- 459 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tuz beyazı kirliliğinde sevdaların tadı beynime bulanmış… DENEME 1
Tuz beyazı kirliliğinde sevdaların tadı beynime bulanmış… DENEME 1
Adı konmamış ayrılıklar bunlar…
Adını koyamadığımız bir şiir bu…
Sanki gölgeli…
Sanki parlak…
Sanki puslu…
Sanki hiç yazılamayacak gibi…
Adını koyamadığımız bir şiir bu sanki…
Kalın perdelerle güneş ışığına kapatılmış pencere gibi…
Hiç bitmeyecek bir senfonin yazılması gibi…
İçinde coşku sevinci, yürek titreyişlerinin tarifi, karanlık bir adada dolaşan ayaklar gibi çarpık, kararsız, gece görülen bir rüyanın hatırlanmak istenen kâbus kareleri gibi, sevginin eşsiz gizeminin kâğıda, tuvalle resminin çizilmesi gibi…
Bir de,
“bir de ben seni ne kadar sevdim,
sen beni ne kadar sevdin”
cümlesinin, resminin çizilmesi gibi, zor bir el oynatışının yürek çırpıntısına uydurulması, senkronize edilmesi gibi bir hâl bu adını koyamadığım şiir… Tarifi…
Ben seni ne kadar sevdim…
Sen beni ne kadar sevdin…
Gökyüzü tuz beyazı kirliliğinde, biraz nazlı bir güneş, bir türlü delemiyor kararmış bulut üstlerini ve nazlı bir şarkı var radyoda, biraz ağıt, biraz pişmanlık sözlerini, sanki göz yaşları ile incelen, kalınlaşan, kısılan ve sanki gözyaşları ile ıslanan şarkının sözleri zor çıkıyor anlamlarından kulaklarıma doğru…
Hüzün yağıyor bu gün… Güneş ışıklarından önce bedenime…
Hüznün titremesini saymak istiyorum bedenimde kalp vuruşlarında…
Nankör bir sevgi bu sanki, önce güldüren, sonra düşündüren ve yürüyüşlerdeki ayakları çarpıştıran, bir sevgi bu sanki tarifli…
Adı konmamış ayrılıklar bunlar…
Bir türlü kabullenip üstünden bir sigara söndüremezsin…
Sesin kısılır, en beteri bu olsa gerek… Kendini kendine anlatacak mecalin kalmaz…
Unutulmuş ne kadar anı varsa hepsi zincir olur çıkar karşına…
Neyin sebebini çözeceksin, çözmeye uğraştıkça, dolanacaksın şarkının kelimeleri gibi üst üste, yan yana, tıka basa ve sonu dermansızlık, ve sahipsiz bırakan bir cümle kalır geride… “Çok uğraştım ayakta tutmak için, olmadı, yapamadık, sanki “üstü sende dursun gibi yetti” diyerek…
Kararsızlık ve karamsarlık, peş peşe kovalar böyle anlarda insanı… “Bu kadarını da hak etmedim ki” işte vurgun cümlesidir bu… Kendini haklı görmek, kâbus rüyasının son karesinde gözlerini açmak ve gerçekle karşılaşmak ve kabullenmek…
Bu hayat mutluluk günlerinde hep çok kısa kalır…
Birden,
bu ağacın yaprakları da yine eğilecek yere…
Ağaç soyunacak kışa çıplak dallarıyla,
son kiraz dalı da kızaracak,
ve
dutlar yaprak dökecek
ve yalnız yaşanan kışın hırçın sesi duyulacak, yağmurlardan önce rüzgârla…
Ve ben yine,
savunmasız yakalanacağım kışın merhametine…
Korkularım bir bir sıraya dizilecek rüzgâr çarpmaları ile…
Ve
yine can yakacak beyaz ölümlü kar…
Oysa çocuklar daha denizden çıkmadı..
