- 1296 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
P A M U K... (ÖYKÜ)
(ÖYKÜ)
Eski yıllarda “Pamuk” adında bir köpeğimiz vardı. Çocuktum... Sanırım altı, yedi yaşlarındaydım o zamanlar. Pamuk, benim en iyi dostumdu. Benden çok büyüktü yaşı... Belki on, belki on beş yaşlarındaydı. Dişi bir köpekti Pamuk. O günlere kadar sayısız yavruları olmuştu. Süt içtiği yavruluk döneminden beri bizim ailede olduğunu, ailemi zin bir kişisi gibi büyüdüğünü, söylerdi ailem.. Tabii ben hatırlamıyorum. Doğmamışım onun yavru olduğu zamanlar...
Ailemizde pamuğun sayısız anıları vardı.Anlata anlata bitiremezlerdi. Onu tanımaya başladığım andan itibaren, ikimizin de birlikte yaşadığımız çok ortak anılarımız oldu. Öyle ki; onu yitirmeden önce ki, son ortak anımızı hala hatırlar, gözlerim bir sabit noktaya dalar, sanki bu dünyadan ayrılır, onunla olduğumuz yıllara uçar giderim...
Adından da anlaşılacağı gibi pamuk bitkisince bembeyaz, süt gibi lekesiz, akpak tüyleri vardı Pamuk’un... Onun için ailem ona “PAMUK” adını vermişlerdi. Onun bir insan gibi akıöllı olduğunu söyöleyen ailem diğer hayvanlardan farklı özelliklerini, becerilerini anlata anlata bitiremezlerdi. Daha sonraları ben de bunlara kişisel olarak, şahit oldum. Onu tanıyıp onunla yaşayarak gözlemledim.
Pamuk hakkında ne anlatılmışsa hepsi gerçekti. Aslında fazlalığı bile vardı... Eksik değildi. İnsan gibi sevmesini öğrenmişti. Yaşadığı ailenin bireylerine bağlıydı. Uysal, yumuşak başlı, sıcak kanlı, sevecen bir yapısı vardı. Bir tehlike anında, ailede yaşayanlar için çekinmeden, düşünmeden, gözünü yummadan kendini, canını, hayatını tehlikeye atardı. İçimizden bviri nereye gitse ardından gider, onu yalnız bırakmaz, kapalı bir mekana girse kapının önünde bekler, çağırılmadan içeriye girmezdi. Birimizden biri, özel eşyalarından birini açıkta bir yerde bıraksa, o eşyanın başına oturur, aileden biri yada tanıdık bir insan gelmedikçe, eşyanın başından ayrılmazdı...
O yıllarda bizim kentin yakınında bir incir, zeytin bahçemiz vardı. Tapulu mülkümüz değildi ama, ortakçılık veya yarıcılık denen şekilde o bahçede ailece çalışırdık. Söke’nin köklü ailelerinden olan HACI ZİYA BEYLER’in, kentte (AZBAZDARLAR diye tanınan bir ailenin) bahçesiydi o... o bahçede Kayısı, Zerdali, Frenk elması(Yenidünya), Ayva, Nar, Erik, ŞeftaliKiraz, Ceviz gibi aklınıza ne gelirse, her tür meyva vardı.Bir çeşit yeryüzü cenneti gibiydi. Öyle ki, anlatmakla tarif edemem. Babam derdi ki:
“Tam yirmibeş sene o bahçede çalıştık” . Ben önceki yılları hatırlamıyorum. Rahmetli büyükbabamlar zamanında çalışmaya başlamış o bahçede. Babam, ayni şehir evleri gibi ağaçtan bir ev yapmış o bahçeye... Otuz-kırk m2.lik alanın, kuzey ve batı yönünü, elli santim yükseklikteki “L” harfi şeklinde taş, tuğla ve kireçli harçla duvar örüp yükseltmiş, üstüne de ağaçtan bölmeler yapıp kargı denilen “kamışla” örmüş, duvar şeklinde işlemişti. “L” şeklinde duvar olan kısma, önü açık salon şekli vermiş, köşelere büyük ağaç kazıklar koyup, odanın taban kısmına da seksen santim yüksekliğinde kısa ayaklar üstüne, odanın tabanına tahtalar çakıp odaları tamamlamış, çatıyı da kargılarla kaplayıp en üstüne yerli, oluklu, eski tip kiremitlerle kapatmıştı. Odanın giriş kapısı, duruş şekline göre güney yönünden açılmış, toprakla kapı arasındaki yükseklik ise kır beş derecelik bir eğimle dört, beş basamaklı, ağaçmerdiven yapılmak suretiyle içeriye girişi sağlamışlardı.
