ANADOLU NEZDİNDE BİR İSTANBUL ANALİZİ
Ahmet Vefik Paşa.. Dahiliye, Maarif ve Efkaf Nazırı, ilk Meclis-i Mebusan reisi, vali, tarihçi ve yazar. Bugünkü Robert Koleji’ne ait araziyi Amerikalı misyonerlere 36 bin liraya satıyor. Buna Sultan II. Abdülhamid öfkeleniyor, vefat edince de Aşiyan Mezarlığı’na gömdürüyor ve diyor ki: “Ömür boyu çan sesi dinlesin!” Ahmet Vefik Paşa halâ çan sesi dinliyor mu bilemem, ama o arazi artık ABDli misyonerlerin tekelindedir. Divan-ı Hümayun’da çevirmenlik yapan Bulgarzade Yahya Naci Efendi’nin torunu ve Paris Eliçiliği İşgüderi Ruhittin Efendi’nin torunu olarak kayıtlarda geçen paşa da Melami ve Mason’dur.
..Ve Bombay’dan dönerken yolda, vefat eden eşi Fatma Hanım için 1886’da meşhur Makber’i yazan ‘Şair-i Azam’ Abdülhak Hamit Tarhan’ın babaannesi ise, Sadrazam Ahmet Vefik Paşa’nın halası Hasenetullah Hanım. Böylece bir akrabalık bağı kurduktan sonra dönelim Abdülhak Hamid’e..
Fatma Hanım’ının üzüntüsüyle izne ayrılan ve kendisine yol parası ve ikâmet tahsisi verilen Tahran, Paris’e yollanır. Akrabası ve yakın dostu Samipaşazade Sezai Bey, Paris’te başsağlığına gidince bir de bakar ki Abdülhak Hamid Afrika kökenli bir hanımla kolkola geziyor. Sorar: “Aman Hamid Bey bu ne hâl?” Abdülhak cevab verir: “Sezai biliyorsun matemim çok büyük. Matemde olduğumu göstermek için bu zenci kızı buldum.”
Abdülhak Hamit Tarhan’ın yakın arkadaşı İbnülemin Mahmud Kemal’in; “Abdülhak Hamid çok çekti” diyen birisine cevabı nedir biliyor musunuz? “Hamit Bey hayatta çok şey değil, üç şey çekti: “Mey, sineye dilber ve hazineden para.”
Bir süredir Marksist Yazar Tayfun Er’in ‘Erguvaniler: Türkiye’de İktidar Doğanlar’ isimli eserini okuyorum. Bu kitapta öyle hususiyetler var ki: bir tarafta Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisi altında ezile ezile vatan kurtaran kahramanların sefalet içindeki asaleti, öte tarafta Mason, Sabetayist, Ateist, Levanten ve vatan haini ekabir zümrenin varlık içindeki sefahatı.. Anadolu, hamiyet ve sadakat ehillerini cefaya beslerken, Şehr-i Konstantiniyye’den doğma İstanbul, ne kadar Melami ve Mason Erguvani varsa hepsine şatafatlı ve şaşaalı imkânları sunuyor. Tayfun Er’in ifadesine göre Mason Hamdullah Suphi Tanrıöver’in şiiriyle :
‘Belinde Kabza-yı Osman, elinde bir Kur’an,
Beşiklerinde çocuklar boğan Kızıl Sultan’ yaftasını vurduğu Sultan II. Abdülhamid acaba Mason’lardan teşekkül İttihat ve Terakki mensublarının oyunuyla, Esat Paşa’nın emri ve Yahudi Karasu Paşa’nın tebliğiyle Atina’daki Yahudi Alatini Köşkü’ne sürülürken, Aşiyan’a ‘çan dinlesin’ diyerek gömdürdüğü Ahmet Vefik Paşa’nın diyetini mi ödüyordu.?
İstanbul ile yan yana geldiğinde tezatlara karışan Anadolu ve insanı nazarında şimdi.. imiğe mey, sineye dilber ve hazineden keseye para çekilmeyen asaletli bir zamana düşelim.
Tam 93 yıl önce, 276 kiloluk top mermisini sırtlayıp topun ağzına veren ve İngiliz Zırhlısı Ocean’ı batıran bir çile adamı Seyid Onbaşı’yı üç yıl önce TV belgeseli için gittiğim Havran’da 94 yaşındaki kızı Ayşe Yakar’dan dinlemiştim. Ayşe Nine’nin babası Seyid Onbaşı, Çanakkale Deniz Savaşları’nın kaderini değiştirmesine rağmen savaş sonrası Balıkesir’in Havran ilçesine bağlı Çamlık Köyü’nde odundan mangal kömürü yapıp satarak hayatını sürdürür ve ömrünü de böyle bitirir. Bir Ahmet Vefik Paşa gibi, ya misyonerlere hazineden arazi satarak, ya da devletin yolluk ve ikâmet sağladığı Abdülhak Hamit gibi Paris’te zenci kızla caka satarak da yaşama hakkı olan Seyid Onbaşı’nın elbette böyle bir şansı yoktur. Zira O’ İstanbul dışındaki öz Anadolu uşağıdır. Yani; dereceli Mason, milli emlağı misyonerlere satıcı hain tüccar, Türk ordusuna hain gözüyle bakan ve Yunan’dan yana olan İngiliz payandası Damat Ferid, ya da göbeğini kaşıyan adamlara atıfla ‘köylülük dini öldürüyor’ diyerek ün almaya tevessül eden ideal yoksunu olamadığından şansı yok..
Şimdi tarihin ta ötesinden, yani tam iki yüz yıldır, İslâmi ve milli ölçü yerine Batı modeline daldığımız devirden beri, ne kadar sürüngen ve sömürgen varsa işte bu şehirden.. Dedesi, babası, amcası, amcazadesi, baldızı bacanağı, eniştesi kayını, dünürü düğünü, toyu ve soyuyla iç içe ne kadar saltanat tayfası varsa bu şehirli.. Ve avamdan sayılan Anadolu insanı bu vatanın selâmeti için şehid üstüne şehid verirken, askere oğul gönderemez sansar kürklüleri büyüten de bu şehirin kompradorları.
İstanbul; kâh sosyete denilen kalbur üstü, ama tarifi gizli isimleri büyüten ve Batı entelliğine hayranlıkla yürüten, kâh, bu yürüyüşün hıncıyla sokak çocuklarını köprü altlarında sızdıran ve sızdıra sızdıra azdıran, hem buhranın hem de Ruhban’ın şehri de, ne yazık ki Kur’an’ın şehri değil.. İncil’in baştacı edildiği ve köy-kasaba demeden adreslere postalandığı bir zamanda, DTP adı altında süregelen bölücü faaliyetlere karşı ‘soruşturma açtık açıyoruz ’ diye yeltenirken uğraştıklarımıza bakınz: ‘Mayınları hangi sürede, kaça, nasıl ve kimlere temizletelim?’
Ahmet Vefik Paşa çan altında, Abdülhak Hamid zenci kızın kolunda.. Köylülük dini öldürüyor.. Adamlarımız göbek kaşımakla meşgul.. Tarlalarımızda yıllardır patlayıp duran mayınlar, şimdi de neredeyse TBMM’de patlayacak! İstanbul bunlara rağmen yine de hırsını alamıyor ve bağırıyor:
“Çek git ulan Anadolu düşkünü!”
Sahi, İstanbul bağırıyor diye çekip gidelim mi?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.