DÜŞÜNCELER
Yürüyordu… Beynini kemiren şeytani düşüncelerle birlikte yürüyordu. İstese de istemese de yürüyordu. Yapmak zorunda olduğunu düşünüyordu çünkü ona öyle nakledilmişti. Yürüyordu… Kafasını şapkasının içine saklamış, elinde tuttuğu esrarengiz aleti cebine, öteki elini de diğer cebine sokmuştu. Yürüyordu… Hava hiç bu kadar karanlık olmamıştı sanki. Siyah bulutlar birleşiyor, haşin bir gürültüyle gök gürüldüyor ama bir tane bile yağmur damlası düşmüyordu yere. Sanki düşemiyordu; bulutların üstündeki güç yağmur damlası kadar saf ve temiz bir suyun; pislik kaynayan yeryüzüne ulaşmasını istemiyordu. Dünya bu ufacık iyiliği bile hak etmiyordu artık. Delikanlı yürümeye devam ediyordu. Giydiği yamalı pantolon ve üzerindeki her yanı pisliklerle dolu kapşönlüsü onu daha da sefil gösteriyordu. Yürüyordu ama gitmekle gitmemek, yapmakla yapmamak arasında gidip gelen düşünceler yürüyüşünü biraz zorlaştırıyordu. Hafif titreyen bacaklar adımlarını kimi zaman birbirine sokuyor, kimi zaman kendi kendine çelme takacak hale getiriyordu. Ama her şeye rağmen ilerlemeye devam ediyordu. Kaşları çatık, gözleri yaşlarla dolu, hem korkutucu hem de korkar bakışlarla şapkasının altından etrafı dikizliyordu; insanlar var mı diye… Ama çevrede kimse yoktu; köprü altından geçen siyah arabalar hariç… Yaşama dair hiçbir iz yoktu. Ama o sanki izleniyormuş gibi hissediyordu. Yürüdükçe yakınlaştığı kocaman yaşlı meşe ağacı onu acınası gözlerle izliyordu ve her beş metrede bir gördüğü neredeyse yanmak üzere olan sokak lambalarından bazıları kızgın, bazıları üzgün, bazıları meşeyle aynı fikirde, bazıları ise; ‘Geri dön!’ diyen bakışlarla onu izliyordu. Korktu genç çocuk. Artık etrafı süzmekten bile korkmaya başladı. İçinde öfke, kin, nefret, özlem, intikam, sefillik ve biraz da olsa mutluluk içeren karma karışık duygular; siyah saçlarından gelen soğuk terin, beyaz teninden sinsi bir yılan gibi kıvrılarak boynuna ulaşmasını sağlıyordu. Yürüyordu… Artık daha hızlı yürüyordu. Daha hızlı, daha da hızlı… Yürümüyordu artık koşuyordu. Ellerini ceplerinden çıkardı ve sol elinde tuttuğu keskin ve parlak bıçağı ona bakmaya devam eden meşeye doğru fırlattı. Kafasındaki şapkayı çıkardı. O da ne? Yağmur mu yağıyordu? Evet. Adeta bardaktan boşalıyordu damlalar… Koşuyordu. Ama nereye koştuğunu bilmiyordu. Yürürken varacağı bir nokta vardı ama o yürürkendi. Şimdi sadece koşuyor, artık bağırarak ağlıyor, sokak lambaları yavaş yavaş aydınlanıyor, meşe ağacı üzgün bir tebessüm ediyor, yağmur daha hızlı yağıyor ve arabalar daha hızlı geçiyordu. Sanırım artık nereye koştuğunu kestirir gibiydi ama durmuyordu. Durmak istemiyordu, tam aksine daha da hızlanıyordu. Huzura kavuşacağını seziyordu. Sanki birazdan yaratıcının kollarına bırakacaktı kendisini. Koşuyordu. Hayır, hayır artık koşmuyordu… Artık uçuyordu. Ne rahatlık o öyle; ağlamayı da kesti; gülüyordu, şimdi de gülümsüyordu. Yağmur damlaları yüzüne yüzüne çarptıkça ferahlıyordu. Kollarını açmış, gülümsüyor, mutluluk duyuyor, huzura doğru uçtuğunu sanıyordu. Ama ne yazık ki uçurumun sonlarına yaklaşıyordu; bunun farkında bile değildi. Metreler büyük bir hızla azalıyor, genç adamı bağrına basmak için sabırsızlanan sert kayalıklar; ona karşılama merasimi hazırlıyordu. Ve yakışıklı genç sona yaklaşıyordu ama yine de mutluydu. Beynini ele geçirmiş olan lanet düşüncelerden kurtulmanın sevinci yüzüne yansımıştı. Ve… 20 metre, 10 metre, 5, 3, 2,1… Güm!!! Artık ne düşünebiliyor, ne yürüyebiliyor ne de koşabiliyordu… Artık insanlar tarafından bulunmayı bekleyen, parçalanmış ve kanlar içinde yatan bir ölüden başka bir şey değildi…
Gizem..*