- 5194 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İslâm Tasavvuf Düşüncesi Işığında Ma’rifetnâme’de Toprak Anlayışı
Bu makalem Temrin dergisinin Toprak özel saysında yayımlanmıştır. Bu sayı Temrin dergisinin Temmuz- Ağustos 2010 sayıları olarak yayımlanmıştır.
“Maneviyat erleri, toprak gibi olmalıdır. Toprağa kötü şeyler de atılır. Fakat toprak, hep iyi şeylerle karşılık verir.”Cüneydi Bağdadî
İslâmiyet çağlar boyu süren gelişim sürecinde, tefekkür alanında bir takım manevî farklılıklara sahne olmuştur. Bu farklılıklar genel anlamda çeşitli tasavvuf anlayışlarının doğmaları ve yayılmaları şeklinde kendini göstermiştir. Tasavvuf düşüncesinin meydana çıkış nedeni şu şekilde açıklanabilir: “Şeriatın ve bilinen kanunların halletmesi imkânsız görünen birçok vicdanî durum ortaya çıktı ve bu durumlar için birçok anlayışlar çekişti. İşte bu durumlar sanki, sonra ortaya çıkacak olan Tasavvuf akımının ilkel bir etmeni hükmünde idi”
Tasavvuf anlayışı insanı, kâinatı ve yaratıcıyı gönül yoluyla anlamak ve bilmek çabasının bir sonucu oluşmuştur. Fakat tasavvufu yanlış değerlendiren kişiler yüzünden birçok doğru işlerin yanı sıra bu sahada bazı yanlışlıklar da tezahür etmiştir. Bazı tasavvufî gruplar liderlerini sadece sevmekle ve saymakla yetinirlerken bazıları onlara dine aykırı mertebeler yakıştırmışlardır. Buna rağmen tasavvuf, insan gönlünü zenginleştirmesi yönüyle İslâm dininin halk arasındaki manalı bir yansıması olarak günümüze kadar ulaşmıştır.
“Var olan tarihsel kaynaklara göre “sofi” adını alan ilk tasavvufçunun Kûfeli Ebu Haşim (ölm. 767) olduğunu görürüz. Suriye’de ilk tekkeyi kuran da odur.” Bu anlamda tasavvuf İslâmiyet’in doğuşundan kısa bir süre sonra ortaya çıkmıştır. İslâm dünyasında önemli izler bırakmıştır. Tasavvuf ehlinin Allah’a ve Allah’ın yarattığı bütün varlıklara duydukları hadsiz sevgi Hz. Muhammed’in “Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.” nasihatinin yerine getirilmesinden ibarettir. Bu yönüyle tasavvuf düşüncesi gülen yüzüyle ve saf vicdanıyla hem Müslümanların hem de başka dinlere mensup insanların gönüllerine ümidi yerleştirmiştir korkudan ziyade.
“Tasavvuf ve tasavvufla uğraşan, tasavvuf ehli olan anlamındaki mutasavvıf ve sofi kelimeleri anlamca birbiriyle ilgilidir. Başlangıçta belirli bir görüşe bağlı kalarak Allah’a ulaşmaya çalışanlara, bunu amaç edinenlere mutasavvıf denmiş; daha sonra ise sofi kelimesinin kullanımı yaygınlaşmıştır. Sofi kelimesiyle kök ve anlam ilişkisi olan tasavvuf da bazı sözlüklerde, aklın yetmediği bilgi alanında, özellikle Allah kavramında, gerçeğe gönül aracılığıyla ya da iradeyi zorlayarak ulaşılabileceğini kabul eden görüş diye tanımlanır” Sofiler giydikleri dünyadan el etek çekmenin sembolü olan çuldan urbalarıyla, Allah sevgisinden başka her şeyi sildikleri tertemiz gönülleriyle, alınganlığı terk etmiş karakterleriyle yüzyıllar boyunca geniş halk kitlelerine ve yönetimi ellerinde bulunduran zümre veya kişilere dünyanın faniliğine dair ipuçları vermişlerdir. Hz. Peygamber zamanında yaşayan ve zamanlarını sadece ibadetle geçiren “Ehl-i Suffa” adıyla anılan sahabe, sofilere ilham kaynaklığı etmişlerdir.
İnsanı Allah’a yakın olmaktan engelleyen her şey sofiler için tıpkı nefisleri gibi azılı bir düşmandır. Sıradan insanların dünya nimetleri diye adlandırdıkları, maddî özellik gösteren her türlü unsura sofîler masiva adını vermişler, masivayı Yâr-i Mutlak’la aralarında birer dağ olarak görmüşlerdir. Yâr-i Mutlak onlara göre aynı zamanda Vücud-ı Mutlak’tır. Kâinatta var olan her şey O’nun tecellisine ait bir gölgeden ibarettir. Bu anlamda kendilerini de bir gölge olmaktan başka bir mevkiye yerleştirmeyen sofîler nefis terbiyesinin, benlik hissinden geçmenin en yüce mertebelerine de ulaşmışlardır.
“Tasavvufta gaye ma’rifetullahtır. Allah Teala’ya yakın olmak müslümanın miracıdır. Peygamber aleyhisselam: ‘Namaz mü’minin miracıdır’ buyurmakla, Allah’a yakınlığın, bu ibadet sayesinde tamamlanacağını ifade etmiştir.” Bu anlamda sofîler için en büyük başarı Allah’ı bilmek ve anlamaktır. O’nu bilmenin de iki önemli yöntemi vardır. Bunlardan birincisi her türlü masivayı aradan kaldırarak Allah’a yakın olmak, Ayne’l Yakin mertebesine ulaşmaktır. İkincisi ise kendini bilmektir. Zira kendini lâyıkıyla bilen kişi, Rabb’ini de lâyıkıyla bilecektir.
