- 678 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Yaşamak Düeti/İnadına Hayata!..
Sevda düşten süzülür, su taşı inadına bölerek akar
Özlemin külü yamandır, en çok da gecelerde yakar
Bir türküdür yine de yaşamak, küsünce mızrabını atar
Her insan aşk’tır, nasırlı yüreğinde nice anılar saklar…
Diyorsun ki şaire; ‘Yazmak için hissetmek lazım ve yaşamak’. Söylesene; ‘nasıl yazılır yaşamadan?’ diyerek girmiştin bu yaşanılırlığın yollarına. Hasretin korlarını eşelerken biz, denizi izleriz, martıları seyrederiz ve birkaç yudum çayda ruhumuzu dinlendiririz. Bir şarkının merhametli sözlerinde, yıldızlar altında ağ çekip karanlık denizlerden şafak sancılarımızla masum balıkları bırakırdık biz de denizlere, kavuşsunlar diye sevdiklerine. Yüreğimizdeki kavuşamamışlık dürtülerini bastırırdık en gizli dirençlerimizle. Değişik zaman dilimlerinde satırlardaki kapalı anlamlardaki gizemi sevdim, yaşanmışlıkları anlatan mısralardaki dili sevdim başlarken bu yola. Söylenen sözlerde sezdirilen anlamları sevdim. Bu biçemler arasında gezinirken ben yoktum, sevda vardı özlem dolu yürek vardı. Kalabalıklar içindeki “sen” göz yaşlarımın düşümlerini hayal ederken, sevdanın hüzünlü çocuğu oyun parkında oynardı. Elinden tuttuğumuzda hüznün; yorgun bir sevinçle şiirler dökülürdü dilimden, susardın. Sustukça hissederdi yürek, coşkuya dönüşürdü göz yaşlarım.Küçük bir kızın okuduğu şiirde yılların yorgunluğunu atardın şair omuzlarından. Sonra dinlenme sırası bana gelir, şiirlerin gölgesinde otururdum düş sahilinde.
Ardından yaşamaya kaldırılan kadehlerde birbirimizin yüreği yansırdı. Anıları bir köşeye bırakarak denize daldırırdık gözlerimizi. Hayat karşı kıyıdaydı bilirdik, geçemezdik. Tan yeline konan kuşlara çevirirdik gözlerimizi. O kuşlar yaşama sevinciydi.Gözyaşlarımı öperken ıslak kelimelerin, çırpınırdı maviye sürgün alnımızda şimdiki zaman…Deniz sen olurdu, suskunluğunun perçem düşünüşlerinden süzülerek esen yel seni bulur, gözyaşların kururdu. Ay saçlarını tarardı, çatardın kaşlarını. Seni büyüten hüzünlerle, hiç görmediğim yüzünle o ‘çatılmaz dediğin kaşlarını’ anlatırdın. Kirpiğinin ucundaki damla damla biriken, ayrılıklarla işlediğin şiirlerini ruhuma serer, tüm bunlara inat gülen gözlerinle, severken güller gibi fışkıran gamzelerinle; ‘hayata be şair’ derdin.
Dinle şaire; ‘Özlemek dediğin gibi bir yayı germekse, ne kadar özlense de gerildikçe o yay, düştükçe kendimizden uzaklara çevirmelisin o yayı denizlere. Bir ıslık gibi gecelere sokulmak, Dolunay olmadan ay özlemli bir türkücesine hayatı solumak aslında büyülü bir keder. Ve terdir alnımızdaki işte, hayat sularıyla yüreğimize iner ve bizi besler. Bu yüzden sormam en çok kimi özlediğini. Çünkü özlem şiirlerimizdeki gibi iki kişinin sorgulanamaz hikâyesi. Zamanı aşarak ayakta kalmayı başaran özlemli sevdalar ölüme direnirken yürekte bu geçici unutuş nereye kadar şair söyle?. Gün be gün ses kaybederken satırlar, yürekten arta kalanlar bizi anlatmaya yetecek mi? Şiirlerimizin uçları incelemeye alındığında sevdalı yürekler “bizi” bulacaklar mı dizelerde.İnadına hayata derken yaralı zamanlarda hüzünler yakamızı bırakacak mı dersin… Susku olurken ince sızılar,aynı yürek lekesine aşkın kazandığı son mektuplar yazacak mıyız?
