- 1534 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Ah Aptal Kutusu
/Sayın Yükselenyıldız’ın “Türk Aile Yapısı Sallanırken” konusuna ve işlediği “aptal kutusu” tanımlamasına teşekkürlerimle…/
Merhabalar Sayın Okuyucu.
Lütfen çok uzunmuş, demeyin…
En kısa tutulabilir haliydi sözcüklerimin…
Şimdiden okuyabilirliğinize teşekkürlerimle…
Öncelikle şu aptal kutusu hoşuma gitti... Onun içine aptallıkları dolduranlar, işini bilen insanlar. Söylemeden geçemeyeceğim. Ve gerçekten de işlerini iyi yapıyorlar. Çünkü potansiyelin farkındalar... Aptal olmaya o kadar istekliyiz ki... Oysa biri yüzümüze dese, ya sözlerimizle ya da güçle yumruğu sıkıveririz... Evet... Aptal olunduğu kabul edilmediği sürece olmaya da devam edilecek...Tabi bunu kabul etmek için de "ben ne yapıyorum!" diye bir silkinmek gerek, çünkü üzerimize ölü toprağı serpilmiş gibi bu aptallık... Bir türlü açamıyoruz gözlerimizi... Ben da aptal mıyım?... Alıklaşıp, takip ettiklerimin boşluğu ve taklit etmeye çalıştıklarım ya da birilerinin ağzını alıp, kendi ağzımmış gibi oynattıklarımla aptalım... Fakat dedim ya, bu kutuya hükmetme gücünü elinde bulunduranlar işlerini çok iyi yapıyorlar, kesinlikle aptal değiller!...
Şimdi diyebilirsiniz, söylediğim neden aptal kutusu, neden laflar onun üzerine?... En yaygın iletişim aracı da ondan tabi ki... Görüyorum, duyuyorum. Bunu hep birlikte yapıyoruz. Fakat onunla konuşamıyoruz. Bazen konuşanları davet ediyorlar, "Buyrun!" diyorlar. Ancak görüyoruz ki, - ki görebiliyorsak da- onlar da konuşa ma ya biliyorlar... Sonra bizler, göre, dinleye, göre, dinleye; dönüp önce en yakınımızdakilere, sonra arkadaşlarımıza, çevremize, konuşanı, göstereni oluveriyoruz... Bakın burada da uyum söz konusu. Çok uyumluyuz!... Ve böylece de aslında insanın söylerken birliktelikten memnun olacağı ve yanında kendi gibi birilerinin olduğu güven duygusunu veren, insan olduğunu hatırlatan yerleşik bir söylem olan " Ne çok benzeriz birbirimize..." sözü bile cin çarpmış bir hale dönüşüyor “Aman, beni dahil etmeyin buna. Kalsın! Ben benzemeyeyim lütfen…” diyebilecekler kaldıysa...
Peki Dünya ve gelişmiş ülkeler, onların bozulmuş yapıları, onların kayıpları, onların bozuk yumurtaları, çürük domatesleri mi bizim özendiğimiz de biz de onlar gibiyiz... Yani gittikçe bozuk yumurta, çürük domates… Bence değil... Fakat biz, belki de genç nüfusu en fazla olan ülkelerden biriyiz. Gençliğin nasıl bir geçiş dönemi olduğunu bildiğimiz gibi… Eğitim vermekle öğretmeyi bir türlü birbirinden ayıramadığımız gibi… Aptal kutusundan ayrı tutabilmeyi başardıklarımızı da ders kitaplarına boğup, sınav sonuçlarına kadar nefessiz bırakıp, ipi göğüslediklerinde ise, sudan çıkmış balık gibi toplumda sendelediklerinde, “Kendi düşen ağlamaz” dediğimiz gibi… Ya da “Düşenin elinden tutulmaz!” Ya da “Sen bağımlısın. Hastasın!...” Ya geçmişi?… Çocuktu, genç oldu. Peki öğretmek eğitmek miydi? Kaç insan görüp, kaç arkadaşı oldu? Diğerlerinin yanında duyurabildi mi sesini? “Büyüdün ya çok! Konuş, yap, başar bakalım!” denir sonra. Bu çocuk zekiydi, başarmak zorunda oysa… Aptal kutusu da izlemedi ki! Öyle demeyelim lütfen, o çocuğu, genci, zeki insanların yönettiği o aptal kutusundan nasiplenen bireyler yetiştirdi!…
Şu bozuk yumurta, çürük domates konusunda… Evet onlarda da var. Ancak düşünen beyinler de yetiştiriyorlar, sahip çıkıyorlar, kayıpları olsa da kazanmanın yollarını arayıp uygulamaya çalışıyorlar. Hatta yetmiyor, öyle imkanlar sağlıyorlar ki diğer ülkelerin düşünen beyinlerine kucak açıyorlar, özellikle de kayıplar vermeye, en başta da en yaygın iletişim aracını bu amaçla kullanan bizden, “Ben neredeyim, hak etmiyorum!” diyenlerimize… Kaybetmek için çaba sarfediliyor resmen… Hem ağlatıyoruz, acı çektiriyor, sindiriyor, uyutuyoruz, sonra da “Ne oluyor sana! Kapa çeneni! Sus! Kıvır kuyruğunu!” deyip, kendimizce en doğru sosyal desteği yapıyoruz… Böbürlenerek hem de… Sonuçta: Ne aptalız! Ne de deliyiz!...
