- 1090 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MARTI
Gece bir hayli uzundu. Sağa dönüyor, sola dönüyor olmuyordu. Uyku onun dışındaki herkese, belki karşı komşusuna, şu sokaktaki kedilere, kuşlara, hatta belki üst kattaki nemrut ihtiyara dahi uğruyor, nedense onun yakınından dahi geçmiyordu. Azcık içi geçse, uyumak için elinden ne geliyorsa yapacaktı. Gözlerini hiç açmayacak, garip düşüncelere dalacak, ölümü ve yaşamı hatırlayacaktı. İnsanoğlu böyleydi. Sadece insanoğlu değil, tüm canlılar böyleydi. Ölüm ve yaşam unutuluyordu.
Bir gün evininin yakınındaki bir hastanenin önündeki durakta otobüs beklerken, hastane kapısının sağ tarafındaki duvarda asılı geniş bir panonun üstünde, büyük harflerle yazılı bir cümle görmüştü:
“Kendini hissettiren organ hastadır…”
İbn-i Sina.
Bir süre bu cümleye takılıp kalmış, olurunu olmazını tartmış ve sonunda İbn-i Sina’nın çok haklı olduğuna karar vermişti. Ama onun dikkatini çeken esas mesele, hastalık değildi. Unutmaktı. Bu cümle ne zaman aklına gelse, bu gece de olduğu gibi, hep unutmak, unutulmak, farkına varmamak gibi kavramları hatırlıyordu. Elimiz vardı ama unutuyorduk. Kulağımız vardı, alnımız, yanaklarımız, sırtımız, burnumuz vardı ama hep unutuyorduk. Ne zaman bir sivilce çıkarsa alnımızda o zaman iş değişiyordu. Hemen aynayı alıyor, müdahale ediyor, güzel gözükmek için alnımıza dokunup duruyorduk. Sıkıyorduk, ilaçlar sürüyorduk, beş dakikada bir dönüp dönüp, geçti mi acaba diyerekten aynaya bakıyor, sivilce vesilesi ile alnımızla ilgileniyorduk. Garip bir histi bu. Vücudumuz ağırdı ama biz bu ağırlığı hiç hissetmiyorduk. Elbette aşırı kilolu insanlar bunu fazlasıyla hissediyordu. Fakat 60 kilo bir adam için bu durum çok farklı bir hale geliyordu. Duvarlardan atlarken, koşup zıplarken bir sorun yoktu. Yalnız, biri bizi kaldırmaya kalkınca iş değişiyordu. Tüm ağırlığımızla bir başkasının bedenine yükleniveriyorduk. Aynı şekilde kolumuz. Üzerine yattığımız bir akşam uyuşan kolumuzu diğer kolumuzla kaldırdığımızda anlıyorduk kollarımızın ağırlığını. Yani… Unutuyorduk yaşamayı… Hastalanıncaya, yataklara düşünceye kadar da ölümü…
Olmuyor… Uyuyamıyordu. Bütün bu düşüncelere rağmen olmuyordu. Çoğu zaman böyle düşünerek başladığı uyuma çabaları sonuç verirdi. Onun düşüncesine göre, zihnini çok çalıştırıp yorduğu zamanlarda uykusu daha çabuk geliyordu. Düşünmekten yorulan zihni artık dinlenmeye karar veriyor, böylece o da rahatça uyuyabiliyordu. Gözlerini kapalı tutup zihnini yormaya devam etti.
Bir martı sesi... Müthiş bir çığlık ve kanat sesleri. Kalktı ve penceresinden baktı. Kargalarla yaptığı kavga sonucu yaralanmış bir martı olabilirdi apartman boşluğundaki sesin sahibi. El fenerini aldı ve dikkatlice baktı. Bu galiba yavru bir martıydı. Evet, beden olarak yetişkin denecek kadar büyüktü ama bir martı yavrusunun normal bir kuş yavrusundan daha büyük ve heybetli olduğunu biliyordu. Gri tüylerinin beyazlardan daha çok olduğunu gördüğünde kesin kararını verdi. Bu yavru bir martıydı. Çatıdaki yuvasından düşmüş olacak ki, yukarda onun için bağıran, gecenin bir vakti gökyüzünde dört dönen birkaç martı daha vardı. Bu martılar bazen çatının kenarına konup aşağıya doğru bağırıyor, aşağıdan gelen çığlık ile beraber bu bağırışlar bir muhabbet halini alıyordu. Sanki yavru martı, annecim beni kurtarın diye bağırıyor, anne martı da meraklanma yavrum kurtaracağız seni diyerek yerdeki yavrusunu teselli ediyordu.
