SİYAH GÖZLER
Yazan: Mehmet Sabri HABERVEREN
İki genç adam yukarıdan Dicle’nin çamurlu sularını seyrediyorlardı. Havada Dicle’nin çamurlu suları renginde kirli bulutlar, yeni bir yağmurun varlığını belirtiyor, şiddetli bir yelde, bu yağmurun çok geç vakitte olmayacağını ispat edercesine esiyordu. Biraz sonra yağmur taneleri tıpırtıları ile kendini gösterdi. Gençler önlerindeki uçurumun, şiddetli yelin ve düşmeye başlamış yağmur tanelerinin tesiri ile ürperdiler. Hızlı adımlarla elli metre ilerideki okula, Eğitim Enstitüsüne yürüdüler. Günlerdir devam eden yağmur okulun tahta kapısını şişirmişti. Güçlükle, hatta birazda omuzlayarak, kapıyı açarak içeri girdiler.
Kendilerini bomboş bir salon ve yüzlerine çarpan ılık hava karşıladı. Salonun loşluğunda, ileride bulunan büyük masanın yanında bir öğrencinin oturduğunu gördüler. Dersin ne zaman biteceğini sorduklarında, 20 dakika sonra zilin çalacağını öğrendiler. Bunun üzerine iki genç beklemeye başladılar. Yakın bir kentten gelmiştiler. Perşembe günkü konferans sonunda karşılaşmışlardı dört genç. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Buna rağmen genç kız insanın içini ısıtacak bir gülücükle yaklaşmış,”hoş geldiniz” demişti. Biraz sonra diğer genç kızda gelmişti. İri yarı genç adam kızı görünce birden sarsılmıştı. Gördüğü bir çift siyah gözdü. İçinden ılık ılık bir şeylerin aktığını hissetti, yutkundu. Oysa genç adam yıllar öncesi gönlünün kapılarını kapatmıştı. Buna sebepte Ayla’nın, kendisini terk etmesiydi. Uzun, acı ve ıstıraplı günlerden sonra unutmuştu Ayla’yı… Daha sonra âşık olmamaya çalışmıştı. Bunu başarmıştı da. Üç yıl, üç koca yıl boyunca kapalı kalmıştı gönlünün kapıları. Fakat bu tesadüf, kapalı kapıların açılmasına sebep olmuştu. Şimdi bir çift siyah göz uğruna ne kadar acı çekeceğini düşünür olmuştu. İşte o sağanak yağmurun altında iki genç kız iki genç erkeği ertesi gün okulda bekleyeceklerini söyleyerek ayrılmıştılar.
İşte şimdi okuldaydılar. Zilin çalmasını bekleyeceklerdi. İri yapılı adamın ismi Metin, yanındaki arkadaşının ise Celal’di. Genç kızlar Celal’in mahalleden tanıdığı çocuksu sevgilerinin sevgilileriydi. Metin genç kızlarla tanıştırılmamıştı. Ama iki kız arkadaşı nerede görse tanır duruma gelmişti. Nitekim öyle oldu. Metin ile Celal ünlü ressamların salonda asılı bulunan tablolarını inceliyorlardı. Metin birden gönlünü çalan kızın sesini ve ahenkli ayak seslerini duydu. Van Gogh’un renkli dünyasından uzaklaşarak sesin geldiği tarafa baktı. Evet oydu. Bir kez daha sarsıldı. Sonra Celal’e döndü. Yavaşça “Gidiyor” dedi. Celal döndü dikkatle baktı. Salonun loşluğunda tanıyamadı. Tekrar baktı daha dikkatli. Ancak şimdi tanıyabilmişti. “Gülşen” dedi.
-Yanın da Serengül yok.