Bizlerin özentisi içinde yanıp tutuştuğumuz ülkeler çok iyi biliyorlar kayıplarının nerelerde olduğunu. Sosyal yönden etkin çalışan kurumları hatta devletin sosyal yardım kuruluşları, psikolojik destek programları, ruh sağlığını herhangi bir organın sağlığının korunması kadar önemle ele alan kuruluşları var. Bir yandan kendi sosyalliklerini, bir yandan da insanlarının huzurunu sağlamak için uğraşıyorlar... Ancak bizde: "Ben deli değilim!" deyiveririz... Ekonomik sıkıntıyla televizyonun en lezzetli, en hayatı kolaylaştırır, en refah ürünlerinin reklamlarını izle, dizilerdeki evler, arabalar, yakışıklılar, bir içim su güzellikler, entrikalar nasıl yapılır, nasıl yalan söylenir, nasıl yeraltı dünyası olunur, nasıl düşman kesilinir ya da sorunlar nasıl da hemencecik çözülüverir, insanların özel hayatlarını, birbirlerine atıp tutmalarını izlemenin dayanılmaz hafifliği... Sonra bir de felaket haberleri var. Eğer dakikalarca aynı görüntüler; aynı felaket sözcükler ve yürek tırmalayan ses tiziyle tekrarlanmazsa olmaaaz!. İyice ciğerimize işlemeli... Düşünmeye bile meyil vermeden, iliklerimize kadar geçmeli ki kinimiz yücelsin, ya da sinelim çıkmayalım, gitmeyelim bir yere... Üstelik bunlar bile konusuna göre, aptal olamayacak kadar zekilerimizce yapıldığından taş da gediğini buluyor...
Zihnimin duracağı yok şu aptal kutusuna.”Ya çocuklar?” deyiverdi şimdi de… Haksız değil… Tabi bizim açımızdan…
Annelere büyük kolaylık, rahatlık, en azından işlerini yapıp, yetişme telaşlarını azaltıyor. Nasıl mı: Bebek ya da çocuk ana kucağına bağlanır ya da oturtulur emin bir yere. Özellikle oturduğu yerin emin olması gerekir, düşmesin, başına bir iş gelmesin. Hatta tanıdığım bir kişiye gittiğim ev ziyaretinde, 3 yaşındaki oğlunu bağlamış anakucağına, onu da bir kemerle kalorifer peteğine. Çocuk istese de uzaklaşamıyor, karşısında da ne olduklarını bile bilmediği gözünden geçip duran renkler, şekiller… Mutlaka hepsinde bir anlam vardır. Hatta hepimiz renklerin bile insanın iç dünyasını nasıl etkilediğini biliriz… İzlesin de büyüsün artık çocuklarımız… Büyüyüp akıllı olacaklar… Oğullarımız, kızlarımız… Bu örneği genellemek mi?… Pardon, herkes bu anne gibi bağlamıyor tabi ki. İnsaflı olanlar var. Yanlarında oturuyor, bir yandan da dantellerini, örgülerini örüyor, dergi, gazete okuyorlar. Ancak bir süre sonra buna da gerek kalmıyor, çünkü çocuklar akıllı büyüyor ne de olsa, televizyonun sözünden çıkmıyorlar… Sanki günümüzde yaşanılan durum da bu değil mi!... Demek ki bir neden oluyor ki sonuca geliniyor… Bir de bu kutu aptal olmayanların elinde bulundu mu, sonuca daha iyi varılıyor… Bozuk sesler mi? Hani bozuk düzen filan diyenler? Onlar da topluma, kurallara uysunlar canım! Ha uymuyorlarsa, kendileri bilirler, sınır kapıları açık çalışmalarına devam etmek isteyen düşünen beyinlere, gidebilirler… Kalanlar da ya asimile edilir ya da “Sen yok musun sen?” denilecektir haklı adaletle…
Ancak haksızlık yapma diyor zihnimin bir köşesinden bir ses … Hakkını yeme “Aptal kutusu”nun bu kadar…
Doğru. Bilgilendirici, düşündürücü yayınlar da var: Sayısını tam kestiremeyeceğim kanallardan, gününü karıştırmadığım, saatini tutturabildiğim zamanlarda, gazete alıp, tek tek bakıp aklıma not ettikten sonra, hatta yanımda taşıyacağım bir not defterine işlediğimde, o anda birileri aklımla bedenimi çekip götürmedilerse… Ya da günün yorgunluğuna düşmemişse gözlerim…
Evet… Şimdi içim rahat… Sanırım siz de rahatladınız… Yiğidi öldür, ama hakkını yeme…
Her şeye rağmenleriyle izlemeye devam ediyor musunuz siz de?
Yanıtınızı bir tek siz duyabilirsiniz.
İzleyeceğiniz programları yakalayabilmenin gururu omuzlarınızda
Kumandayı elinde tutabilmenin gücü adına!
Huzurlu, mutlu, umutlu bugünleriniz olsun…
Ya uçarsın, ya kaçarsın
Bize kurtuluş yok mu ne…
Ah aptal kutusu
Sen ne akıllısın…
ezgi ç.
04.07.2010
YORUMLAR
sarı yapraklar
Yorumunla değer kattın Sevgili lacivertiğnedenlik...
Teşekkür ediyorum varlığına, okuma zahmetine...
Sevgim ve saygımla...
dolu dolu düşüncesini kelimelerin her birine özenle yerleştirilmiş ustaca bir anlatımdı....
tebrikler...
sarı yapraklar
Teşekkür ederim...
Okuduğunuz ve yorumunuzla geldiğiniz için...
Sevgimle ve saygılarımla...