öküz (afedersiniz)
Almanya ‘ ya işçi alımı başladığında, dişleri sararmış hatta yer yer siyaha çalan bir renk almasına rağmen çürüksüz ve tamdı. Genç ve kuvvetli olması sayesinde işçi olma hakkı kazanmıştı. Gurbetin ilk yılları acemilik, perişanlık ve hasret ile geçmiş, çalıştığı inşaatlarda gösterdiği çalışkanlık ve gayret sayesinde kısa zamanda kendine yeteceğini her fırsatta dile getirdiği ücrete ve Almancaya sahip olmuştu. Gurbetin üçüncü yılında memleketinin, eşinin ve çocuklarının hasreti neredeyse elle tutulur bir dert haline geliyordu. Bir aylık iznini nasıl ve nerede geçireceğinin planlarını şimdiden yapmış, hangi gün nerede, ne yapacağının hayaliyle yolları bitirmeye çalışıyordu. Köye geldiğinde atılan silahlar, çığlıklar ve koşuşturmaca sadece onun köyünü, içindekileri ve anılarını değil onların da kendisini özlemle beklediğini anlatıyordu. İlk akşamlar merakla sorulan sorulara verdiği yarım yamalak ve çoğu doğru olmayan yanıtların yanlış olduğunun anlaşılamayacak olması ve sohbet ortamının getirdiği ruhunu kuzu postu yumuşaklığında sarıp sarmalayıcı havasının bozulmaması için sorulan her soruya cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Çekilen Alaman sigaralarının kokulu dumanları odanın tavanından ortasına kadar oluşmuş ağır bir sis tabakası meydana getirmiş, biten sigaranın son dem közü ile hemen bir sigara daha tütütürülüyordu.
İlk gün, ikinci gün derken günler hızla tükenmişti. Son kalan bir haftayı hazırlık ve veda ile geçiriyordu. Amcasının oğlu bozdurduğu Alman paraları işe yarasın diyerek, komşu köyde satılan bir öküzden söz etmiş, son haftaya önce hayvanı bakmayı ve satın almayı sığdırmıştı. Öküzün yapılı olması, zayıflığını daha belirgin hale getirmiş, bu doğal olarak fiyatını alıcının lehine etkilemişti. Kızıla çalan kahverenginde ve duruşunda varını yoğunu bir zarda yitirmiş köy ağalarının asaleti, heybeti kendini hissettiriyordu.
Gurbetin ilk günleri, rüyadan uyanışın sarhoşluğu ve kırıklığı içerisinde gelip geçmiş, üzerine neredeyse bir buçuk yıl hasret ve hayaller biriktirilmişti.
Köy dağın dimdik yamacına iliştirilmiş tahta evlerden, mısır tarlalarından, gür ve geniş ormandan, sümüklü ve zayıf çocuklardan, araba yolu olmadığından bütün yükü taşımakla mükellef ve çoğunluğu guatr, romatizma, bel fıtığı hastası kadınlardan oluşan, sıradan bir doğu Karadeniz köyüydü. Çocuklar okula beş kilometre ötedeki Nahiye Mektebine giderlerdi. Her gün aşındırılan yol çocukların zaten az olarak aldığı kuvveti tüketiyor, onlara sadece deri ve kemik bırakıyordu. Belki de bundan sebep köydeki hayvanlar çocuklardan, daha semiz ve mutlu görünüyordu.