Bu ağaçtan bahçe evini bitişiğinde çok büyük, otuz beş kırk yaşlarında bir incir ağacı vardı. Yazın ağaçlar yapraklanınca incir ağacının koyu gölgesi, salon gibi olan bölümün üstüne gelir, sıcak yaz geceleri fırıl fırıl eserdi. O püfür püfür esen ağacın altında, koyu gölgesinde, öğlen sıcaklarının o bunalthııcı havasında oturmak, hele uyumak, ne güzel olurdu...
Evin kuzey batısına doğru bir ekmek fırını yapmış babam. O fırında da üç, dört tepsi buğday ekmeği, esmer, kepekli ekmek pişirirlerdi. O, mis gibi besleyici, kepekli ekmek, fırında pişmeye başlayınca, etrafa öyle güzel bir koku yayılırdı ki, insan aç olmasa bile acıkır, o kızarmış, nar gibi mis kokulu ekmekten hemen yemek isterdi...
Bahçede birçok hayvan, maşat beslenirdi o yıllarda. Çok sayıda tavuklarımız da bulunurdu. Ne zaman fırında ekmek pişirilse, pişen ekmekler fırından çıkarıklıp fırının yanına biraz soğusun diye bırakılsa, bizim Pamuk hemen bir metre kadar uzağına çöker, oturur, ekmeğe hiçbir evcil hayvanları yanaşthırmazdı. Tavuklarımız bahçede günboyu, özgürce, başıboş dolaştıklarından, hemen ekmeğin yanına yanaşıp gagaları ile ekmekleri tifterek, yemeye çalışırlardı. İşte o zaman, Pamuk onları kovalar, ekmeğe yanaşmasın diye bekler, tek tek arkalarından koşturur, havlayarak korkuturdu amma ısırmaz, yaralamazdı... Yalnızca korkutur, ekmeğe yanaştırmazdı. Bekçilik yapardı. Kendisi de, bir metreden fazla yanaşmaz, evden biri ekmeğe yaklaşsa, oturduğu yerde kuyrhuğunu sağa sola sallayarak beklerdi. Ekmek alınıp eve getirilince o da olduğu yerden ayrılır, ekmeği alan kişinin ardından eve gelirdi. Önüne bir parça ekmek veya yemek konulup yanından ayrılmadıkça, o önüne konan yemekleri, yiyecekleri ellemez, yemezdi.
“-Hadi Pamuk, ye bakalım...” deyince ve başından ayrılınca ekmeğini yerdi. İşte öylesine içli, akıllı, terbiyeli, iyi yetiştirilmiş, duygulu bir köpekti Pamuk...”
Duygulu bir köpekti dedim Pamuk’a... Evet, önsezileri olan çok duygulu, özverileri olan bir köpekti o... Son yaşadığımız olayda, onunla olan son anımızda, bizlere bunu da öğretmişti. Anlatmıştı.
Bizim aile; Eylül ayında hasat sonu, yağmurlar düşüp havalar soğuyunca ( ki; o zaman, okullar da açılmış oluyordu.) bahçe evinden şehirdeki eve göçerdik. Okulların kapanma mevsimi Mayıs sonu, Haziran ayhlarında da kentteki evden, bahçedeki eve taşınırdık. Yazlarımız o güzel bahçede gecerdi. Taa ki, bir daha ki, kışa kadar.. Bu zaman dilimi üç-dört aylık bir zamanı kapsardı.