Genç kız bu sırada kapıya yetişmişti. Açmak istedi kapıyı. Açamadı. Yağmurdan şişmiş kapı direniyor, açılmamak için gacır gucur türlü sesler çıkarıyordu. Celal ilerledi. “Yardım edebilir miyim?” diye sordu. Genç kız döndü. Celal ve Metin’i görünce muntazam dişlerini göstererek güldü. Bu ne sürpriz dercesine kaşlarını kaldırdı. Sonra “hoş geldiniz” dedi. Gelecek derslerinin boş olduğunu bunun için eve gitmek üzere çıktığını anlattı. Yüzündeki memnun ifadeyle, “Nasıl olsa dersimiz boş, buyurun dershanede oturalım.” Diyerek tekrar çıktığı dershaneye doğru yürümeye başladı. Daha Celal’in yanındaki genç adamın kim olduğunu bilmiyordu. Kuşkusuz onun gönlünü çaldığını bile…
Sınıfa girdikleri zaman orada altı kişiden başka kimsenin olmadığını gördüler. Bu altı kişiden biri Celal’in Serengül dediği, sıcak sımsıcak gülüşlü kızdı. Gülşen konuklarına yer gösterdi. Sonra kendisi de oturdu. Metin ile aralarında 35 santimetre eninde bir sıra vardı sadece. Hep birlikte konuşmaya başladılar. Celal’le yaşadıkları eski günleri andılar. Bu arada Metin kalbini bastırıyor, mektepli âşıklar gibi sözlerini karıştırmadan konuşmaya büyük bir çaba gösteriyordu. Sonunda sıkışık, karamsar zamanlarında olduğu gibi, üzerinde ismi ve mesleğinin yazılı olduğu bit kart çıkardı. Bu kartın boş tarafına çeşitli portreler karalamaya başladı. Zaten konuşacağı ortak bir yaşanmışlığı yoktu her üçüyle de. Metinin karaladığı portreleri, bir psikolog görseydi, ya da inceleseydi, genç adamın o andaki psikolojik durumunu kolaylıkla anlardı. Fakat ne Celal nede kızlar durumum farkında değildiler. Ona sadece resim yapan bir olarak bakmışlardı. İlkin Serengül Metin’in çizdiği şeylerle ilgilendi. Sorduğu birkaç soruya çok kısa cevaplar aldı. Çünkü Metin kafasında Gülşen’le ilgileniyordu. Ona hislerini nasıl ifade edeceğini, nasıl anlatması gerektiğini düşünüyordu. Çıkmaza saplanmıştı bir kere. Çıkması lazımdı. Elindeki kartın üzerine korkunç bir surat çizdi. Bu arada Celal kendisini tanıştırmamıştı kızlara. Kızlarda Metin’i sormaktan utanmışlardı herhalde. Birden irkildi. Gülşen bir tanıdıklarını soruyordu kendisine. Metin sorulan kişiyi tanımasına rağmen o anda hatırlayamadı. Sonradan hatırladıysa da genç kız başka konulardaki konuşmalarla ilgilendiği için bunu anlatamadı. Çok büyük bit fırsat kaçmıştı. Müşterek bir tanıdıkları vardı aslında. Ama bu sırada genç kızın, tatlı yüzünü kısa kesilmiş saçlarını, daima gülümseyen dudaklarını, en mühimi karşısındakinin içine ürpertiler veren geceler kadar siyah gözlerini hafızasına nakşetti. Artık istese bile unutamazdı genç adam siyah gözleri…
Biraz sonra Celal ve Metin izin isteyerek ayağa kalktılar. Kentlerine, işlerinin başına dönmeleri gerekti. Genç kızlar misafirlerini okulun kapısına kadar çıkardılar. Genç adam, genç kızın gözlerine son bir kez daha baktı. Sonra elini uzattı. Tokalaştılar. Gülümseyerek ayrılırken genç adam ruhunda büyük bir boşluk duydu. Hâlbuki biraz evvel yüreği ne kadar dingin görünüşü ne kadar mesut ve bahtiyardı. Cadde boyunca terminale doğru ilerlerken, Metin bir şarkı mırıldanıyordu:
“Cana yakın sözleri var,”
“Ne güzel gözleri var…”