- 3308 Okunma
- 7 Yorum
- 1 Beğeni
RENKLERİN DANSI
Renkler; insanoğlu için yakın geçmişe kadar genel olarak görsel sanatlar merkezli bir ilgi çemberinin içerisinde yer almaktaydı. Ancak sürekli gelişme gösteren medeniyetimizin çok farklı sektörleri renklerin gerçek sihrini çabuk öğrendiler ve gün geçtikçe daha fazla kullanılır bir düzeye yükselttiler. İnsani boyutta genelde ticari bir amaç içerisinde olan bu yönelim doğanın, dolayısıyla yaşamın en önemli öğelerinden biridir.
Aslında bu gün bizim algıladığımız renkler, dünyamızın gerçek renkleri değildir. Bizler başta ozon tabakası ve atmosferin diğer katmanlarından süzülerek ve indirgenerek gelen ışınların yansımasıyla oluşan görüntüleri renk olarak algılamaktayız. Bir anlamda güneşle aramızda doğal olarak yer alan isli bir camın altında yaşamaktayız. Ozon olmasaydı, renkler çok farklı olacaktı ama dünyada hiçbir canlı bu farklı gerçeğe asla tanık olamayacaktı. Bir diğer gerçekte renk görme açısından insan gözü ile bir böceğin, bir ahtopodun gözü farklıdır. Bu farklılığı renk görünümünü destekleyen hücrelerin sayısı, çeşitliliği ve rengi algılayan bölgenin merkezi sistemde temsil oranı oluşturmaktadır.
Bir gülün güzelliği, kırmızılığında gizlidir. Bir güzelin çekiciliği, renklerle yaptığı gizli ittifak ve dansla daha üst bir boyut kazanır. Comparsita eşliğindeki kadının dudakları arasındaki kırmızı gülün sergilediği etki, uyumlu ayakların görselliğinden pekte geri değildir. Masmavi deniz, bembeyaz köpüklü sular, yeşilin her tonuyla benzenmiş ilkbahar bahçeleri, yarin bembeyaz elleri, pembe yanakları yaşamımızın en sevimli öğeleridir. Peki yaşamı bir renkli kalem gibi boyayıp anlamlandıranlara ne demeli ?
Yaşam olağanüstü çeşitlilikteki renkleri ve özel olarak türler, özgün renklerini yıllardan beridir çok amaçlı olarak başarıyla kullanmaktadırlar. Örneğin binlerce zebra içerisinde minik yavru zebra, annesini renkli desenlerden oluşan canlı barkod sistemini kullanarak kolayca tanıyabilmektedir. İnsanoğlunun 2000’li yıllara girerken geliştirdiği barkod sistemini, canlılar alemi çok uzun yıllardır uzmanlaşarak kullanabilmektedirler. Hatta o kadar uzmanlaşılmıştır ki tanıma bir renk, bir desen, bir kokuya veya bir sese kadar indirgenebilmiştir. Bir kanid 40 km ötesinden üreme mesajı veren eşini algılayabilmektedir. Küçücük bir böcek her nerede olursa olsun kendine özgü beslenebildiği çiçeği kolayca renklerinden bulabilir ve dolayısıyla tozlaşma yaptırabilir. Dikkat ediniz çiçeklerde bulanan böcekler farklıdır. Örneğin zambakta bulunan böcek, gülde bulanan böcekten farklıdır. Çünkü beslenme ile ilgili olarak çiçeğin rengi ve kokusuyla sunduğu barkod okunarak doğru seçim yapılmıştır. Canlılar aleminde renklerin seçiciliğine yönelik sayısız örnek vardır. Bunlardan birkaçını yazalım. Kuşlar ailesinde, civcivlerinin yavruağzı rengindeki minik gagalarını açması ebeveynlerin besleme dürtüsünü kamçılamaktadır. Bir yılan renkleriyle daha güçlü bir konuma ulaşmaktadır. Bir leopar renkleriyle daha başarılı bir avcıdır. Bir ahtopod ya da bir peygamber devesi renkleriyle kolayca kamufle olabilmenin avantajını fazlasıyla kullanabilmektedir.
Bitkilerde renk daha önemli bir işleve sahiptir. Bitkilerde yeşil rengi oluşturan klorofil dışında, kırmızı rengi veren likopin, sarı rengi veren ksantofil ve turuncu rengi veren karoten denilen plastidler bulunmaktadır. Bu plastidler güneş ışınlarının, yaşam enerjisine dönüşümünün ilk basamağını oluşturmaktadırlar. Sadece enerji döngüsünde değil, günümüz bitkiler dünyasının baskın kısmını oluşturan çiçekli bitkiler, avantajlı konumlarını en çok böceklere ve dolayısıyla renklerine borçludurlar. Çünkü çiçekli bitkiler tozlaşmalarına yardımcı olacak böceğin kendi çiçeklerine konmasını, taç yapraklarının baştan çıkarıcı rengi ve kokusu ile sağlamaktadır. Hatta dikkat ediniz taç yapraklardaki renklenme ve damarlanma tıpkı hava alanlarında uçağın inmesine yardımcı olan kılavuz çizgiler gibidirler. Şüphesiz ki yaşadığımız döneme adını veren ve günümüz dünya canlılarının en büyük kısmını oluşturan böceklerde bu büyük baskınlıklarını rengarenk çiçekli bitkilere borçludurlar. Nisan, mayıs aylarında kırlara çıkan bir insanı en çok şaşırtan çiçeklerin rengarenk dansları olmaktadır. Bir şaşırtıcı tespit ise de, bitkilerin bu renk değişimini renk molekülüne küçük bir ekleme ile kolayca başarabilmesidir. Oryantal edebiyatın en önemli motiflerinden bülbülü güle tutsaklığının nedeni, onun kırmızılığında gizlidir. Bu kırmızılık, temelinde yeşil renge küçük bir eklenmeyle oluşmaktadır. Buradan dünyanın bir zamanlar tamamen yemyeşil renkle örtülü olduğunu varsaymak, bu örtünün de bu günkü renk cümbüşünün ana temeli olduğunu varsaymak hiçte yanlış değildir.
