Yeraltı Mağarasındaki Gizem
Kargalar sabahın köründe kasabamızın üstüne çullanmıştı. Sesleri uykumu bölmüştü. Yatağımın içinde sağa sola dönüp, tekrar uykuma dönmeyi zorlasam da yapamadım. Allı güllü desenli perdeyi aralayıp pencereyi sonuna kadar açtığımda karga sesi daha da keskindi. Gökyüzüne baktığımda evimizin üstü, karabulutlardan farkı yoktu. Küçük kuşların seslerini işitemiyordum bile…
Kasabamız Orta Anadolu’nun tüm özelliklerini taşıyan, sokakları dar ve kare taşlarla bezenmiş, yol üstünde eşek ve atların gittiği ve tarihi eski evleriyle turistlerin ilgiyle gezdikleri şirin bir yerdi. Evimiz… İşte onu anlatmadan geçemeyeceğim, Şehirde oturanların hayallerini süslediği kesindi. İki katlıydı. Bahçesinde güllerin ve meyve ağaçlarının bolluğu sanki cennetten bir parçaydı. Kapımızın önündeki kuyudan çıkarıp içtiğim suyun tadı hala damağımdadır. Sabahları genelde kara trenin sesiyle uyanır, Gözümü araladığımda kuşların sesi bana “Günaydın” der gibiydi. Henüz yüzümü yıkamadan bahçede dolaşıp günün ilk yaşam seslerini işitmek beni kendime getirirdi. Annemin, bahçemize özenle ektiği domates, salatalık ve biberleri koparıp kahvaltı soframıza getirmek ve onları taze yemek ayrı bir keyifti. Asma ağacımızın altındaki kümesten yumurta alabilmek için tavukların oradan oraya koşuşturmalarını izlemek beni güldürürdü. Babam ve Annem, işte benim hayatlarım… İkisi de çok çalışkandı. Onların hayatlarında öyle geç kalkmak yoktu. Sabah ezanıyla birlikte uyanıp, sesli mırıldandıkları dualarıyla birlikte namazlarını kılıp, evimize yakın üzüm bağımıza giderlerdi. Babamın kullandığı traktörümüzün sesi, sabahın köründe sanki kasabayı ayağa kaldırırdı. Bazen onları penceremin önüne oturup seyrederdim. Annem geceden hazırladığı yiyecek torbasını özenle traktörün arka bölmesine koyar, babamsa pala bıyıklarını sıvazlayarak annemi kucakladığı gibi yanına oturtur ve benim bulunduğum pencereye bakarak uzaklaşırlardı. Ablam ve ağabeyim benden oldukça büyüktüler. Yaş farkımız nedeniyle onlarla oynamasam da bana anlattıkları nasihatlerin bini bin paraydı. En çok da ablamın gece uyumadan önce anlattığı masalların tadıydı. Onun anlattığı masal kahramanlarını gözümün önünde canlandırır sonra da uykuya dalardım. Ablamda sarışın ve güzeldi. Evlenme çağı da çoktan gelmişti. Onu genelde elinde örgü ve dantelle görürdüm. Sürekli çeyizini zenginleştirmenin mücadelesindeydi. Ailemden sonra en çok sevdiğim evimizi koruyan köpeğimizdi. “Karabaş” adını ben koymuştum. Aslan gibi iriydi. Kara bedeni arasından gözlerini seçmek öyle kolay değildi. Uzaktan gelsem bile kokumu alır, hemen yanı başıma koşardı. Bana öylesine tutkunduk ki, ne ben onsuz, nede o bensiz yapabilirdi.
Okulumuz kasabamızın içinde şirindi. Oraya gitmek için bazı sabahlar, çok erken kalktığım bile olurdu. Arkadaşlarım ve öğretmenlerimin bende ayrı yeri vardı. Biliyorum okul hayatı her insanın unutamadığı yıllarıdır. Yıllar acımasızca geçse bile, arkadaş ve öğretmenlerinizin yüzlerini unutamazsınız. Yaptığınız yaramazlıkları gülümseyerek anımsar ve içiniz burkulur. Anıları bir kez daha yaşamak ister ve kendinizi anıların içinde olmaya zorlarsınız. Ama zamanı geri getirebilmek nafiledir. İşte benimde aklımdan hiç çıkarmadığım ve anılarımı süsleyen arkadaşım Mehmet’ti. Esmer ve sivilceli suratıyla çok şirindi. Öğretmenimiz onu tahtaya sırf gülmek için çıkartırdı. Zaten onun suratına kim baksa, hemen gülerdi. Okul çıkışlarında zamanımın büyük kısmını da onunla geçirirdim. Üstümüzü aceleyle değiştirip, çantamızı bıraktığımız gibi soluğu kasabanın tren istasyonunda alırdık. Güneş ışığında parlayan tren raylarının üstünde dengede yürümek, üzerimizden geçen kuşları sapanla avlamanın günahını bilmeden eğlenmek ne keyifti… Çocukluk işte, önüne geçemediğimiz duygular… Trenin uzaktan gelişini duyduğumuzda raylardan bir fırlayışımız vardı ki görülmeye değerdi. Koca trenin bizi ezmesinden korkardık… Tarlalar arasına öyle gizlenirdik ki, makinist bizi görse, sanki kızacak mıydı? Kızsa bile treni durdurup bizi mi kovalayacaktı? Ama geçen yıl yine komşumuzun oğlu raylarda gezerken kaza geçirmesi bizi de korkutmuş, Mehmet’le birlikte uzun bir süre raylardan uzaklaşmıştık. Rayları parsellediğimiz çocukluk arkadaşım Mehmet, şimdi kim bilir nerelerdesin? Yıllar oldu senden haber alamıyorum. Belki evlendin, belki de bekarsın. Şu an seni görmeyi ne çok isterdim. Hele kasabamızdan uzaklaştığımız günleri hatırlar mısın? Ahh! O yer altı mağaraların gizemi bizi içine nasıl da çekerdi? Oraya birlikte girebilmek için ders zilini yerimizde duramadan beklerdik. Bizim için yer altı mağaraları başka bir dünyaydı. Küçücük girişlerinin ardındaki karanlık dünya korkutsa da, bizi kendine çeken bir şey vardı. Belki de sonsuzluğun ardındaki bilinmezliğiydi.