Acının acıyı, suyun sancıyı kestiği bu çelişkili yaşam sahnesinde kısasa kısas yaşayarak, hayallerimizin, düşlerimizin, gülüşlerimizin resmini yaparız her yeni gün portremize. Ve o dokunulamamış tozlu güzelliklerin iğreti odalarında yüreğimizi yeniden derler, yeniden toparlarız sevda köşkümüzü her sabah. Geç saydığın saatler, küflü bir yelkovan ile haylaz akrebin sevişmesiyle dağıtır her gece yer yatağını. Kelimeler sürdüğümüz yaralarımız kanarken her gece, biz bu insan harmanında gönlümüzdeki sızıları kaydederiz yaşamaya.
Sevda tozlu bir güzellik olarak dururken rafta, ayaküstü sevmeler zamanı sanmıştım şimdileri.Kim anlardı benim bir dağ lalesi gibi narin ve eski kafalı sevdalarımı, derdim. Sen geldin şair, sevda yay’ını gerdin. Zulandaki esmer yalnızlıklar,yüreğinde turfanda sevdalar ve içindeki emsalsiz dirençle serildin satırlarıma. Yüreğimdeki sevdada kaybolurken ıslık çalsam bulur muydun beni?
Yolculuklarla tırmandığımız hayatın sivri tepelerinde yaşamak andını söyleriz her sabah. Sınıflarımızdaki silinmemiş kokulara korkularımızı süreriz özenle. Mavi düşler karalarız yüreğimizdeki beyaz umutlara ve zilini bekleriz masum molaların. Sürgit çoğalmalarla döner hayat dişlisi şaire. Aynı ders sızısıdır aşktaki devrik zaferimiz, uykulara özlemli bir bedenle o yaşamak türküsünü i-na-dı-na bıkmadan söyleriz. İşte bunun için anıların kayalarına yaşanmamış hiçbir ömrün suretini resimleyemeyiz, sevda iken ömrümüzün karşılığı. Sıcacık gülüşlerle kollarımızdaki sarmal sevinçleri bunun için günahlarımızla sararız. Kıvılcım ateşe küser, gök sessizliğin inine düşer, buz dağları hiddetle kopar ve dudaklarımızdaki çığlıklara karışır sancı. İşte o an sözcüklerin inanılmaz valsı başlar şaire.
Şimdi bir resim çiz bana; gözlerinin ısmarladığı güneşte yüzüm sevda, geçmiş rüya olsun. Nasıl deme çiz işte. Kelimelerin can verdiği bir tuvalde gözlerim inadına hayat olsun şair. Yüreğindeki külü savur mürekkep sessizliğinde, boynunu büken fakir kalemimdeki servetim ol gecenin sisinde. Gün boyu biriktirdiğin umut kuşlarını bir bir uzat üşüyen avuçlarıma. Sevgi çok eski bir kapı koca çınar yüreğinde… Sonbaharı giyinip geldiğimde açık bulduğum kapından daha yakın olmalıyım alın çizgine. Zaman hep çoğaltırken tomurcuklarımı, kelimelerin oklarını hazırlamalısın şair.
Bir resim çizeyim dilersen sana, yangından lal olmuş dilimden dökülsün boya. Sessizce seyret, istersen ara ara çıktığım, yüreğimi alıp gezdirdiğim o isimsiz parklarda gönlünce oyna. Sönmüş volkanlarım patlamadan, gecemin içinde kanat çarpan sevda kuşlarıma rastlamadan, her şeye rağmen vazgeçmediğim, inadına yaşamalara durduğum bu yaşam saati sonlanmadan, serüvenlerini unutarak gel otağıma. Bir yorgunluk masalı dökülsün dilimizden ve ben gözlerinin izdüşümünden geçerek, yargısız bir kucaklaşmayla sana sarılayım.
Evet şaire; adına aşk dedikleri o üzünçlerle gerdim ben de sevda yayımı ve yüreğim oklarla yaşamaya alışıktır.Zulamızdaki o esmer yalnızlıkla, bedenimizdeki hazin ağrılara söz geçiremiyorsak neyi sil baştan yaratabilir, neyi kökten değiştirebiliriz ki? Günler aşırırız eskimiş günlüklerimize yazmak için ve sonra el sallarız hüzünle ardından. İçimizdeki emsalsiz dirençlerle ‘gel yaşam olsun andımız, iki yürekten dökülen sularca türkülere sokulsun sözlerimiz. Şarkıların hüzün kıran zemherilerini rengârenk sözcüklerle boyayalım ve bu dört duvarlı dünyada bir tek aşk olsun hancımız’…
Ayşegül Tezcan & Selahattin Yetgin