Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/10 NE ŞAM’IN ŞEKERİ NE ARAB’IN YÜZÜ!
Hz. Fatih’le Konstantin arasında bütün şiddetiyle devam eden savaşı; -Topkapı (Sen Romen), az beride Tekfur Sarayı önleri, surlar dibine yapılan büyük hendeklerin içindeki surları aşmaya çalışanların cesetleriyle ve şehidlik mertebesine erişmişlerin zahirî ihtişamıyla- dolduğu anlarda- keyifle seyreden Cenevizler halkı için muzaffer kim olursa olsun fark etmeyecektir. Bizans’lılarla zaten komşu devletler mesabesinde yaşamışlıkları vardı. Ya Osmanlı’lar savaşa kazanır da Bizans’a hâkim olurlarsa ne olurdu? Hiçbir şey ve koskoca bir hiç.. Pek tabii, Fatih Sultan Mehmed; dolayısıyla devletçilik teşkilatı, her geçen gün hâkimiyet sınırlarını genişleterek Osmanlı İmparatorluğu namını dünyaya yaymakta olan, Ertuğrul Bey’in Kayı Boyu’ndan gelme, oğlu Osman Gazi ile hayata geçirilen kuruluşu tanımamak gibi bir yanlışa düşüp Konstantin ve ülkesi Konstantiniyye olmaya yeltenemezlerdi.
Fatih bu savaştan muzaffer çıkarsa zeval olmaz elçileri vardı; gönderip sadakatlarını bildirirler ve Galata Kolonisi’nin anahtarlarını teslim eder, kurtulurlardı. Neden ve kimden kurtulurlardı? Osmanlı’nın kanunu olarak koyduğu; ‘direnmeyen ve teslim olan ülkelerde yağma olmaz’a muhalefetten başa gelen talân,öldürme ve zulümlerden.. Haliç’e geçilmez ve girilmez statüsü kazandıran zincirin diğer ucu yakınında gerili Galata kulesinden, çevresindeki binalardan ve yüksek tepeli mevkilerinden bütün şiddetiyle devam eden savaşı seyreden Galata Kolonisi toplumu, nihayet Sultan Mehmed II’nin zaferiyle adeta Konstantin’den önce mağlubiyeti tatmış oldu.
Zira bir gün sonra; Fatih’in zaferini alkışlarcasına teslim olduklarını açıklayıp ikinci gün olan 1 Haziran’da da –o gün Fatih hutbede, Akşemsettin mihrabda- Cuma namazının eda edildiği ilk Cuma ile ihya ve iltifata mazhar olduğu günün aynısında, ülke anahtarlarını teslim etmişlerdi.
Ben Profesör Semavi Eyice gibi Karaköy’de hiç oturmadım. O’nun 16. yüzyıldan bugüne tesbitleriyle bahsettiği gibi Karaköy’ü 60-70 yıl kadar, sineması, mescidi, sebil,çeşmesi ve türbesiyle tanımadım. O’nun mazisinde var olan sayısız türbe, mescid ve tarihi yapıların tahayyülleri de yok bende. Ama bir gerçek var ki Galata ve etrafındaki genel hava, bir kısım (Bosfor, Ceneviz Han gibi) sosyal konutlarla, Neve Şalom Sinagogu, Özel Zapyon Okulları, kiliseleri, Getronagon, Sen Bönüva,Süryani Kilisesi gibi dini ve milli kurumlarla Fatih’in öz beldesinden çok farklı bir hâli yansıtıyor. Sanki bir mazinin tasviri diye dış görünüşlere aldanış burada. Sık aralıklarla oldukları yerden Türk evlerine tezatlıklar içinde komşuluklar yapmakta olan bir çok bina neyse de, bir o kadar, hattâ daha fazla bina, tarihi diye yatırıldıkları sekâret yatağından ‘kurtarın beni!’ dercesine garib ve isyankâr bir titreme sûreti gösteriyorlar.
İşte bu, şekilci mâzi görüntüsü içinde yakaladığım Galata’da bir Arap Camii, gizlice bir iman hevengiyle; ‘yeisini bende yen, manevi kozanı ör’ der gibi kendine çekti beni.. Ezangâhının farkında değilim. Her camide olduğu üzere bunun da bir minaresi; şöyle şerefesi, hilâli ve dairevi çıkışıyla, yani narinliğiyle meşhur bir ezangâh olmalı itiyadımla abdest alıp Arap’a varıyorum.