“Tasavvufta ayrıca, şeyhlik makamının manevî bir silsile ile Hazret-i Peygambere ulaştığını, mürid sâlik ve vasıl gibi dereceleri, sohbet ve halvet gibi özellikleri, şeyh, velayet, abdal gibi makamları, keşif ve kerameti zikredebiliriz.” İşin doğrusunu kavrayabilmiş her sofî, keramet ve keşif sahibi olabilmenin, tasavvufta çeşitli mertebelere bir nefeste ulaşabilmenin gerçek sırrının Hz Peygamber’in ahlâkıyla donanmaktan geçtiği hakikatine vakıftır. Bu hakikate vakıf olmak her türlü hatadan ve yanlış yoldan men eder her sofîyi. Sofî bir yanıyla aklı bir kenara atmış bir divanedir, diğer yanıyla da Yar’den gayrısına meyyal olmayan çılgın bir âşıktır. Fakat peygamberine olan bağlılığıyla şaşkınlıktan, gafletten ve eğri yollardan korunur. Hz. Peygamber’in “Ey kalpleri evirip çeviren Rabbim benim kalbimi de – dosdoğru- dinin üzere sabit kıl” duasıdır gerçek sofîleri yoldan saptırmayan. Aksi takdirde onların başlarını döndürme, zaten pek de güvenmedikleri akıllarını çelme ihtimali olan birçok tuzak mevcuttur.
Tasavvuf ehli şeraite aykırı işler yapmaktan kaçınır bunun için de Allah’ın emir ve yasaklarına uyar, Kur’an yolundan bir lahza olsun ayrılmaz. Kur’an-ı Kerim’in tamamını aralık vermeden ve ezbere okuyan, “Peygamber Efendimiz’in istemediği bir şeyi ben Allah’tan nasıl isterim” diyen Ebu Yezid Bistami kerametten çok Allah’a ve Peygamberimize bağlılığın önemini şu sözleriyle vurgular: “Bir adamı, izhar-ı kerametle havada uçarken görseniz, sakın aldanmayınız. Tâ ki onu, evamir ve nevahiye-yi ilâhiyyeyi ne surette tatbik ettiğini hudud-ı ilâhiyyeyi koruyup korumadığını, ahkâm-ı şeraiti yerine getirip getirmediğini bilir ve görürseniz, o zaman inanabilirsiniz”
“Tasavvufta varlığın ortaya çıkışı şöyle izah edilir: Allah ‘Kenz-i Mahfi’ yani gizli hazine, gizli cevherdir. ‘Aşk-ı Zati’ yani kendisine duyduğu aşk nedeniyle kendini görmek ve göstermek istemiştir. Allah’ın kendisine duyduğu aşk ise, ‘Cemal-i Mutlak’, ‘Hüsn-i Mutlak’ ve ‘Kemal-i Mutlak’ sıfatlarından dolayıdır. Yani, tek güzellik ve tek iyilik olmasının sonucu, Allah kendini görmeyi ve göstermeyi dilemiştir. Bu durumda evren ve insan Allah’ın kendi güzelliğini seyrettiği bir ayna gibidir.” İşte sofînin insana ve yaratılmış cümle varlığa duyduğu sevginin kaynağında da bu görüş yatmaktadır. Kendisine, insana ve dış âleme bakan sofî, Allah’tan başka bir varlık görmediği ve tanımadığı için her nesneyi ve her insanı sevmek zorunluluğu sonucuna ulaşmıştır. Kendisini kınamasının tek nedeni de içindeki ene duygusunu yenmek ihtiyacıdır. Nefsine galip gelemediği müddetçe âlemde en hakir varlık olarak kendisini görür bu yüzden sofî.
Sofîlerde aşk, üzerinde durulması gereken oldukça önemli bir kavramdır. Aşkın gelmesiyle cümle derdin sona erdiğini savunan tasavvuf düşüncesi, insanı Allah’a ulaştırabilecek yegâne unsurun aşk olduğu görüşünü benimser. Sofîler gönül atına binerek Hakk’a varabileceklerini savunurlar. Tasavvufta aşk mecazî ve gerçek aşk olarak derecelendirilir. “Mecazî Aşk, ancak Allah’ı arayan gezginin geçmek zorunda olduğu bir köprüdür.” Mecaz gerçeği hatırlatan fakat asla gerçeğin yerini tutma yeteneğine sahip olmayan bir özelliğe sahiptir. Bununla birlikte gerçeğin bulunmasında yardımcı olma ihtimali bulunmaktadır. Bu yüzden sofîler mecazî aşka önem verirler. “Mecazî Aşk’tan, Gerçek Aşk’a geçme yolu doğrusu çok uzun ve tehlikelidir; fakat o makama erişen artık hiçlikten, kötülükten ve çirkinlikten kurtulur, her şeyde ‘ Hüsn-i Mutlak’ı ve Cemalullah’ı görür.” Buradaki gerçek aşktan kasıt Allah aşkının ta kendisidir. Allah aşkına ulaşan kişiler dünyaya, insana ve kâinata bambaşka bir nazarla bakarlar. Bu nazarda herkes dosttur, düşman bulunmaz; her şey güzeldir, çirkin aranmaz. Yaratanı sevdiği için yaratılan her şeyi sevmek fikri bu nazardan doğmuştur. Sofî, böylelikle kendisi için çok büyük bir tehlike saydığı kendi nefsiyle bile barış antlaşması imza etmiş olur.
Tasavvufta İnsan-ı Kamil olabilmek oldukça zor fakat aynı zamanda da vaz geçilmez bir hedeftir. Sofî “Devriyye” adı verilen bir sistemle “Seyr-i Nüzul” ve “Seyr-i Uruc” arasında bir yolculuğa çıkmış kabul eder kendisini. Seyr-i Nüzul’da hayvandan bile aşağı mertebedeki insan Seyr-i Uruc’da meleklerin de üstünde bir mertebeye yükselir. Bu mertebede Allah’ın varlığında yok olmak yani “Fenafillah” vardır.
