BAYKUŞUN NEVBETİYLE ÖRÜMCEĞİN PERDEDÂRLIĞI
Bekir YALÇINKAYA
Konstantiniyye, ya da bir diğer adıyla Konstantinepolis; yani Bizans Kralı Constantinus’un şehri. Henüz kendisini Haçlı Kral’ın elinden almaya muktedir bir kuşatma görmemiş. Yapılan 30 kuşatma içinde fethe en yakın olanını gerçekleştiren Yıldırım Bayezid yaptırdığı Anadolu Hisarı’nda, neredeyse fetih hazzını yaşamakta iken Aksak Timur ile Bizans oyunu sebeiyle, kardeş kavgası için Ankara Ovası’na dönünce yenikliğe düşmüş ve tacı tahtı da ortadan kaldırılıp Timur esiri olmuş. 1402’deki bu vakıanın ardından Osmanlı’da yine kardeş kavgaları zuhur etmiş ve yeni bir Osmanlı devamı hükümdarlık için Yıldırım’ın dört oğlu Süleyman Çelebi, İsa Çelebi, Mehmed Çelebi ve Musa Çelebi arasındaki kardeşler arası bu kavga, ancak 1413 yılında Çelebi Mehmet’in tahta geçişiyle neticelenmiş..
Konstantiniyye şehri Osmanlı’nın Anadolu’da var olduğundan beri fitnesiyle hayatını sürdürme ahlâkını hiç terk etmemiş ve Osmanlı ile kardeş devletleri yahut beylikleri arasına fitne fücuru sokmayı başarmış. Ki bir anlamda onun Haçlı taktiğidir ve kendisini de böylece emniyete alma adabıdır.
Osmanlı’nın Söğüd’deki 3-4 bin kişilik obadan devlet olmaya doğru yürüme ve büyüme temayülleri içinde Bizans’ı kuşatmak ve Fatih’in ifadesiyle bu gül benzinin ortasındaki çıbana benzeyen marazı ortadan kaldırmak öncelik taşısa da, nasib ancak 29 Mayıs 1453’e ait olacaktır. Fethin hazırlanışı, mücadele safhaları ve nihayet gerçekleştirilmesi elbette kendi tarihi içinde hep okuduğumuz fasıllardır. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz husus, dünden bugüne henüz kâmil yazarlığı elde edememişlerin, yakaladıkları gazete köşelerinde yahut internet sayfalarında doğru mevzuu içinde yanlış ibarelere yer vermeleridir.
Bugüne kadar birçok yazar müsveddesinin en gerçekçi vakıa Endülüs için bile yalan yanlış bilgiler serdetmeleri üzüntü verici bir durumdur. Derler ki; “Endülüs’ten Yahudileri, İspanyol zulmünden kurtararak dedem Fatih İstanbul’a getirtmiştir.” Yine sonra bir başkaları derler ki; “Yahudileri dedem Kanuni getirtti.” El insaf, neredeyse, II. Bayezid-i Velî’nin ilk defa 1492’de el attığı mesele Yavuz’a maledilecek, yahut Hüdavendigar Murad’a..
Bunun gibi, Türk Edebiyatı içinde birer kambur olarak yer alan yüzlerce tashihden ziyade fikir ve zikir yoksulluğuyla okuyucuya sunulmuş misal ve emsaller vardır ki benim en çok öfke duyduğum ayrıntılardan birisi de, bir türlü Seyid Onbaşı’nın kaç kilo top mermisi kaldırdığını kantarın topuzunda okuyamayan yazarlara ait olmasıdır. Kimi 270 kilo, kimi 275 kilo ile 276 kiloya varamayan bir idrak yoksulladır.
Bunları, bu şahıslara hatırlattığınızda; ‘Aman be abi sende.. Ha 70, ha 60 olmuş. Ne farkeder?’ ifadesiyle tashihlerini tekzibe yeltenirler.
İşte bunlar gibi; tarih kitaplarında, tarihi eserlerde ve dahi Fethin Adamı Fatih’in camisinde bile çelişkili bir ifade vardır ki Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed (SAV)’in fetihle ilgili müjdeli Hadis-i Şerif’leri burada; “Felemiğmel emiru emiruhê vele niğmel ceyşü zelükel ceyş; ‘İstanbul muhakkak fethedilecektir. Onu fethedecek kumandan ne güzel kumandan, onu fethedecek asker ne güzel asker’ olarak kayıtlıdır.
Halbuki bu sözü Peygamber Efendimiz, Mekke’nin Fethi’nden sonraki Asr-ı Saadet devrinde kullanmıştır. Peki o devirde Bizans’ın elindeki şehrin adı İstanbul muydu? Konstantiniyye değil miydi? Yahut Konstantinepolis? Ki Arabların İstanbul’un henüz İstanbul adını almadığı ve Bizans malı olduğu 7. asırda ona izafeten taktıkları isimler; Kunstantiniyye Şehr-i, Konstantin, Bizantıyye, Bizantion ve Bizantium’dur. Nerede İstanbul lâfzı ki Peygamber Efendimiz İstanbul adını kullanmış olsun?