Fenerini kapatıp yatağına uzandı. Onlar için yapacak bir şey yoktu. Aşağıya inse ne olacaktı? Yavru martı can havli ile kaçacak, gecenin bir vakti martı önde o arkada, apartman boşluğunda dört döneceklerdi. Hem yakalasa ne olacaktı? Kucağında yavru bir martı ile ne yapabilirdi? Yavru olmasına yavruydu ama iriydi. Aslında bu iri yavruyu, kucağında çatıya çıkartabilirdi. Ama evinin çatısından düştüğü ne malumdu? Pekâlâ, karşı evlerin çatısında da martı yuvaları olabilirdi. Hem belki de kendi evinin çatısında başka bir martı ailesi yaşıyordu. Çatıda elinde bir martı yavrusu ile belirdiğini gördüklerinde, o endişe ile yuvalarında oturması muhtemel diğer martı yavruları da kaçayım derken aşağıya düşebilirlerdi. Tamam, apartman boşluğuna düşseler bir şekilde hepsini teker teker yukarı çıkarmayı göze alabilirdi. Ama ya cadde tarafına düşerlerse? O zaman durum çok vahim bir hal alırdı. Arabaların her saat vızır vızır geçtiği bu caddede, bir martı yavrusunun hiçbir şansı olamazdı. Bir de içlerinden biri ölüverirse oracıkta, martı katili olur çıkardı. Eyvah! Martı katili! Mahallede yürüyemez, pencereden bakamaz, aç susuz kalsa dahi dışarı çıkamazdı. Mahalleli onun martı katili olduğunu bağırır dururdu. Çünkü mahalle sakinleri genellikle her şeyi, tüm iyilikleri, güzel anıları zamanla unutur, ama kötü hatıraları ve takılan lakapları asla unutmazlardı. Uyumalı… En iyisi ne yapıp ne edip uyumalı…
-Rüya-
Çatıda koşuyor. Doğadaki tüm kuşlar peşinden geliyor. Uçanlar… Yürüyenler… Kanatları insan boyu olanlar… Sonra güvercin besliyor. Yem atıyordu beyaz güvercinlere. Güvercinler martı gibi bağırıyor. Ağızlarının içi kıpkırmızıydı. Gözleri de kıpkırmızıydı. Bir kadın güvercinlerin arasından geliyor. Çırılçıplak. Vücudu tam hayal ettiği gibi… Öpüyor kadını. Kadın da onu öpüyor şehvetle. Kadını ellemeye çalışıyor kadın kaçıyor. Kovalıyor. Kadın kaçıyor. Tüm güvercinler uçuyor. Kadın çatıdan düşüyor. Çatıdan bakıyor. Kadın yerde yatıyor. Kan yok. Adamlar arabalardan inip kadına saldırıyor. Öpüyorlar kadını. Gülüyor. Çatıdan bakıp gülüyor. Patronu çay koyuyor ona. Çay içiyor. Bardağın şekli martı gagası gibi… Duvarda babasının resmini görüyor. Çiçek var hep etrafında. Arabadan inip caddede yürüyor. Martılar düşüyor yere. Kafasına da bir martı düşüyor. Koşmaya çalışıyor. Koşamıyor. Vücudu ağırlaşıyor. Çıplak kadınlar ona doğru koşuyor. Daha çok koşmaya çalışıyor. Niyet çekiyor tavşan. Yazılanı okuyamıyor. Pantolonu yok. Belden aşağısı çıplak… Üşüyor. Utanıyor. Kıza âşık hep. Hep o kız buradan geçiyor. Numarasını alıyor. İçinde hep üç var numaranın. Sandalyenin bacağı kırılınca düşüyor. Dağlarda hep kuş var. Kuşlar kanatları ile onu alkışlıyor. Kocaman bir kuşun sırtına biniyor. Babası koşuyor ama kuşa yetişemiyor. Kuş uçuyor. Baba yine gelemedin yahu diyor. Gülüyor ama ağlıyor. Ağlıyor ama ağzı kocaman açık. Kendi yüzünü görüyor. Ağzı gülerken kocaman oluyor. Ağzının içi kıpkırmızı… Martı bağırtıları var hep. Etrafta martı görmüyor. Havada yürüyor. Kuş çoktan aşağı doğru uçmuş. Bir adım atarsa düşecek. Adım atıyor. Yere kâğıt gibi süzüle süzüle inmeye başlıyor. Yavaş yavaş nefesi kesiliyor. Daralıyor. Göğsü sıkışıyor. Ölmeye az kaldı. Az sonra ölecek. Ölmeyi istiyor ama istemiyor. Bir kedi var. Ağzından ip çıkıyor. İp ellerine bulaşıyor. Elinin üzerinde ip var. Sopa kendinden önce düşüyor. El feneri de düşüyor. Martı etrafında oynar gibi uçuşuyor. Martının ağzı hep açık… Hep kırmızı… Düşüyor ölmeye… Ölüme düştü… Düşüyor yere… Yer göğsüne değiyor…
-Yaşam-