“Seyr-i Uruc’a insanın şeriat, tarikat, ma’rifet ve hakikat basamaklarını çıkarak ulaşması gerekmektedir. Bu basamakların aşılabilmesi ise bir yol gösterici, bir mürşid’in yardımıyla olur. Mürşidin yol gösterdiği kişiye de tasavvufta mürid denir. Fenafillah mertebesine ulaşmak için müridin benliğini yok ederek ilahi aşkla ruhunu yüceltmesi gerekmektedir.” Tasavvuf düşüncesi her haliyle aciz bir varlık olarak da görülebilecek insanın benliğini yok ederek muhteşem bir varlığa dönüşebilmesi serüvenini gözler önüne serer. Tasavvufta Hakk’a âşık olan kişi tırtılken kelebeğe dönüşen, yerde sürünürken uçmak mertebesine yükselen bir ipek böceğine benzetilir. Ondaki bu olağan dışı gibi görülen değişimin yegâne sebebi içindeki Allah aşkıdır. Âşığın karlı dağları aşmasını, Yâr’e ulaşmasını temin edense daima temizleyip cilaladığı gönlüdür. Elbette ki bu gönül ilhamını Hz. Peygamber’den almaktadır.
Tasavvufta kâinatın temelinde öncelikle Nur-ı Muhammedî vardır. Daha sonra ise Anasır-ı Erba’a yani ateş, hava, su ve toprak bulunmaktadır. Ateş, hava, su ve toprak yaratılmış her türlü eşyanın yapı taşlarını oluşturmaktadır. Onlardan da sırasıyla maden, bitki, hayvan ve insan var edilmiştir. Tasavvuf felsefesinde madde âleminin temelini oluşturmakla birlikte nefsin dört mertebesini de sembolize ederler. Nefs-i emmare ateşe, nefs-i levvame havaya, nefs-i mülhime suya, nefs-i mutmainne toprağa benzetilir. Bu unsurlardan toprak, İslâm tasavvufunda türlü şekillerde ele alınmıştır.
Tasavvuf, toprak kavramına İslâmiyet çerçevesinde öncelikle insan neslinin ve cümle canlıların topraktan yaratılması manasında bakar. “Andolsun Biz insanı (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.” ayet-i kerimesinden kaynağını alan bu görüş toprağın mukaddes bir varlık olduğunu kabul ve iddia eder. Müslümanların su bulamadıklarında toprakla teyemmüm etmeleri de toprağın bu temiz ve mukaddes yaratılışından tezahür eder.
Tasavvuf felsefesinde toprak Allah’ın sonsuz kudretiyle yoğrulmuş mükemmel bir şekilde işlenmiş ve bundan beden teşekkül edebilmiştir. İlahî nurun tecellisiyle can bulmuş olan ve eşref-i mahluk özelliği gösteren insan canıyla ve teniyle başlı başına âlemlere denk bir mahluktur. Şeyh Galib’in “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen” beytinde tekrar ettiği de bu zihniyettir.
Tasavvufa göre Dost’un evi olarak görülen kalp bir yönüyle fanidir başka bir yönüyle de bekaya taliptir. Kalbin fani yanı topraktan vücut bulmasıyla alakalıdır. Bekaya talip yanı ise Allah aşkı dışındaki her şeyi terk ederek olgunlaşmasıyla alakalıdır. Toprak tasavvufta cismani varlığın yapı taşı aynı zamanda da can’dan ayrıldıktan sonraki mekânıdır. Ceset ruhun kendisini terk etmesiyle birlikte toprağa rücû eder. Maddî yanımızın toprakla yoğrulup yine toprakta parçalanacağı, manevî yanımızın ise bir gün bedenden sıyrılacağı hakikati bizlerin Allah’ı zikretmemiz yönündeki zorunluluğumuzu bildirir. Zikir Allah’ı sadece dilde anmakla değil kalpte anmakla olmaktadır. “Zikr-i hakiki, her an Hakk’ı düşünmek ve düşündürmektir. Yalnız dilde kalan evrad, kalbe intikal etmedikçe zikir sayılmaz”
Tasavvuf felsefesinde “bekabillah” adı verilen bir makam vardır ki “mahv” yoluyla ulaşılır. Bu makam doğrudan doğruya toprağı hatırlatır. Zira toprak, her türlü varlık üzerinde dolaştığı halde zerre kadar bir şikâyette bulunmaz, tevazu sahibidir. Mürid her haliyle toprak gibi mütevazı olmalıdır ki mahviyet gibi zor bir işi başarsın. Kibir sahibi olmak tasavvufta kınanan bir özelliktir. Toprak gibi alçakgönüllü olmak ise tavsiye edilir. “Yeryüzünde kibirli yürüme” emr-i ilahisi her mü’min ve her sofî için rehber niteliğinde bir emirdir. Yine “Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yerde çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah, kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez” hakikatine vakıf olan, Allah’ın rızasından başka muradı olmayan bir tasavvuf ehli elbette ki toprak gibi mütevazı olacaktır. Ki bu şekilde Allah’ın sevgisine mazhar olsun.
“Sofî toprak gibidir, her fena şey ona atılabilir; fakat ondan sadece güzel şeyler çıkar. O yeryüzü gibidir, üzerinde iyi de kötü de yaşar” diyen Cüneydi Bağdadi sofîyi tevazu konusunda toprağa benzetmekle kalmamış; hoşgörüde, cömertlikte ve tahammülde de toprak gibi oluşunu hatırlatmıştır. Gerçekten de sofînin gönlünde kine, aşağılamaya ve cimriliğe yer yoktur. Tasavvufla hemhal olmamış birisi iyiliğe iyilikle, kötülüğe de kötülükle cevap verirken sofî, iyiliğe de kötülüğe de iyilikle cevap verir. Bu özellik onun en belirleyici özelliklerinden birisidir. Çuldan hırka giymesi, ya da başına dervişlik tacı takması değildir. Yunus Emre’nin de belirttiği tam olarak budur: “Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil, gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil”
Tasavvuf anlayışına göre insan âlemin küçük bir modelidir. Onun maddî varlığının esasını toprak, manevî varlığının esasını ise ruh oluşturur. Bu anlamda toprak, İslâm tasavvufunda alçakgönüllü olmanın ve bereketin sembolü olarak ele alınır. Rabb’in bizzat kendisi tarafından bildirilen “Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi oradan çıkaracağız” şeklindeki uyarısı insanın kalbiyle ve kafasıyla sürekli faniliğini hatırlaması gerektiğini vurgular. Sofîler için bu uyarı elbette ki dünyadan hicreti gerektirir.