Köyün yolu yeni yapılıyordu. Henüz yol evlere varmamıştı ,” ancak önümüzdeki yıl izinde arabayla evin önüne kadar çıkarım” diye düşündü.”Kornaya da sonuna kadar basarım, köy oynar yerinden” diye düşündü. Sonra Öküzünü düşündü, acaba nasıl olmuştu? Parlak yeşil ve sarı tüylü hasır Alman fotörünü geriye iterekek köyüne doğru baktı. Yolun yarısında babalarını karşılayan çocuklar bavulları omuzlamış dik yokuşu tırmanmaya koyuldu. Geldiğini duyan köylü kolu komşu yollara uzanmış, onu bekliyordu. Evin kapısına vardığında bir uğultu, itiş kakış arasından;
- Öküz, öküz nasıl? Dedi. Bu sesin duyulmasıyla, hipnoz edilmiş ve bu tesir altında şifre kelimenin söylenmesiyle transa geçmiş gibi orada bulunan hemen herkes ahır’a yöneldiler. Ahırın kapısının açılmasıyla içerden parıldayan bir çift iri göz belirdi. Sonra buradayım der gibi kısa, içten gelen böğürme sesi ve buluşma. Sarılıyordu, başına, boynına, ayaklarına, heryerine sarılıp bir müddet öyle kaldıktan sonra bir öküz kadar daha büyümüş, irileşmiş öküzüne hayranlık dolu gözlerle baktı. İzin bittiği güne kadar, her gün yan yana geldiler, bazen o konuşuyor, öküz gözlerini ona dikip anlarmış gibi sessizce onu dinliyordu.
Aradan birkaç izin dönemi geçti, her dönem bir önceki dönemden daha coşkulu, daha çok Almanca sevgi kelimelerinin kullanıldığı sözler ve söylenen köy türküleriyle geçti. Bu sözlerin muhatabı normal olarak, her gün birkaç ıhlamur ağacının yapraklarını, kadınların sırtlarında dağlardan getirdikleri içlerinde rengârenk çiçeklerin bulunduğu çimenlikleri yutan, bunun üstüne özel yem verilen Herr Öküz ‘ dü. Onun şişmanlaması için evin bütün varlıkları seferber edilmiş, o eve girdikten sonra bütün düzen değişmiş, yeni usuller uygulanır olmuştu. Nasıl olmasın ki; günlerce yabancı kapılarda kan ter içerisinde çalışan babalarını, bir aylığına geldiği köyünde mutlu edemeyeceklerse, neden yaşıyorlar dı ki?
Babanın saadeti onların bahtiyarlığı demek, babanın gülmesi onların oynaması demek, babanın onuru onların çalışması demek, babanın öküzü onların…
Son sene, evet o seneye böyle demişlerdi. Öküzün kurbana verildiği sene “son sene “ olarak anılır olmuştu. Hatta bazı konuşmalarda tarih atmak gerektiğinde “öküz varken” , “ öküz yokken” veya “ o zaman öküz ahırdaydı” şeklinde konuşuluyordu. Öküz varken yaşanan coşku, yerini sessizliğe ve hüzne bırakmış, evin neşesini öküzün yokluğu alıp götürmüştü.
Yıllar sonra bu olayı düşündüğümde, öküzün beslenip tavlanmasının kerametini yine öküzde arayan, üzerinde taşıdığı kiloları, yağları öküzün erdemi zanneden o adamı ve ailesinin öküzün ardında kalan yüzlerini düşünürdüm. o koca hayvanı beslemek için dağlardan, ormanlardan sırtlarında ot taşıyan bir deri bir kemik kalmış çocuklara ve nice hastalığı saman yükü altında geçiren o kadına neden bir kere olsun “ teşekkür”edilmediğini merak eder, düşünürüm.
Bazen etrafıma bakıyorum, renk renk, boy boy öküzler görüyorum. Hepsi de besili ve iri. O zaman acaba kimler beslemiş de böyle olmuş diye içimden geçiyor. Bu haşmetli duruşu, bu tav’ı ona kazandıran hangi minik el, hangi hastalıklı anne, hangi kanundur?
Etrafınıza bakarsanız eminim siz de beslenen binlerce öküzün aheste aheste ve gururla gezdiğini, itibar gördüğünü, onu besleyen o hale getiren asıl fedakârlığı ve gayreti gösteren vefakârların resmin arkasında kaybolduğuna şahit olacaksınız.
YORUMLAR
Çıkar dünyası.
Öküzleri besleyende çoluk çocuğu,geçim derdiyle katlanıyor işte.