Geçenlerde “Sarışın Olmak” konusunda ilginç bir yazı okumuştum, genel olarak ta sarışın olmanın aslında zekice, ancak gizli bir planın kamuflaj ambalajı olduğu fikrini savunuyordu. Bu fikir bilimsel anlamda genelde doğrudur, çünkü insanlarda ve hayvanlarda rengi oluşturan materyaller ve yapıların merkezi sinir sitemi ile hiçbir bağlantısı yoktur. Bu canlılarda renk meydana getiren yapılar fiziksel ve kimyasal yapısına göre iki grupta incelenmektedir. Bunlardan ilki dünyamızın en göz alıcı ve çekici renklerini oluşturan yapısal renklerdir. Bu renklerin oluşumunda, gerçekte renk veren herhangi bir madde yoktur. Epidermıs üzerindeki çıkıntıların özel dizilimi, kitin maddesinin epidermis içeri¬sinde ışığı kıracak şekilde dağılışı, yağ taneleriyle, ya da hücreler arasında su ve diğer maddelerin belirli şekilde sıralanmasıyla güneşten gelen ışınlar çeşitli şekillerde kırılarak yansıtılır. Dolayısıyla doğanın en canlı renkleri ortaya çıkar. Bir çok rengarenk böcekte, örneğin kelebeklerdeki renkler bu şekilde oluşmaktadır. İkinci renk kaynağı ise Endojen Pigmentlerdir. Bunlar canlı sitoplazmasında, metabolizma ya da metabo¬lizma artıklarıyla meydana getirilir. Bu gurubun en önemlisi hemoglobinin yıkılmasıyla ortaya çıkan artık maddelerden meydana gelir. Yani canlının kendi hücreleri içinde oluşur ve renkleri, sarıdan esmer pas rengine kadar gider. Bu kaynak nedeni ile vurulma ile deri altına toplanan kanın mavi¬den yeşile, daha sonra da sarıya dönüşmesi, hemoglobinin safra boyası denen bilirubine dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Yine demir içermeyen otojen pigmentler, vücuttaki yağların değişimiyle oluşmuş kromolipitler ve insanın ten renginin ağırlıklı bileşeni melaninler diğer önemli renk kaynaklarıdır. Melaninler proteinlerin yıkım artıkları olup, özel enzimlerle oksitlenerek pig¬mentlere dönüştürülür. Bu enzimler kalıt¬sal şifreyle denetlendiğinden, insanda rengin oluşumu da kalıtsaldır. Bu yapı ile ilgili geni mutasyona uğrayan bazı bireylerde gerekli enzimler oluşmadığından, renk meydana gelmez ve canlı renksiz kalır. Bunlara "Albinismus (= Akşınlık)"; bireye de "Albino (= Akşın)" denilmektedir. Pigmentler insanın epitel hücrelerinde, gözün damar tabakasında bulunur; bireylerin ırkına ve kişinin varyasyonuna göre siyahtan (zenci) sarıya (çinli) kadar değişebilir. Vücuttaki ben oluşumu da bir melanin yoğunlaşmasıdır. Melanin pig¬menti çeşitli ışınların, özellikle morötesi ışınların emiliminde önemli rol oynar. Bu da vücutta bir provitamin olarak bulunan ergosterinin D vitaminine dönüşmesini sağlar. Bunlara ek olarak Ommokrom, Pteridin, Ksantopteridin ve eksojen pigmenlerde renk oluşumunda etken maddelerdir.
Görüldüğü gibi sarışın ya da esmer olmanın zeka ili doğrudan bir ilgisi gözükmüyor. Ama bu renkleri doğru kullanmanın zekayı geliştirebileceği bir tahminden öte doğru bir varsayımdır.
Yaşamınızın renkleri asla solmasın, yaşamınızdan renkler asla eksilmesin. Hep mutluluk ve sevgi renkleriyle yaşayın.
YORUMLAR
Evet , gercekten de yazilarinizi okuyunca bir cok konuda oldukca bilgi sahibi oluyorum ve okurken de buyuk bir keyif aliyorum , iyiki varsiniz ve iyiki yaziyorsunuz da bizleride bu renklerden mahrum etmiyorsunuz , yaziniza takilip kalinca saatin kac oldugunu bile unutmusum , saglicakla kalin .....