Sofîler toprak gibi mahfiyet sahibidir, dağ gibi dik başlı ve kibirli değildir. Kendisine reva görülen eziyete sabır ve tahammül eder. Sonuçta da yine toprak gibi her türlü feyzin, bereketin ve güzelliğin kaynağı olur. Bu bahiste İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
”Bu dünya ahiretin tarlasıdır. Burada tohum ekmeyip, yaratılışta bulunan, toprak gibi yetiştirici kuvvetini işletmeyenlere, bundan faydalanmayanlara ve amel, ibadet tohumlarını elden kaçıranlara yazıklar olsun!”
Sofî hemen sinirlenmez, özellikle kendi şahsına karşı yapılan bir hakarete, eleştiriye veya kötülüğe karşı sert bir tepkide bulunmaz. Tahammül sınırları oldukça geniştir. Sofî dövene elsiz, sövene dilsiz kalır bu haliyle “Acaba gönlü yok mu ki kırılsın?” dedirtir bizlere. Maksadı şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak ve içindeki benlik hissini yok etmektir. Çünkü o, bilir ki Yâr-i Mutlak’a kavuşmanın yegâne yolu ölmeden ölebilmek, kendi varlığını sınırsız bir aşkla sevdiği varlıkta yok edebilmektir. Sofî açmada irade sahibi değildir, fakat solmada irade sahibidir; doğmada irade sahibi değildir fakat ölmede irade sahibidir bu manada. Bunun için de yapması gereken içindeki hırs, öfke, kibir gibi özellikleri silmektir.
“Sofi, tahammülde toprak gibi olmalıdır. Basılacak, çiğnenecek, ezilecek, kirletilecek; o yine yeşillik verecek, çiçek açacak, kendisine yapılan fenalıklardan şikayet etmeyecek; yani kötülüğe kötülükle karşılık vermeyecektir” Bizlere oldukça zor gelen bu mahviyet gönlünü derviş eyleyen biri için hiç de zor değildir. Maddi ölçülerle pek de kârlı zannetmediğimiz garipler asıl kâr edenlerdir. Dünyanın en zengini onlardır. Çünkü bizler fani olanla oyalanırken onlar baki olanı bulmuşlardır. Bizler kovan kavgası yaparken onlar “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyebilmek şansına sahip olmuşlardır. Buradaki bal şüphesiz ilahî ve hakikî aşktır.
Yaşayan her insanın bir gün öleceğini, her bedenin bir gün toprağa gireceğini bilmek sofîlerin dünyadan el etek çekmelerine neden olmuştur her zaman. Buna bir örnek vermek gerekirse: “Hangi güzel yüz ki toprak olmadı?/ Hangi tatlı göz ki yere akmadı?” beytini işitmek Davud-ı Tai için bir dönüm noktası niteliğini taşımaktadır Davud-ı Tai, ilim sahibi olmasına rağmen hâlâ dünyaya meyyâl olan kalbini bu beyit sayesinde tamamen Allah aşkına bağlamıştır.
Yunus Emre’nin “Ben toprak oldum yoluna/ Sen aşuru gözetirsin” şeklinde dile getirdiği bir husus daha vardır ki sofînin toprakla arasındaki bir benzerliğini daha gözler önüne serer. Buna göre âşığın sevdiğinin karşısındaki mertebesi ve hali toprakla aynıdır. Toprak nasıl her varlığın üzerinde dolaşmasından incinmezse âşık da sevdiğinin karşısında incinmekten ve dargınlıktan o kadar uzaktır. Onun içindeki tarifi imkânsız aşk duygusu benliğinin yok olmasına neden olmuştur. Sıradan insanlar gurur ve kibir sahibiyken o, sadece sevdiğine duyduğu ilahî aşkı yaşar, alınganlıktan ve küskünlükten uzaklaşır böylelikle.
Yunus Emre’de görülen sevgilinin yolunda toz toprak olmak fikri Mevlana’da da vardır. “Ben yaşadığım müddetçe Kuran-ı Kerim’in bendesiyim ve onun emirlerine uyarım. Ben Muhammed Muhtar sallâllahu aleyhi ve selemin yolunun toprağıyım. Eğer benim sözlerimden bunun dışında bir söz nakleden olursa, hem o sözden, hem de nakledenden eza duyarım” diyen Mevlana tasavvuf ehlinin Kur’an ve sünnet yolundan ayrılmaması gerekliliğini hatırlatmaktadır. Aynı zamanda da içindeki aşktan kaynaklanan bir fedakârlıkla kendi benliğini peygamberinin yolunun toprağı olacak kadar terk edebilme kabiliyetini ispat etmektedir.
İslâm Tasavvufundaki toprak anlayışı konusunu işleyen herkes Türk Edebiyatı’ndaki mutasavvıfların en meşhurlarından birisi olan Erzurum İbrahim Hakkı ve onun en önemli eseri olan Ma’rifetname ile mutlaka meşgul olmalıdır. Zira birçok sofî şair ve mütefekkir gibi o da toprak konusunda bizlerin doğru sonuçlara varmamızda yardımcı olacaktır.
1703 Mayısında Erzurum Hasankale’de dünyaya gelen, 1780 Haziranında Siirt’te vefat eden İbrahim Hakkı yazdığı birçok eserle İslâm tasavvufuna ve Anadolu düşünce hayatına olumlu katkılarda bulunmuştur. “Annesi Hz. Muhammed’in soyundan gelen Dede Mahmud’un kızı Şerife Hanife Hanım, babası ise 1710’da Siirt yakınlarındaki Tillo kasabasında yörenin tanınmış mürşidlerinden Şeyh İsmail Fakirullah’a intisap eden Erzurum’un tanınmış kişilerinden Derviş Osman Efendidir.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı, hem pozitif bilimler hem de batınî ilimler hususunda iyi bir eğitim almıştır. Hayatı boyunca güzel ahlâka, insan gönlüne önem vermiştir. Ondaki tasavvuf görüşü kaynağını çağlar boyunca Horasan erenleri ve Anadolu dervişlerince işlene gelmiş insan gönlünü merkez alan fikrî yapılanmadan; fakat her şeyden önce Kuran-ı Kerim’den ve Hz. Muhammed’in sünnetinden almaktadır.
“Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın görüşleri aslında tipik bir Osmanlı tasavvuf anlayışıdır. Fizik âlemin kavranmasında akıl ve duyu deneyimlerinin önemini kabul ederse de tasavvuf konusunda aşkı, felsefeden üstün tutar. Bu nedenle ilham yoluyla elde edilmiş bilgiyi, kitabî bilgiden üstün görür. İnsan sevgisi Yunus Emre’yi andırır.” Ona göre sofî Allah’ı lâyıkıyla bilmek ve tanımak istiyorsa kendini bilmeli ve tanımalıdır. Nefsiyle mücadeleye girmeyen ve bu mücadeleyi kazanmayan bir kişi Hakk’a giden yolda hüsrana uğrar.
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın başlıca eserleri şunlardır: Divan, Ma’rifetnâme, Tertibü’l ulum, Mecmuatü’l- İrfaniyye, İnsaniye, Mecmuatü’l- Meâni, Meşarükü’l- yuh, Sefinetü’l ruh min vâridatü’l- fütuh, Kenzü’l- fütuh, Definetü’r- ruh, Ruhu’ş-şürûh, Urvet’ül- İslâm, Hey’etü’l- İslâm, Tuhfetü’ül- Kirâm, Nuhbetü’l- Kelâm, Ülfetü’l- Enâm, Lübbü’l- Kütüp.
Adını andığımız eserler arasında en tanınmışı ve önemlisi Ma’rifetnâmedir. Ma’rifetnâme dönemin bilgilerini kapsayan bir ansiklopedi özelliğindedir. Bu eserde dinî ve tasavvufî bilgilerin yanı sıra fen bilimlerini içeren bilgiler de bulunmaktadır. Bu eser dünyaya, insana, kâinata ve Allah’ı bilme çabasına dair birçok bilgiyi içermektedir. Fransızca ve Farsça’ya da çevrilen Ma’rifetnâme bir müslümanın başucu kitabı olma vasfına sahiptir. “Yazar özellikle tabiat bilimlerine yer verdiği bu eserinde, astronomide Kâtip Çelebi’nin Cihannüma’sından yararlandıysa da yerin yuvarlaklığı gibi bilgilerde bazı tutucu ulemadan çekinerek Gazali’nin Osmanlı uleması üzerindeki saygınlığından yararlanmaya çalıştı. Ayrıca Hz. Peygamber’in ‘ Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz’ şeklindeki hadisiyle dinî ilimlerle pozitif bilimlerin aynı olduğuna dikkat çekti.” Kısaca Ma’rifetnâme Müslüman bir âlimin ve mutasavvıf bir şairin gözünden maddî ve manevî âlemin keşfine yönelik kapsamlı bir çalışmadır. Bu eser okuyan herkese dış dünyayı ve kalp ülkesini tanıtma vazifesini üslenmiştir.
Ma’rifetnâme’nin toprak anlayışı birebir İslâm âlimleriyle, Kur’an-ı Kerimle, Hz. Peygâmber’in sünnetiyle ve tasavvuf ehlinin düşünceleriyle benzeşmektedir. Bu yazının önceki bölümlerinde İslâm tasavvuf düşüncesinin, Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamberimizin toprak anlayışlarını ele almanın elbette ki Ma’rifetnâme’deki toprak görüşünün daha iyi kavranmasında olumlu etkileri olacaktır.
Ma’rifetname’de toprak konusu her şeyden önce insanın yaratılış maddesi olması yönüyle ele alınır. “Ey aziz, hikmet ehli demişlerdir ki: Bedenin evveli de ahiri de topraktır.” Erzurumlu İbrahim Hakkı, iman ve irfan sahibi kişilerin kabul ve beyan ettikleri bir hakikati tekrar eder burada. O hakikatte şudur: İnsan nesli evvela topraktan yaratılmıştır, sonra da toprağa dönecektir. Toprağın bir başka özelliğini de unutmaz İbrahim Hakkı. Toprak bedenimizin ilk hali ve son hali olmakla birlikte karnımızı doyurmamıza yarayan besinlerin de kaynağıdır. Buna göre toprak kendi şeklini bırakıp bitki şeklini alır, binlerce nimete dönüşür ve insanların maddî yanlarını doyurmak görevini de üstlenir Yaratıcısının emir ve kumandası altında.
İbrahim Hakkı, âlemin her türlü hareketini, dört unsurun birlik olma nedenini
insan-ı kâmilin var olması gerekliliğine bağlar. Kâinattaki bütün sebepler bu mukaddes amaç uğruna bir araya gelirler. Varlıklarıyla insan-ı kâmilin oluşumuna katkıda bulunurlar. İnsanlar da yaratılışlarının en yüksek mertebesine ulaşmaya çalışarak bu sebepleri boşa çıkarmaz. “Demek ki, feleklerin hareketlerinden ve unsurların birleşiminden canlılar meydana gelir ve bütün kâinattan ve görünenlerden murad, insan-ı kâmilin var olmasıdır. Nitekim bütün insanların ekmeli Hz. Fahr-i Âlem Efendimizdir. Onun için Cenab-ı Hak, Eğer sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım, diye buyurmuştur.”
Hz. Muhammed (s.a.v.)üstün ahlâkıyla, mükemmel yaratılışıyla insanların en kâmilidir. Bu nedenle âlem hem O’na hayrandır, hem de O’na minnettardır. Zira eğer Hz. Peygamber olmasaydı, Cenab-ı Hakk’ın peygamberine duyduğu sevgi olmasaydı hiçbir şey var olmayacaktı. “Ol!” emrinin kaynağı da, yaratılmış eşyanın yegâne var olma nedeni de Hz. Muhammed’in ekmel bir ahlâk üzere oluşudur. Onun karakterinde insana dair olan her güzellik en üst derecesindedir, hiçbir kötülük ise bulunmaz. Öyleyse her anlamda O’na uymak ahde vefanın bir gereğidir.
