Ayrılık Romanı/Önsöz
Bir anda içimdeki sesin beni ikna etmesine izin vererek başarılı bir ayrılık romanı yazmaya başlıyor kalemim… Başarılı olacağına emin olmam saflığımdan mı yoksa hikâyeme çok güveniyor olmamdan mı kaynaklanıyor diye düşünmeden edemiyorum. Aslında yaptığım sadece, bol köpüklü bir kahve eşliğinde, darmadağın olmuş geçmişi bir beyaz kâğıt üzerine toplamaya çalışmaktan ibaret…
Kulaklarımda süslü bir küpeydi aşk, alıp fırlattım bir kenara, artık ağırlığı yoktu bedenimde ama görüntümde bir şeyler eksik kaldı…
İşte bu cümleyle başlıyordu roman, ta ki ben aynı cümlenin üzerini anlamsız bir hırsla karalayıncaya kadar… Belki aşk kelimesi geçmemeli bu romanda diye düşündüm belki de aradığım daha acı veren bir cümleydi… Yaptığıma bir anlam veremedim böylece…
Kolay mıydı insanın hayatından birini çıkarması? Bir dost, bir arkadaş, bir sevgili ve yahut hepsi birden… Hani bir çöp torbası gibi alıp kapının önüne koyamazsın ki, ya da atamazsın ki eskimiş bir takvim yaprağı misali bir kenara… Acısız olmuyordu yani hiçbir ayrılık. Rüyadan uyanmak için illa ki kâbuslar görmek gerekliydi geceler boyu…
Romana dönüyorum tekrardan, başlayalı uzun zaman olmamasına rağmen sayfalarca yazdığımı fark ediyorum… Geçmiş sayfalardan birine dönüp okumaya başlıyorum…
…Ruhumu tedavi edecek bir doktor aradım bu gece, bulsaydım hiç tereddüt etmeden teslim edecektim ona duygularımı. Kötü bir kader miydi yoksa başka bir şey mi bilmiyorum ama doktorlar benden daha hasta çıktılar, tedavi edilmeyi beklerken tedavi eder buldum kendimi bir anda… Hasta kalmayı kabul edip hastane odasını terk ettim sık adımlarla…
Başka bir sayfada da şöyle yazıyordu,
…İzleme umuduyla bir kaset koydum videoya; fakat gözlerimi, kendimi anlatan bir filmi izler buldum. Ağlamak istedim, göz pınarlarımı bulamadım. Bağırmak istedim, sesim çıkmadı… Yastığı ekrana fırlatıp, kaçtım oradan… Belki de kaçtığım sadece bendim… Nefes alamadığımı hissettim, sokaklara attım kendimi… Sabaha kadar dolaştım boş sokaklarda sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi döndüm film seti gibi hayatıma…
Beş sayfa daha atlayıp okumaya devam ediyorum,
…Şehrin herhangi bir yeri olmaktan öteye geçemeyen küçük dükkânından bir yapboz satın aldım bugün. Büyük bir heyecanla başladım resmin parçalarını birleştirmeye… Ortaya çıkmaya başlayan resim büyük umutlara gebe bıraktı beni… Günler geceler boyunca uğraştım durdum, zaman kavramım, açılması çok zor bir gemici düğümü misali kördüğüm olmuştu resim yarılandığında…
Damarlarım beyin hücrelerime baskı yapıp gözlerim kan çanağı durumuna gelmiş bir haldeyken daha ne kadar uğraşabilirdim ki bu yap-bozu tamamlamaya diye yokladım beynimi… Cevap alamadım, beynim ve mantığım çoktan kendini dipsiz kuyulara fırlatmıştı, o an fark ettim…
Çabaladım, uğraştım, canımı dişime taktım ama yine de tamamlayamadım resimdeki görüntüyü, tek bir parça eksik kaldı hep… Kalbin olduğu parça zaten baştan beri yokmuş kutuda… Anladım ama geç oldu… Defolu bir ruhun satın aldığı malın defolu çıkması nedense şaşırttı ruhumu… Oysaki ne bekliyordum ki başka… Parçaları birleştirmekten parmaklarım sızlıyordu sadece… Biraz da gözlerim kızardı, işte o kadar…
Birkaç paragraf sonraya geçiyorum,
Gözümü karartsam, bir an bütün olanları hiçe sayıp elimi göğsüme saplasam ve kendi kalbimin yarısını söküp alsam diye düşünüyorum, alsam ve yapbozun eksik kalan kısmına koysam… Ama sonra neden vazgeçiyorum… Değmez diye bir kelime dökülüyor o anda dudaklarımın arasından, sonra da hava boşluğuna karışarak kayboluyor… Masanın üzerindeki dağınıklığı öylece bırakıp uyumaya gidiyorum, başarabilirsem tabi…
Boynuma dolanan bir ipin canımı yakması misali işkenceydi artık bu roman… Hikâyenin sonunu getirememek sırtımda bir yük haline gelmişti, iliklerime kadar işleyen bir huzursuzluk yaratıyordu bünyemde… Sayfalarca yazıyor, uzattıkça uzatıyordum, sonu hiç gelmesin istiyordum belki de…
Çalakalem yazılarla doldurduğum sayfalar hiçbir yere sığmaz olduğunda pes ettim biçare… Belki de yazdığım en hüzünlü hikâyenin bitiş cümlesini kurma zamanıydı işte zaman. Ve son sayfayı önüme alıp başladım yazmaya…
…Bedenimi kaplayan masmavi bir denizin kuraklığa kurban gitmesi gibiydi duygularım, kuşlar gelmez olmuşlardı ruhuma ve bir damla yağmur duama bile karşılık vermiyordu artık gökyüzü…
Bedenim; çölde susuz kalmış bir biçarenin dili-damağı gibi kupkuru olmuş, kanı çekilmiş ölümcül bir hastanın görüntüsüne bürünmüştü…
Ve zaman öyle bir zamana geldi ki sonunda, mürekkep damlatan kalemimle hikâyenin son cümlesini yazdı biçare parmaklarım:
Bitti… Bitmeliydi ve bitti…
Hikâye bitti… Bitti bitmesine ama kimse okuyamadı… Yazarken dökülen gözyaşlarından mı yoksa kalemin, hikâyenin bitmesine isyan ediyormuş misali mürekkep damlatmasından mıydı bilmiyorum ama okunmuyordu işte yazılar…
İşte bu yüzden bitti ama kimse okuyamadı…
Ben mi?
…Son sigaramı, yazılması yeni bitmiş bir romanın sayfalarına söndürüp yoluma devam ettim… Taşlaşmış bir kalp ve uçurumun kenarından kurtardığım ruhumla…
Pelin…
Zaman kavramının kaybolduğu bir tarih
ve
Zamana küskün olduğum bir saat...
Ayrılık Romanı/Önsöz Yazısına Yorum Yap
"Ayrılık Romanı/Önsöz" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.