Oysa çocukların derileri daha güneşte yanmadı…
Ya benim…
Sertleşmiş beden derilerim ve ruhum…
İşte adı konmamış şiir…
Ne denir ki…
Başladı ve bitti ama izi son kelimesinde…
Oysa her şey ne kadar küçük ve masum başlamıştı…
Tek bir cümleyle, ya…
Ben seni çok sevmeye başladım galiba, ya sen…
Ben ne zaman öksüz kaldım…
Yürümek, zift üstü kayganlıkla, yanık yağ kokuları üstünden, gecenin görünmez havasından, kıyı bucak gölgelere basarak yürümek…
Şehrin kalbine doğru…
Sevdiğine doğru…
Sanki,
şehrin kalbidir sevdiğinin yüreği…
Koşarcasına ona doğru gidersin, ayağın kayar düşersin, avuçlarına zift bulaşır, kızgın, soğuk, soğuk bir bakış atarsın sızan sulanmış kanına…
Uzaktan acı bir siren ve korna sesi ve uzun bir darbenin tok sesini duyarsın, son anda…
Kararır göz kapakların, bir koku kalır son nefesinde boğazını yakarcasına, belki özlediğin koku budur ve yoluna ölmek budur belki sevginin…
Vazgeçilmez gece yaşamlarının kâbuslarından biri bu düş peşinde koşma…
Alışılmamış yalnızlık zamanları bu…
Bir türlü alışamadım bu kentin yalnızlık gecelerine ve yollarına sen gittikten sonra diye haykırmak ister ama sıkar dişlerini gıcırdatırcasına…
Yasaklı geceler ve yasaklı yollar, mahalleler, beldeler, yazdım kendime, hepsinin isimlerini uydurdum, kedime…
Tatlıcı sokağı…
Kokoreççinin önü…
Erikçinin arkası…
Çeşme otoban başı…
Çandarlı sahil boyu, belediye önü…
Güzelbahçe mezarlığı…
Lozan meydanı… Ki en çok canımı acıtan yerdi geceleri…
Dahaları ve daha daha içecekler…
Geceye örtüyorum kendimi…
Kâbus karelerini saymaya, perdeyi hınçla, hınzırca kapatmaya…
Ne kadar korku anısı ve belde ve de anı ismi varsa hepsi perdenin örttüğü camın ardında kalmalı bir başa bedenime çöreklenmeliyim…
Altı üstü herkes gibi, herkes kadar ben de sevdim… Ama ondan fazla… Çünkü O benim ismimi de sildi hep canım derdi bana, bense onun adının üstüne kırmızıçizgi çizdim, çapraz, girilmez levhası gibi, söylenmez işareti…
Adını artık hiç söylemiyorum… Ne kendime, ne de bir başkasına… Ne de bir başkalarına…
Sadece karanlık gecelerin soğuk ayazında bırakıyorum artık hep seni, düşüncelerimde… Biraz da sana acıyarak…
Bir de resminin üstüne bir tül attım, öyle hınzırca bakıyorsun ki, tülün ardından…
Düşündüm bir kez daha ben seni çok sevmiştim diyebilir miyim diye, ama yok, yok çok büyük bir yanılgı olur, tekrar seni sevdim demek…
Sanki ağlıyorum, ben bile farkında değilim, çenemden aşağıya bir sıcaklık dağılıyor, fark ediyorum… Ama kimse ağladığımı sanıp görmüyor…
Umut yok… Galiba ben kendim için ağlıyorum… Kendi kendime, kendimle…
Sadece belirsiz, düşler bunlar… Kuru ve sade… Ve ılıkça…
Bana gelince ıslanmış düşler oluyor bende… Bense iki kere ağlıyorum sanki, bir kendim için, bir de onun için…
Yollara düşmek istiyorum, puslu, güneşin aydınlığını kestiği gecelerde, yollarda, yolların uzunluğunda uzamak istiyorum…
Hesapsız düşüncelerin, bedenimi ısıtmasından kurtulup, tek başına, yolun kesik çizgisini ortalayarak, uzamak, kıvrılmak istiyorum, zift kokularını yararak…
Şehirlerin, kentlerin isimlerini ardı ardına sıralamak istiyorum, bu kentin kuru havası, kızgın hırsları boğazımı yakıyor, ardımda terk ediliş şehirlerimi yalnızlığıma bırakarak, uzaklaşmak, istiyorum…
Her günün sabahında, yeni bir şehrin mahallesinde doğan güneşin ışıklarını karşılayıp, bir şehri, bir şehre daha terk etmek istiyorum…
İçim içime sığmadan hep bir şehre sığmama korkusundayım… Hep bir şehirde onunla karşılaşma korkusunun sızısı yüreğimde… Ve ben kendime yabancılaşıyorum artık…
Akşamların karanlığını, gecenin zifir alacasına terk ederek, gölgeme basa basa yürümek, kendime yalvarmamak istiyorum…
Her gece çıldırasıya kendimi düşünüp, düşlerimin peşine onu takıyorum ve artık yalvarmıyorum…
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.