Ma’rifetname’de belirtildiği üzere toprak; madenlerin, bitkilerin, hayvanların, insanların ve insan kalbinin elbisesidir. İnsan kalbi ise Allah’ı bilme ve sevmenin esası ve yeridir. Allah’ı lâyıkıyla bilen insan, kâmil insandır. Bütün bir âlemin yaratılış gayesi olan kâmil insan, eşref-i mahlûk olmaya lâyıktır. Onun kalbi daima huzur ve muhabbet doludur. Kâmil insanın en değerli süsleri irfanı, hakikate olan bağlılığı, tevekkülü, arifâne sözleri, güzel ahlâkı ve Allah sevgisidir.
Toprak, insanın fâni yanının sembolüdür. İnsan eğer sonsuz bir huzura talipse çürük bedeni terk etmelidir. Bazı insanlar hayvanî yanlarının kalplerine galip gelmelerine müsaade ederler ve bu yüzden de ölümden korkarlar. Çünkü ölüm onlara sadece toprağa karışan bedenin akıbetini hatırlatır. Bu nedenle İbrahim Hakkı gönlüne seslenerek ondan fâni olana kanmamasını, gerçek yurdunu unutmamasını ister. Ruhunu bir bülbüle benzeten şair ten kafesinden, toprakta hâsıl olmuş bedeninden kurtulmasını tavsiye eder. Bu fâni dünyanın güzelliklerine kanan can kuşundan ezelde gördüğü gülşeni hatırlamasını, toz ve dumandan ibaret dünyadan hicret etmesini ister:
“Ey bülbül-i can kalma
Fani olanı alma
Ey bülbül-i elhanı
Kaldın unutup ânı
Ol gülşeni unuttun
Çok toz ve tütün yuttun
Bu ten kafesin kesret
Ol Gülşen-i aşka yet
Terk eyle ten-i hakı
Zevk eyle ol harmanda”
Toprak her dönemde insanlara ölümü hatırlatmıştır. Elbette ki Ma’rifetname’de de toprak ve ölüm yan yanadır. İbrahim Hakkı’ya göre bazı insanlar ölümden korkarlarken âşıklar ölümden korkmazlar. Peki, kimdir ölümden korkanlar ona göre? “Ölümün mahiyetini, ruhun başlangıç ve sonunu bilmeyen, bedenin erimesiyle kendinin (ruhun) yok olacağını zanneden, ölümle dünyayı tamamen unutacağını bilen, ölümden şiddetli bir acı duyacağını kabul eden, ölümden sonra ne olacağını bilmeyen, mal ve evladını çok seven ölümden korkar ve kaçar. Aşağıda belirteceğimiz esasları bilen, yukarıda açıkladığımız halleri zihninden atar ve kendisinde ölüm korkusu kalmaz”
İbrahim Hakkı ölümle ilgili fikirlerini ve ölüm korkusunu yenmenin yollarını şöyle özetler:
1- Ölüm ruhun bedeni kullanmaktan vazgeçmesidir.
2- Başlangıcı Allah’ın aşk denizi olan ruh, ölümden sonra yine eski aşk denizine döner.
3- İnsan ruhu ebedî bir cevherdir. Bedenin ölmesi ve toprak olmasıyla kendisi ölmez.
4- Ruh, ölümden sonra uçup dolaşması daha kolay olduğu için her iki âlemin gizliliklerini daha yakından görür ve öğrenir.
5- Ruh bedenle meşgul oldukça hareketler hâsıl olur. Bu meşguliyet azalırsa uyku, sona ererse ölüm gerçekleşir.
6- İnsan ruhu asıl vatanına ölümle döner, bütün muratlarına ölümle erer.
7- Bu dünya bir ağaçtır, insan ise meyvedir. Eksik ve ham olan meyvenin ağaca tutunması, olgun meyvenin ağaçtan ayrılmak istemesi gibi çiğ insan dünyaya bağlıdır irfan sahibi insan ise ölümün lezzetini tatmak ve bu dünyadan ayrılmak ister.
Erzurumlu İbrahim Hakkı zâhid kişileri över. Ona göre zâhid, kalbinden Allah sevgisinden başka her şeyi silip atan kişidir. Zâhid olabilmenin en önemli yollarından birisi de yemeden ve içmeden kesilmektir. Toprak insanların besin kaynağı olmakla birlikte eğer ondan gelen nimetlerle midelerimizi boşuna doldurursak kâmil insan olma yolunda fazlaca ilerleyemeyiz. Aç kalan insanın nefsi alçalırken merhamet hissi yükselir. Sürekli tok gezen bir kişinin açların halinden anlayamayacağı herkesçe malumdur. Özellikle Allah için aç duranın kalbinde hikmetten de daha kıymetli bir kapı açılır : “Allah insana inayet ve lülfederse ona az yemeyi, az uyumayı ve az konuşmayı ilham eder. Tokluk zihnin işlemesine engel olur. Çok yemek zarar çok uyumak kederdir. Yemesi az olanın elemleri az, sağlığı süreklidir. Açlıkla hastalık birleşemez. Çeşitli yemekleri yiyen, çeşitli hastalıkları çağırandır. Açlık peygamberlerin gıdası, velilerin makamıdır. Açlık zekâları fışkırta bir deniz, hikmetleri çağıran bir bulut, ruhları harekete geçiren bir rüzgâr, bedenin özelliklerini öğreten bir anatomidir.”
İbrahim Hakkı, açlık ve tokluk hissini kıyaslayıp açlık hissini üstün bulur. Çünkü o bilmektedir ki açlık nefse zor gelir oysa ruh için bir gülistan kadar güzeldir. Bu konuda Hz. İsa’nın bir sözünü hatırlatır: “Aç kalınız ki kalbinizle Allah’ı görebilesiniz.” Âlimlerin açlığı derinleşmek, âriflerinki safvet, zâhidlerinki hikmet, âşıklarınki ise Allah’a daha yakın olmaktır. Bu yüzden âşıklar topraktan gelen nimetler için şükretmeyi terk etmeseler de bu nimetlerle nefislerini şımartıp ruhlarını yormamalıdır. “Ehlullah demişlerdir ki: Az yemenin gayesi nefsin hayvanî arzularını zayıflatıp aklın üstünlüğü ile kalbi parlatmak, kötülüklerden temizlemektir. Çünkü açlık kalbin yağını eritir, kanını azaltır. Bütün hayvanî arzulardan temizler ve böylece zikrin nurunu, ilahî iradeyi kabule müsteid (yetkili) kılar. Sonra o aynadan nurlar kalbe aksedince kalp Allah’ın nuruyla parlar ve nefsin karanlığı yok olur.”