Peki Konstantiniyye ne zaman İstanbul oldu?
Fetihle birlikte mi ? Hayır.. Feth, Konstantiniyye’yi İslâmbol; yani İslâmı bol şehir yaptı..
Türk’lerin ve Osmanlı’ların kullandığı isimlere baktığımızda da tarih boyu gördüğümüz isimler; Sultanü’l-Berreyn, Pây-i Taht-ı Saltanat, Pây-i Taht, Makarr-ı Saltanat, Mahrûsa-i Saltanat, Âsitâne-i Şâh-ı Cihân, Hakanü’l-Bahreyn, Der-i Darü’s, Saltanatü’l Seniyye, Darü’s Saltanatü’l Âliye, Saadet-i Âsitân, Âsitâne, Âsitâne-i, Âsitâne-i Pâdişâhî, Âsitâne-i Hümâ, Âşiyân Âsitâne-i Devlet Aliye, Âsitâne-i Saadet, Âsitâne-i Saadet-i Âşiyan ve İslâmbul, İslâmbol, İstambol, İstanbul’dur.
İslâmbol’un da bugünkü ismi İstanbul olarak fetihten bir süre sonra anılmaya başlandığı muhakkaktır. Tıpkı Isparta’nın isminin zamanla İsbarita’dan, Ankara’nın Engürü’den, Kayseri’nin Kayzer’den, Antakya’nın Antilye’den, Malazgirt’in Menuas’tan ve Trabzon’un Trapezus olarak farklı medeniyetlerden geldiği gibi, İstanbul’da böyle bir değişim geçirmiştir. Ki İstanbul çağlar boyunca 165 kadar isimle anılan ve köklü bir kültüre sahib şehirdir.
Esasen bize düşen, her kim olursa olsun kendi hobisine tatmin uğruna tarihi gerçekleri deforme edene bu hakkı vermemektir. Okuyucunun bu hususa dikkat etmesi ve okuduğu fasıllardaki lüzumsuzlukları seçebilmesi önemlidir.
Yazar; bilgi ve kültürünü fikir meydanında satan bir nev’i tüccar olsa da, alıcısı, onun sattığı maddenin çürük veya sağlıklı olup olmadığını kontrole ve çürük satıcıyı ikaza memurdur.
Sözü neticeye bağlayacak olursak; kendine muhteşem bir tarih hazırlayan ecdadını, bırakınız gazasında olmayı, doğru dürüst okumasını dahi beceremeyenleri, bir ibret alması isteğimizle Hazret-i Fatih’in anlattığı Fethe götürelim; “Allah-ü Teâlâ’nın Enfâl Suresi’nin 60. Âyeti’nde meâlen; ‘gücünüzün yettiği kadar onlara karşı kuvvetler hazırlayınız’ diye bize emrettiği üzere, İstanbul’u (bu nakilde de İstanbul deniyor) almak için kara tarafından top, tüfek, mancınık, lâğım ve taşlar gibi, deniz tarafından deniz üzerinde dağ gibi yükselen gemiler ve dolu kayıklarla, insanların güvendikleri her türlü silâhları ve malzemeleri hazırladık. 857 senesi rebîulevvelinin 26’sında şehrin üzerine indik. Onlarla döğüştük, harb ettik. Aramızda 54 gün ve gece döğüşme ve harb oldu. Cemaziyelevvelin 20. günü sabah olunca Hz. Sıddîk’ı hükmünün ve Hz. Fârûk’un adâletinin bereketi ile Osmanoğulları’na mahsus, Hz. Haydar’ın vurduğu darbelerle, onlar sihirlenmiş iken Şeytan ordularına atılmış taşlara benzeyen akan yıldızlar gibi hücum ettik. Daha güneş doğmadan evvel, Ulu Allah fethi bizlere lûtfetti.”
Ki sonra da Hz. Fatih, Bizans halkı kendi önünde diz çöküp ağlaşmaya başlamazdan kısa bir an önce vardığı Tekfur Sarayı’nda, 12. asrın İran şairlerinden Hâkânî’nin meşhur şiirini söylemeyi hak etti: “Baykuş nevbet çalar Efrâsiyâb tâkında/Örümcek perdedârdır Kayser’in sarayında..”
Evet.. İşte tıpkı böylece; bizim edebi dünyamızda da bazı fikir adamlarının inanç mevzii ve menzillerindeki bozukluk sebebiyle idrak mekanımızda maalesef örümcek tarumarlık perdesi örmekte, baykuş eyvahlar şarkısı dermekte..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.