O gün hava oldukça kapalıydı, yağmur damlaları küçücük bedenimize ufaktan düşmeye başlamıştı. Şimşek ve fırtına gittikçe etrafımızı esir almıştı. Mehmet’e “Hava kötü, geri dönelim” dediğimde, beni korkaklıkla suçlamıştı. Önünde durduğumuz mağaranın girişi çok küçüktü. Çevresindeki dikenli otlara aldırış etmeden girişe yaklaştığımızda, bedenimizdeki sıyrıklardan damlayan kanın akışına bile aldırmıyorduk. Mehmet bana;
“ Urganı aldın mı?”
“Almaz olur muyum!”
“Hadi öyleyse şimdi belimize bağlayalım”
Hiç bir şey umurumuzda değildi. Birazdan gireceğimiz mağara bize her şeyi unutturacaktı. Urganların bir ucunu belimize diğer ucunu da kalın ağacın gövdesine bağladıktan sonra Mehmet önde, bense onun arkasında mağaraya girmiştik. İçimdeki korkuya rağmen ufak adımlarımızla ilerliyorduk. Geri baktığımda girişin ışığı, mum ışığı gibi küçülmüştü. Belli bir süre sonra artık karanlıkla yüz yüzeydik. Mehmet’e; “Geri dönelim, ışıkta kesildi, önümü bile göremiyorum.” Dediğimde, sesizliği bana, “Korkma, ilerle!..” diyordu. Konuşmalarımız mağaranın içinde yankılanıyordu. Kendimi tıpkı ablamın bana her gece anlattığı masal dünyasında gibi hissediyordum. Korktuğumu arkadaşım Mehmet’e artık söylemiyordum, çünkü beni dinlemiyordu bile.. İlerledikçe korkumu da yenmeye başlamıştım. Sesimizden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Başımızın üstünde uçuşan yarasalara da alışmıştık. İki adım önümde yürüyen Mehmet’i artık seçemiyordum. Onu sesiyle takip ediyordum. Mehmet’in bir ara durduğunu hissettim. Bende durdum. Mehmet;
“ Sağ ayağım boşta…” dediğinde, ona; “Artık ilerleme geri dönelim” sözlerini titrek çıkartmıştım. Bana;
“ Yerden bir taş bul”
“Ne taşı? ” dediğimde,
“Sen dediğimi yap, yerden bir taş bul” sözünü ikinci kez tekrar ettiğinde, el yordamıyla yerde taş aramaya başladım. Mehmet’e dokunmuyordum bile, geri gelerek uzun uğraştan sonra yerden bulduğum ve avuçlarımı kaplayan taşı Mehmet’e uzattım, onun boşlukta gezen elleri hemen hemen vücudumun her yerine dokunmuştu. Sonunda Mehmet taşı alıp, fırlattığında, uzun bir süre bekledik ve taşın buluştuğu yerden gelen “ fooooşşşşş!!!” sesinin kulağımızı tırmalayan yankısı bizi ürkütmüştü. Bir adım ötemiz uçurum ve yer altı sularıydı. Bu kez Mehmet’te sessizdi. Korktuğu her halinden belliydi… Seslendim, yanıt yoktu. Dilinin tutulduğunu düşünerek bir kez daha “Orda mısın?” dediğimde, kesik sesiyle; “Geri dönelim!” yanıtını duymak bile zordu. Hemen geri dönerek mağaradan nasıl çıktığımızı bilemedik. Rayların gizemli dünyasından sonra mağaralara da uzun bir süre giremedik… Ah maceraperest arkadaşım Mehmet, şimdi kim bilir yaşamın hangi dikenli yollarındasın...
Ertuğrul Erdoğan
Bursa/ Temmuz 2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.