İbrahim Hakkı Allah’ın nuruyla aydınlanan bir kalbin ma’rifetullaha yani Allah’ı lâyıkıyla bilme mertebesine ulaşabilme yolunda önemli mesafeler kat edebileceğini belirtir. Ona göre ma’rifetullah kâmil insanın yükselebileceği en yüksek mertebelerden birisidir. Ma’rifetullah eşyanın Hak’tan geldiğini, O’nun emriyle yaşadığını, her şeyin O’nun olduğunu ve sonunda yok olup O’na döneceğini bilmektir. Ma’rifetullah aynı zamanda muhabbetullah demektir. Allah’ı bilen ve seven kişi masivayı unutup tam anlamıyla Allah’a bağlanır. Topraktan gelen yanını şımartmaz, Allah’ın nurundan gelen sönmeyecek bir cevher olan yanını yükseltmeye uğraşır. “ Ma’rifetullah öyle bir cevherdir ki arşın altındaki her şey onun nuruyla aydınlanır. Ma’rifetullahla enaniyet (benlik) davasında bulunmak, kendini herkesten üstün görmek veya nefsin arzularına boyun eğmek manevî yıkılış; marifet denizine dalıp batmak ve hakikât nuruyla yıkanmak ise mutluluğun en yüksek derecesine varmaktır”
Toprağın en önemli özelliklerinden olan bereket velilerde de bulunmaktadır. Allah velilere her iki dünyada bereket ihsan eylemiştir. Onların hem topraktan gelen bedenleri hem de sonsuzluk yolcusu olan ruhları bu yüzden yüksektir. Veliler hem ahireti hem de dünyayı aydınlatan birer kandil gibidir. “ Velilerin dünyadaki kerametleri: Allah’ın velîlere olan senası (övme), tazimi (ululaması), muhabbetidir ve onların işlerini idare etmesidir ve onların rızklarını tekeffül etmesidir ve onlara yardımcı ve yoldaş olmasıdır. Onların halka, halkın onlara hizmet ederken aziz eylemesidir. Dünyada himmetlerini yakınlarından daha üstün kılmasıdır ve onlara her şeyden evvel kalp zenginliğini ihsan eylemesidir ve her halde onlara nefislerinin hoşluk içerisinde olmasını iman ve ihsan eylemesidir Ahirete ait kerametleri ise onlara ölüm ve sekeratını kolay eylemesidir. Onlara taç ve hilat giymeyi nasip etmesidir. Onları fitne ve korkudan uzak bulundurmasıdır. Onlar için kitabın kâfi olması ve hesabın görülmemesi, mizanın yapılmamasıdır. Günahkârlara şefaat etmelerine izin vermesidir ve Sırat köprüsünü süratle geçmeleridir ve onlara Kevser havuzundan su içirilmesi, ebedî mülk verilmesi, onları sıdk evine yerleştirmesi, cemalini şeksiz, şüphesiz göstermesidir.”
Ma’rifetnamede bildirildiğine göre insan tıpkı diğer varlıklar gibi görünen yanından ibaret değildir. İnsan zahirî ve batınî olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Zahirî yanı bedeni, batınî yanı ise gönlüdür. Her nesne gibi insan da iç içe geçmiş bir yapıya sahiptir. Mücerret bir yapıya sahip olan gönül sırlı bir âlemdir ki Allah’ın emir ve yasaklarına uymak, ibadet etmek, Allah’ı bilmeye ve sevmeye yönelmekle yükümlüdür. Aslı toprak olan beden ise gönül için geçici bir yuvadan ibarettir ve toprakta çürümeye mahkûmdur. Ayrıca beden dört unsurun mükemmel bir birleşmesinden oluşur. “ Bir nesnenin batını onun hakikati ve maddesidir. Mesela serir (taht) bir nesnedir ki onun içi tahta parçalarıdır. Tahta parçalarının iç de ağaçtır. Ağacın içi de dört unsurdur. Bunun gibi insan da Allah’ın sırlarının yüklü olduğu gönül ve hayvanî bir nesne olan bedenden mürekkeptir”
“Aşk ile hoş olmuşuz
Fakr-u fena bulmuşuz
Gerçi hakiriz çu hak(toprak)
Dilde Çu meh(ay) tâ benâk(parlak)
Çevremize ne felek
Kim Şeh-i mülk-ü melek
Aşk gedası(dilenci) olan
Lâ cerem olmuş cihan
Hakkı Cu divanedir
Aşk ile meyhanedir”
Ma’rifetname’den alınan bu mısralarda şair, insanın topraktan yaratıldığını, bu yönüyle hâkir bir yanının daima olduğunu belirtiyor. Gerçekten de insan topraktan gelen bu yanıyla daima bir ihtiyaç ve fakirlik içindedir. Bir gün doyan beden ertesi gün aç kaldığında oldukça zayıf ve güçsüz düşer. İnsan nesli dünyada dolandığı müddetçe bu zayıf ve hakir yanını doyurmak zorundadır. Buna rağmen insanı içinde bulunduğu fakirlikten, acziyetten ve hakirlikten kurtaran bir şey varsa gönlü mesken tutan, oradan da insanın bütün varlığını aydınlatan aşktır. Bu nedenle Erzurumlu İbrahim Hakkı aşkı övmeyi ve onu her türlü insanî özellikten üstün tutmayı tercih eder. Ona göre her iki cihanda insanı değerli kılan bir nesne varsa o da aşktır. Elbette ki dünyadaki gelip geçici olan şeylere değil, ezelî ve ebedî olan Allah’a duyulan aşktır. Bu yönüyle İbrahim Hakkı diğer bütün mutasavvıf şairlerle bir ortaklık daha te’min etmiş olur.