Hani demiştim ya; “beni teselli eden Azap yerine bir Arap var.” Ve hani demiştim ya, “Cuma’yı onda kılayım, imamından onu tanıyayım ve sizlere tanıtayım” diye. Öyle yaptım. Sonra cami imamıyla bir müddet sohbetin ardından ayrılma vaktim içinde, bir kısmını zihnime yerleştirdiğim, bir kısmını da yazıya döktüğüm bilgilerle Arap Camii’nden çıkıyorum.
İstanbul’un Kartal’ında kapkaççıların, oto hırsızlarının, Üsküdar’ında tinercilerin, bilmem neresinde yinelenmekte olduğu ahlâksızlık örneklerini TV’den izlediğim anlarda, dilimden ‘Ah Fatih!’ hararetli bir iki kelime dökülüyor. Şükür ki Fatih’in özünde bu tür saçmalıklar, asaleti veçhile barındırılmıyor. Beni bu hâlle oyalayan geleceği mutlak karanlık, getireceği mutlak ziyan olan gençliğe, ‘kahretsin!’ diyesim geliyor içimden. Yine diyemiyor ve Arap Camii’ne dönüyorum..
İstanbul’un Fethi için, malûmunuz 30 kere kuşatmaya gelenler oldu. Bu kuşatmalardan biri de MS 15 Ağustos 715 yılında Arap kumandanlarından Müslime bin Abdülmelik’çe yapılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu her gittiği yere nasıl idealini ve inancını da götürüp yerleştirdiyse, böyle bir örnek de İslâm kumandanından görüyoruz.
İslâm Arap ordusu bu feth mücadelesi günlerinde ibadet etmekten geri kalmadığından kumandanları Müslime (Mesleme) bin Abdülmelik ile İmparator Leon arasında varılan anlaşma neticesinde kuşatmanın 2. yılı olan 717’de Arap Camii inşaa ettirilir. İslâm Arap ordusu İstanbul’un fethi için; daha doğrusu Konstantiniyye’nin İslâmbol olabilmesi uğruna 7 yıl Galata’da kalır ve aynı zaman boyunca namazlarını camilerinde kılarlar. Mücahidlerin Şam’a dönüşlerinden uzun bir müddet sonra Dominiken rahibleri bu camiyi kilise hâline sokarlar. Lâtinlerin San Paola Kilisesi dedikleri bu mabet, ancak İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı döneminde aralıksız Müslüman mâbedi olarak kullanılmaya başlanır. En eski tamiratı III. Mehmed zamanında (1593-1603 yılları arasında) yapılandır. II. Mustafa’nın eşi ve 1. Mahmud’un annesi Saliha Sultan da büyük bir tadilat yaptırır.
Arap Camii, Kilise olarak bir süre hizmet vermiş olsa da, Bizans kiliseleriyle hiçbir benzerlik taşımıyor. Kürsüsü Azapkapı camiinden getirilmiş. Sekiz mermer sütun üstüne oturan barok usûlünde bir mahfil var. Üç kat 70 penceresi olan caminin ahşap tavanı dört duvar ve 22 ağaç sütun üzerine oturtulmuş. Bir hayli geniş iç alanı var ki 21 metreyi buluyor. Bizans kiliseleriyle benzerlik taşımayan cami öte yandan Osmanlı mimarisine de yakın değil; ahşap ve sade güzellikte. Bu sade güzellikten hoşlanıyorum. Bir de devrin numunesi güzel kokulu, zikrin mekânı Zikirhâne’sinden..
Derken imamın ‘minaresi Çan kulesinden ibaret’ sözüne şaşırmamak elde değil. Arap’ta minare arıyorum. Sanki şu uyduruk söz; ‘ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü’ lâfzı işte burada tezahür ediyor. Lâkin Arap’ın ne suçu var. Değiştirerek bu sözü tersinden okuyalım; ‘Ne Karaköy’ün şekeri, ne de Galata’nın yüzü.’
‘Şu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli’ değil miydi? Arap Camii üstündeki kiliseden kalma çan kulesinden siz, bir çanı alıyor ve üstüne şerefeye ne lüzum var fikriyatıyla bir hilâl yerleştiriyor ve Ezan-ı Muhammediye’yi okuyor ve de okutuyorsunuz.
Şimdi oturup düşünün!
Şu; ‘Ne Arab’ın yüzü’ diyenler, siz daha bir düşünün.. O Arap Mesleme burada, üstüne bir çan kulesi konmuş camisini görse, sanırım çok müteessir olurdu. Olmayan bir Diyanet; Hafızı, İmamı, Efendisi, ve Müridi’yle bu cemaat, işi kurtarmak, vaziyeti berkemâl eylemek adına şimdi tek bir şey yapacaktır. O ne midir?
O, vebali, iman terazisinde gram gram tartıp bana yüklemek.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.