Babamların sağlığında bu hep böyle devam edegelmişti. Kış dönemi bahçeden eve göçünce, özellikle çok yağışlı, soğuk günlerde, şehir dışındaki bahçeye pek sık gidip gelmezdik. Bazen gün aşırı, bazen de iki günde bir gidilir, Pamuk’a yiyecek ve ekmek götürülür, bahçe şöyle bir dolaşılır, olup biten gözlenir, yapılacak mevsimliçk işler varsa yapılır, aköşam olunca hava kararırken, şehirdeki evimize dönülürdü. Şehre dönüldüğünde Pamuk bahçe evinde kalırdı. Ara sıra bizimle şehre gelir, kısa bir süre kalır tekrar bahçeye dönerdi.
Şehirdeki evimizin arka kısmında alçak duvarlarla çevrili bir bahçemiz vardı. Adına, “harım” derdik. Harımdan eve girişi sağlayan, tek kişilik küçük bir bahçe kapımız bulunurdu. Tahtadan yapılmış olan bu küçük, dar kapıdan zaman zaman harıma çıkar, orada mevsimlik sebzeler de yetiştirirdik.Harımın duvarı da, çok eskiden mezarlık olup daha sonra ağaçlandırılıp çam ağaçları dikilerek panayır kurulan ve daha sonra da (Şimdiki Sadullah KUŞADA ilköğretim okulu olan) bir ilkokulun bahçe duvarına biitişikti.
Cümle kapımız, evin ön tarafındaki çıkmaz sokağa( eski adı Çeşme sokak 2. Çıkmazı, şimdiki adı TARANCI SOKAĞI) açılırdı... Genelde, oradan eve girer, çıkar, işlerdik. O yıl bozuk mevsiminde (Bağbozumu, hasat dönemi), okul dönemi kente göçerken Pamuk’un yenice yavruları olmuştu. Değişik renklerde, alacasından düz renklere kadar renkli, tonbiş tonbiş, yumuk yumuk gözleriyle, çok tatlı, sevimli beş-altı kadar minik yavruydu bunlar. Pamuk önceleri, kimseyi yanına yanaştırmıyordu. Hırlayıp dudaklarını kıvırarak dişlerini gösteriyor, saldıracakmıkş gibi yapıp yanaşanları istemiyor, huysuzlanıyor, korkutuyordu.
Çok geçmeden karakış bastırdı... Sürekli yağmurlar, aralıksız sürüyordu. Ardından acı soğuklar başladı. Yağış ve soğuklardan bahçeye eskisi kadar sık gidip gelemiyorduk. Bazen, üç-dört gün gidemediğimiz günler oluykordu. Bir gece havalar birdenbire çok soğudu. Belki sıcaklık, sıfırın altına düşmüştü.
O gece; sabaha karşı evimizin arka kapısı olan harım kapısı hızlı hızlı çalınıyor.. Daha doğrusu, tırnaklanır, sarsılır gibi sesler geliyor. İlk kezinde babam sesleri duyuyor ama yanlış duyduğunu sanıp, yatağından kalkmıyor. Aradan yarım saat geçmeden aynı kapı, bu sefer daha hızlı, daha sesli bir şekilde çalınıyjor. Babam, gürültüye yatağından kalkıp, harım kapısını açıyor. Bir bakıyor ki; bizim Pamuk. Babamı gören Pamuk üzerine atlıyor, ağiar, yalvarır gibi sesler çıkarıp yerlerde yuvarlanıp acayip gürültülerle, bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Tekrar duvardan atlayıp okul avlusundan( ki, o zaman panayır yeri idi.) uzaklaşırken, babamın yüzüne bakıp duraklayarak uzaklaşıyor, bahçeye doğru uluma sesleri çıkarıp gidiyor. Gözden kayboluyor.Babam; “-Bu köpekte bir iş var amma anlayamıyorum. Sabah ola, hayır ola ..!” deyip, eve girip yatıyor.