“Aşk korkağı cesur, anlayışsızı anlayışlı, cimriyi cömert, kibirliyi alçakgönüllü, çirkini güzel yapar. Aşk, sevenler meclisine devam edenlerle dost yapar. Sahibine kuvvet ve kudret verir. Aşk öyle bir sultandır ki halk ona boyun eğer, akıllar ona itaat eder, kalpler ona bağlanır, duyu organları onunla saflaşır, tertemiz olur, ruh onunla sevinir. Aşk insanları ıslah eder, kusurlarını düzeltir. Aşk iradenin isteklerine sevgiliye olan sevginin üstün gelişidir. Aşk sonsuz bir sevgi olduğundan seçkin velîlerin sıfatıdır. Muhabbet çalışmakla elde edilir, aşk ise Allah vergisidir. İlahî aşk insan aklından şerefli ve üstündür. Temiz aşk, Allah’ın bir vasfıdır. Sadık aşk ayıplardan ve kederlerden arınmıştır. O temiz aşkı bulanın beşer vasıfları yok olur”
Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya göre aşkın önemli bir vasfı da âşığın her türlü benlik hislerini yok etmesi, onu kibirden uzaklaştırmasıdır. O da tıpkı diğer mutasavvıf şairler gibi âşığın aşk sayesinde olgunlaştığını tıpkı toprak gibi mütevazı olduğunu düşünür. Aşka düşen kişi sevdiği varlığa o kadar hayrandır ve bağlıdır ki kendisini unutur, toz topraktan ibaret bir varlık olduğunu kabul eder. Gönlün en kuytu yerinde yerleşen aşk gönlü virane eder, âşığı divane eder, aklı ve nefsi ise tamamen mahveder.
“Can-ı dilde, hâne kıldın akıbet
Gönlümü virane kıldın akıbet
Sen beni divane kıldın akıbet
Aşk-ı bipervâyâ mahrem eyledin
Akıldan bigane kıldın akıbet
Dane-i naçiz idim ben zir-i hâk
Dane-i yüz dane kıldın akıbet”
Erzurumlu İbrahim Hakkı, dört unsur ve toprak kavramlarına ilmî bakış açısıyla bakmaktadır. Ona göre dünya ateş, hava, su ve toprak unsurlarının bütününü ihtiva etmektedir. O en üste ateş, onun altına hava, onun altına su ve en alt katmana da toprak unsurunu yerleştirir. Dört unsurun şekilden şekle girdiğini; bu dönüşümden madenlerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıldığını belirtir. “Yedi feleğin, dört ana unsurun( ateş, hava, su, toprak) ve üç birleşik cismin (maden, bitki ve hayvan) özetlerinin sonucu insan bedenidir. Belli ki her iki cihanın var oluşlarının gayesi hazreti insandır. Bu felekler, unsurlar ve üç birleşik cisim hep onun kabuğu, içi ve kabıdır ve o (insan) hepsinin beyni dimağı ve dudağı(sözcüsü)dır. İnsan bütün varlıkların en üstünüdür, azizdir, eşreftir, muhteremdir. Çünkü o, bütün varlıkların en güzeli ve en bilicisidir.” İşte bu cümlelerde İbrahim Hakkı insanın bütün kâinatın merkezinde oluşu, yaratılmış cümle eşyanın insanın varlığı için yaratıldığı, insan neslinin her yönüyle yaratılmış her şeyden üstün ve şerefli olduğu hakikatini dile getirir. Öyleyse insan bu mükemmel yaratılışına ve müthiş cevherine uygun yaşamalı, omuzlarına yüklenen ağır fakat kıymetli yükün hakkını vermelidir. Zira bütün kâinat onunla düşünmekte, onunla hissetmekte, onun vasıtasıyla konuşmakta ve onun kâmil ruhunda zikir ve ibadet etmektedir.
Ma’rifetnamenin üçüncü cildinin son sözleri insanın kâinattaki konumunu ve vazifesini son derece başarılı bir şekilde dile getirmektedir: “ Cenab-ı Hakk’ın kudret ve azametini düşünmeye vesile olan bu sonsuz kâinatın hallerini ve içinde bulunan bu belirttiğimiz âlemleri biraz olsun bildirmekle yetindik ve sonsuz gizli gerçeklikleri ve Allah’ın en güzel sanat eserlerini bu cisimler âleminin ilminde, ilahî hikmetin sonsuz denizinde bundan fazla uğraşmamayı uygun bularak kâinatın aynası olan bu bilgiye burada son verdik. Çünkü insan kabuğu ve içi bulunan felekler ve unsurlar âleminden sonra kendisine bağlı ve ona hizmet eden maden, bitki ve hayvandan geçilip cihanın gözbebeği madalyasız sultanı olan insanın beden ve canının anatomi ve fizyolojisini açıklamaya başlayacağız. Sonra âlemi yaradanı unutup yarattığı âlemin halleriyle uğraşmak, padişahın huzurunda bulunan bir kimsenin sultandan yüz çevirip sarayın yapı ve süslerini seyretmeye dalması hâline benzer. Şu beyit bu gerçeği açıklar:
“Hanenin lazım olan sahibidir, bilmeyen hanesinin talibidir
Ta ki bu cihanın heyetine olmalı hayran, Eflak-ı dil ü cana gel et âlemi seyran ”
Eşref-i mahlûk olan biz insan nesli var oluşumuzun hakkını ancak Allah’ı hakkıyla bilmek ve Allah’ı lâyıkıyla sevmekle verebiliriz. Âlemi seyretmenin, ona hayran kalmanın, bu muhteşem yapının özelliklerine hayret etmenin bütün gayesi onun Yaratıcısının mükemmelliğini tanımak ve kabul etmektir. Ma’rifetullaha ve muhabbetullaha ulaşabilmek için, insan-ı kâmil olabilmek için meşakkatlerle dolu bir yola çıkmamız; bu yola çıkmadan önce de içimizdeki “ene” yi yenmemiz ya da en azından ehlileştirmemiz gerekir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.