tartışmalarını ilgiyle seyrediyordu.
Kahvehanenin iki dükkân ötesinde, dinlenmek amacıyla iki dakikalığına dışarı çıkmış, elleri belinde, kirli önlüğüyle kapısının önünde dikilmiş caddeyi ve insanları izleyen Kasap Memduh, İrini Hanım’ın o tarafa baktığını fark edince sol elini havaya kaldırdı ve avucunu açarak, ellini geniş geniş salladı. İrini Hanım ise başını hafifçe sağa doğru eğip küçük bir tebessümle onun selamını aldı. İrini Hanım büyük bir zarafet ve ihtişamla, dudaklarından düşmeyen o küçük tebessümle yoluna devam etti.
Manav Hüseyin’in yanından geçerken, bu zayıf, kısa, esmer adam büyük bir çeviklikle, gözüne çarpan ilk güzel elmayı aldığı gibi ayağa kalktı ve tebessümle İrini Hanım’a doğru uzattı.
“Lütfen Hanımım!”
“Teşekkürler Hüseyin Efendi.” dedi İrini Hanım da içten bir tebessümle ve bu büyük, kırmızı elmayı çantasına koydu. Manav Hüseyin ve onun kendince yaptığı bu incelik ona pek sevdiği Sofya’nın, esnafını, orada ahbap olduğu insanların içten gülüşlerini, kahkahalarını anımsattı. Bu yakın coğrafyanın insanları birbirlerine o kadar benziyorlardı ki!
Manavdan sonra önünde havluları asılı berber dükkânın önünden geçti. Erkeklerin büyük bir keyifle vakit geçirdiği bu dedikodu mabedinden her daim yükselen yüksek sesli kahkahalar berber Kemal’in bitmek bilmeyen askerlik anılarının eserleriydi. Yalnız, İrini Hanım bu sohbetlerin içeriğinden pek haberdar olmadığından böylesine keskin kahkahalara pek anlam veremezdi.
Biraz ötede, bakkalın önünde kümelenmiş, fısıldaşan, gülüşen çocuk öbeğinin, bir muzırlık planladığı düşüncesi onu için için güldürdü. Yanlarından geçerken, çantasından elmasını çıkardı ve aralarında pay etmesi için en büyük çocuğa verdi. Çocuklar bir anda, elmayı elinde tutan çocuğun etrafını sardılar. Çocukların uğultusu, İrini Hanım onlardan uzaklaştıkça, derinden, daha derinden gelmeye başladı. Bir süre sonra uğultunun yerini, balkondan balkona muhabbet eden kadınların canlı ve işveli sesleri aldı. Kimi bir yemek tarifini, kim aşağı sokakta oturan komşusunu, kimi havayı, suyu konu edinmişti kendine. Beş blok böylece devam etti, boş balkon neredeyse yoktu, tek tüktüler.
Beş – on dakikalık kısa bir yolculuğun ardından nihayet sahile gelmişti. Gördüğü ilk boş banka oturdu. Boğazı, maviyi, izledi bir süre. Yüzen gemileri, küçük ve şirin balıkçı teknelerini… Dalgaların aziz İstanbul’u nasıl selamladığını… Durmaksızın nağmeler mırıldanan, küçüklü büyüklü beyaz martıları… Martılar! Evet, kimler için gelmişti ki buraya! Yavaş hareketlerle çantasından çıkardığı, küçücük kavanozdaki yemleri sert hareketlerle etrafına saçtı, artık martılar onun önünde raks ediyorlardı, ona duydukları minnetten kanatları ahenkle salınıyordu.
Martılar gösterilerini bitirdikten sonra çevresini tekrar seyre koyuldu İrini Hanım. Önünden kol kola geçen genç âşıklar… Küçük adımlarla yürüyen ihtiyar çiftler... İrini Hanım, sonraları bir şey fark etti. Sol tarafında, pek de uzağında olmayan çay bahçesinde bazı insanlar sakin bazı insanlar heyecanlı bir şekilde, kimileri gülerek, kimileri kaşlarını çatarak, ama hepsi dinamik bir biçimde sürekli muhabbet içindeydiler.
Onların bu dinamikliği, bu heyecanı yakın coğrafyadaki tüm insanlarda neredeyse aynıydı. Üsküp, Sofya, Atina, İstanbul… Şehirler belki farklı, ırklar, renkler, diller belki farklıydı ama insanların samimiyeti, canlılığı aynıydı. Gülüşleri bile tıpatıptı. Bu, ikliminden, havasından, suyundan değildi, bambaşka bir şeydi. Yüzyıllardır süregelen beraberliğin getirdiği, oluşturduğu bir benzerlikti. Bu insanları birbirinden ayıran ırkları, renkleri, dilleri değil yalnız hudutlardı. Onların aralarındaki benzerlikler düşünülünce bu farklılıkların hiçbir ehemmiyeti kalmıyordu, hatta onlara farklı bile denemiyordu.
Son iki yüzyılda sınırlar çok çabuk değişmiş, insanlar değişimin, ayrılıkların farkına varamamışlardı. Ama başkaca şehirdeki dostlukların, başka coğrafyaların özlemi duyuldukça bu değişimlerin de farkına varılıyordu.
İrini Hanım kendini tüm bu fikirlerin merkezine çekip olayları yeniden tartıyor, insanları düşünüyor, milyonlarca insan gibi son yüzyıllarda insanlığın başına neler geldiğini, niçin geldiğini, insanlara ne olduğunu, bu benzerliklerin neden ayrı düştüğünü kavramaya çalışıyordu.
YORUMLAR
Öykünün kurgusu biraz özenilmiş gibi aslında. Haldun Taner'in "Sancho'nun Sabah Yürüyüşü" adlı öyküsünü hatrınıza getirdiğinizde farkedeceksiniz. Bu öyküyü yazdıktan bi kaç hafta sonra okuduğumda Haldun Taner'in öyküsünü, öykünen biriymiş gibi utanıp bu öyküyü yazdığıma pişman olmuştum aslında(: Ama tabi ki üstad o kadar çok öykü yazmış ki bi şekilde benziyor herhangi birine. Benim tek avunma noktam o öyküyü, yazdıktan sonra okumam oldu açıkçası.
Anlatımınız mükemmeldi. Konusu da öyle.. İnsanların birbirini yemesine hiç gerek olmadığını bir kez daha düşündüm. Toprak, hava ve güneş herkese eşit dağılmış birine daha fazla hava verilmemiş ki yeryüzünde. Suni havalar yaratılması üzüyor insanı..
Teşekkürler güzel paylaşımınız için. Saygılarımla..