Yine aradan bir süre geçiyor, sabah şafak sökmek üzere iken, tekrar harım kapısı çalınıyor. Aynı sesler, ağlama sesleri yine Pamuk kapıda bekliyor. Babama, aynı sesleri çıkarıp, ağlayıp yalvararak tekrar bahçeye dönüyor. Babam sabahmleyin hazırlanıp gecikmeden, erkenden bahçeye gidiyor. Bir de ne görsün; pamujk yavrularını bahçedeki, ağaç evin altına toplamış, arkasına saklamış, göğsü baştan başa yarılmış durumda. İç organları dışarı çıkmış, kan revan içinde yatıyor...
Babam; yavrularıyla birlikte Pamuk’u kentteki evimize getiriyor. Ölecek diye, umutsuzca beklenilmeye başlanıyor. O geceki olayı ( Pamuk’un yaralanması olayını) şöyle anlatıyor: “- Pamuk; gece, yaban domuzlarının saldırısına uğramış. Yavrulu(mozaklı) domuzlar çardak eve saldırınca, Pamuk da onlara saldırıp korkutarak, önceleri kaçırmış... Ardından da, kente gelip eve haber vermek için, harım kapısını tırnaklayıp, çalmaya, bize duyurmaya çalışmış. Babama duyuramayınca, tekrar yavrularının yanına dönmüş. Bahçe evinin çevresindeki ayak izlerinden, çok kalabalık bir yaban domuzu sürüsü olduğunu, babam anlamış.. Geri dönen Pamuk, yavrularını bahçe evinin altına saklayıp, domuzların saldırısından korumak istemiş. Daha sonra domuzlar tekrar saldırınca onları, tekrar uzaklaştırmış. İkinci kez kentteki eve gelip babama haber vermiş, geri dönmüş. Babam durumu anlayamayınca tekrar son kez olarak kentteki eve gelip bir daha uyarmış ve yardım istemiş. Yine gidilmeyince, çaresiz olarak yaban domuzu sürüsüyle boğuşarak, sava şmış, yavrularını ve bahçe evini korumak istemiş... İşte bu savaşma anında göğsünden ve karnından büyük yara almıştı..”
Sabahmleyin babam bahçeye gidince de onu, yaralanmış olarak evin altında bujlukp kentteki evimize getirmişti.
Ne mucizedir ki; eve getirilen, ölmesi kesin olan Pamuk, diliyle yaralarını yalaya yalaya, yaralarının iyileşip kapanmasını sağladı. Sağlığına kavuşacak diye, sevinmeye başlamıştık. İlk günlerde, ben de Pamuğun başında ağlayarak, üzülerek saatlerce, okşayıp nöbetler tutmuştum. İyileşmeye başlayınca çok sevinmiştim. Sanki, alamayacağım çok değerli çok pahalı bir hediye, oyuncak, daha da ötesi, en yakın dostumu yeniden kazandım diye, seviniyordum.
Ve bir gün; ne olduysa oldu. Pamuğun yaraları yeniden açıldı... Tüm çabalara rağmen iyileşemedi. Bir sabah; ölüsüyle karşılaşınca ağladım, ağladım. Çok üzüldüm. Tüm aile üzüldük..
Pamuk ölmüştü...Pamuk yoktu. Geri gelmeyecekti. Benimle oynayıp, koşturup, üstüme arlayıp boşğuşmayacaktı artık... Bazen, hala bir yerlerden gelecekmiş gibi onu beklerim. Onu çok özlerim... Biliyorum ki, onun gelmesi mümkün değil. Her kaybettiğimiz varlıklar gibi o da, geri gelmeyecekti artık. Biliyorum ama onu unutamıyorum...Belki de, hiç unutamayacağım. BİTTİ...
29. 03. 1998
Suat TUTAK
S Ö K E
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.