Uyandı. Nefesi kesilmiş gibi derince soludu. Odasının kapısı kapalı, penceresi çok az açık olduğundan oda oksijensiz kalmıştı. Dışardan yavru martının sesi geliyordu. Hava aydınlıktı. Sabah olmuş denilebilirdi. Penceresini biraz daha açtı. Eğilip martıya baktı. Martı bir yürüyor bir duruyordu. Ara sıra kanatlarını açıyor, uçup uçamayacağını sınıyordu. Anne ve babası yukardan aralıklarla bağırmaya devam ediyorlardı. Şaşırdı. Bu sesler, bu çığlıklar duyulmayacak gibi değildi. Yavru martının düştüğü apartman boşluğu, toplamda dört apartmanın da arka pencereleri ile kaplıydı. Bahçeleri ayıran kısa duvarlar bittiği an, etrafı binalarla, pencerelere çevrili bir alan haline geliyordu burası. Hiçbir Allahın kulu da çıkıp ne olup bittiğine bakmıyordu. Dikkatlice her pencereye baktı. Bir perde kıpırdaması dahi yoktu…
Yeni moda pencereler, dışardan gelen tüm sesleri kesiyordu. Pencere satıcıları ve müşterilerinin ortak sevinçleri de buydu. Nasıl olurdu da insan dışarıdan gelen sesi kesmek için çaba sarf ederdi? Ses demek yaşam demekti. Biz evimizde otururken dışarıda bir başkasının, başkalarının hayatı devam ediyordu. İnsan bunları nasıl hiçe sayardı? Evine giren yaşamların sesini kesen insanoğlunun sensini de bir başka insanoğlu kesiyordu. İnsanlar birbirlerini duymadan, dinlemeden yaşıyorlardı. O ise penceresinin bu ses geçirmezliğinden hiç hoşlanmadığından mümkün olduğuca penceresi -az da olsa- açık yatardı. Bu pencereleri kışın soğuktan koruma özelliği olduğu için babası taktırmıştı. Yalnızca bu özelliğinden faydalandığı beyaz çerçeveli penceresi, onun diğer hayatlara açılan kapısı, ezan, martı, araba, yağmur, kedi, köpek, uzaklardan gelen bir vapur düdüğü ve diğer pencerelerin kimi zaman açık olmasından faydalanıp da gelen kavga gürültü seslerinin uğrak yeriydi…
İnsanların kayıtsızlıklarından daha önemli olan mesele, kendisinin şu an ne yapacağıydı. Tüm ihtimalleri gece aklından geçirmişti. Üzerinde gördüğü rüya ile de büsbütün allak bullak olmuş zihni, aşağıya inmesini engelliyordu. Bir an, yavru martının kanatlarını açıp, bahçeleri birbirinden ayıran duvarlardan birinin üzerine uçtuğunu gördü. Heyecanlanmıştı. Bir şeyler olacaksa şimdi olacaktı. Duvar üzerindeki dengesini sağladıktan sonra kendisine gelen güveni ile bir hamle daha yaptı ve karşıdaki apartmanlardan birinin penceresinin önüne kondu. Pencerenin önündeki mermerin şaşırtıcı derecede iri olması, onun şansıydı. Dışarıda süren yaşamın evine girmesinden korkan insanoğlunun penceresinin önünde bir martı yavrusu vardı şimdi. İnsanoğlunun bundan haberi yoktu. Olmayacaktı da. O sadece martıları, vapurda seyahat ederken görebileceğini düşündüğünden böyle bir ihtimal aklının ucundan dahi geçmeyecekti. Oysa martılar her yerdeydi. Kediler köpekler her yerdeydi. Yaşam her yerdeydi. Etraftaki tüm boşlukları dolduran yaşamdı. Bu kimi zaman bir ses, kimi zaman bir olay ile kendini belli ediyordu. Yaşam unutulmamalıydı… Dönüp yaşama bakmalı, her şeyin yalnızca “bizden” ibaret olmadığının farkına varılmalıydı…
Şimdi yetişkin bir martı gibi hissediyordu kendini. Anne ve babasına bir çığlık attı. Tepede dönüp durmakta olan anne babadan gelen cevap gecikmedi. Anne ben büyüdüm artık! Düşsem de kalkabiliyorum! Dilediğimce uçabiliyorum artık! Diyerek, büyük bir hevesle bağırıyordu. Bir iki adım attı mermerin üzerinde ve çığlık çığlığa, tok kanat sesleri ile yükseldi ve yuvarlaklar çizerek çatıya ulaştı. Az önce ortalığı kaplayan isyan ve çaresizlik dolu çığlıklar, yerini sevinç naralarına bırakmıştı…
Pek belirgin olmasa da, karşıdaki pencereden yansıyan, evinin çatısındaki martı yuvasına baktı. Anne martı, artık bir genç olan yavrusunu ağzı ile besliyordu. Hayat, canlı olan her şeyi, küçük sınavlardan sonra, yaşam denilen karmaşaya bırakıveriyordu.
Odasına gitti ve yatağına uzandı. Her şeyi aklından geçirmişti ama bir martının, daha doğrusu bir annenin, yavrusunu nasıl terk etmediğini, nasıl da müthiş bir istikrarla tüm gece tepesinde dönüp durduğunu hiç düşünmemişti. Şimdi tam sırasıydı. Evlatlarını türlü mazeretlerde sağa sola bırakabilen vicdansız insanları bir köşeye bırakıp, anne martının evladını apartman boşluğunda bırakmamasını düşünmeye başladı.
Vicdan hayatımızın anahtarı, zihnimizse koca bir anahtar deliğiydi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.