- 550 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ruh Hekimi Fehmi
Beyoğlu’nda Bahar sokağındaki üç, en fazla dört katlı evlerin bir kısmı ahşap, bir kısmı da betonarme olarak inşa edilmiş. Bir kaç da bakkal dükkanı göze çarpıyor. Ayrıca bazı firmalar adlarını gösteren kocaman levhalar da asmışlar, herhalde oralar da onların işyerleri. Sokak oldukça dar olmasına karşılık sağlı sollu park etmiş arabalar, yayalara geçecek yer bırakmamışlar. Sokağın tam başında üç katlı ahşap bir binanın en üst katındaki pencereden çıkartılmış bir demire tutturulmuş tabelanın kancalarından biri düştüğü için “gıcırt, gıcırrrt” sesleri duyuluyordu. Tabelada şunlar yazıyordu: ASABİYE MÜTEHASSISI FEHMİ AKILSATAR.
**
Ruh hekimi Fehmi, uyku mahmurluğunu henüz üzerinden atamadığı için bir yandan esnemekte, diğer yandan elleriyle gözlerini ovuşturmaktadır. Bu arada gözlerinden gömleğinin üst kısmına düşen bir iki çapağı üfleyerek def etti. Önüne dumanları çıkan çayı koyan hastabakıcısını bile fark etmemişti.
Fehmi beyin odasında eski ama gösterişli bir ceviz masa, masanın arkasında bir döner koltuk -ki kahramanımızın zamanın çoğu bunun üzerinde geçmekte- koltuğun arkasında çeşitli kağıtlar iliştirilmiş, yeşil çuha kaplı bir pano vardı. Masanın sağında ve solunda büyük ve hantal -öyle ki bunları iki kişi bile zor taşır- iki koltuk göze çarpıyordu. Köşede bir iskemle, onun yanında bir paravan, bu paravanın arkasında da hastaları muayene ederken oturttuğu, bazen de yatırttığı yerden biraz yüksekçe hatta iki tane de basamağı bulunan bir karyolamsı ranza…
Tavandan aşağıya doğru sarkan uzunca bir kablonun ucunda 200 mumluk bir ampül yer almakta, boyaları döküldüğü için alttan tahtaları sırıtan kapının hemen yanında ise ufacık bir kütüphane bulunmakta ve cilt cilt tozlu tıp kitapları bu kütüphanenin raflarını süslemekte….
Fehmi beyin masasının üzerinde neler yok ki! Kül tablaları üç tane -ve hepsi dolu-, kitaplar , dergiler üst üste yığılmışlar. Lastik bir çekiç, kola sarılan kısmı yıpranmış bir tansiyon ölçme aleti, bir iğne kaynatma kabı ve ondan ayrı duran şırıngası.; bir cetvel, bir masa takvimi, bir not defteri, bardak içine konmuş kurşun, tükenmez ve dolmakalemler… Biri renkli, diğeri beyaz camlı iki tane gözlüğü de bunlara ekleyelim. Eşyalar birbirine karışmışlar, ama pek de rahatsız edici bir görüntüleri yok masada, sanki oranın doğal aksesuarları gibiler!
Girişte yani ufacık kütüphanenin yaslandığı duvarın üst tarafında asılı iki çerçeveden birinde: ”VİZİTE: 100 LİRA”, diğerinde ise “Fehmi Ulu Bir Veli, Akıllanır 100 lirayı Veren Deli” yazmaktadır. İkinci çerçevenin toz kaplı üzerine birisi parmakla “Beni sil!” yazmış.
Fehmi beyin portresine gelince: En azından 1,85 boy, en fazlasından 55 kilo. Tabii ki bu şartlarda bacaklar ve kollar ince, uzun. Yaşı 40-45 civarında gösteriyor. Saçları kumral, fakat top sakalı nedense sapsarı. Biraz uzunca ama gene de normal sayılabilecek bir kafa, ufacık kulaklar, buna karşılık hafif şehla kocaman gözler. Gözlük takmaktan oluştuğu anlaşılan burnunun üzerinde yarayı andıran bir iz. Giydiği elbise zayıf vücudunu saramamakta, adeta emanetmiş gibi durmakta; belki de “ileride kilo alırsam ,birkaç sene dayansın bari” düşüncesiyle alınmış.
Fehmi bey, kim bilir kaçıncı kez esnedi ve şöyle bir gerindi, koltuktan hafif çatırtı sesleri duyuldu, sonra önünde duran çayı gördü. Bardağı ağzına götürürken hastabakıcı kadına da seslendi:
-Yaşar hanım, gazete gelmedi mi?
-Geldi, geldi. Getireyim mi?
-Evet.
Yaşar hanım gazeteyi getirdi, ama vermedi de sanki fırlattı önüne doğru. Belli ki o da uykusuna doyamamıştı, baksana bu gün gene aksiliği üzerinde.
Yaşar hanım, kısa boylu, oldukça şişman, ablak suratlı Arap-Türk karışımı esmer bir melez. Sırtında allı güllü bir entari ile dolaşıp dururdu.
Fehmi Bey, Yaşar hanımla konuşmaya başladı:
-Yaşar hanım, uyuyup edip de müşterileri kaçırma sakın! Bak sabahtan akşama kadar burada pinekliyoruz, günde bir hasta ya geliyor ya gelmiyor. Bâri onu da sen kaçırtma, hem artık eskisi gibi “hastaları dışarıda bekleteyim, yok randevunuz var mıydı, içerideki hastanın çıkmasını bekleyin!” gibi numaraları yapmanı da istemiyorum, dedi.
-Olur, olur. Sen hiiiç meraklanma! Hastalara artık kahve bile yaparım valla!
-Kafan gene işlemez oldu Yaşar bacı! Aldığımız 100 lira, bir de akraba talûkât gelen hastalara kahve ikram et. Bir fincan kahvenin hesabını yaptın mı, kaç lira eder biliyor musun? Niyetin beni batırmak mı? Batır, batır; sonra da kendine bir iş ara… Bakalım bu zamanda nerede iş bulacaksın?
-Kötü mü dedim doktor bey?
-Git başımdan, beni kızdırma! İnsan sinirlenince kaybolan sinir hücrelerinin bir daha yerine gelmediğini bilmiyor musun, be cahil kadın?
**
Bir saat sonra Yaşar hanım heyecanla kapıyı açar:
-Geldi, geldiii, doktor bey!
-Senin kafanda biraz var mı? Seni görünce “yanındaki deliyi akıllandıramayan doktordan ne hayır gelir” der müşteriler.. Ne geldiyse, ortalığı yaygaraya vermeden söyle!
-Müşteri geldi, müşteri; hem de en iyisinden...
-Tez ol, bir saniye bile bekletmeden al içeri velinimetlerimi!
Biraz sonra odaya çoluk çocuk tam beş kişi doluştu. Bunlardan birisi 18 yaşlarında, başı örtülü, ayağında şalvar olan genç bir kız, diğeri kızın babası Kayserili Celep Mehmet Ağa. Mehmet ağanın kafasında bir kasketi var. O bunu -içerisi dışarısı fark etmez- hiç çıkarmaz başından. Diğeri kızın anası, onun da başı beyaz bir tülbentle örtülüdür ve ayağında da şalvar vardır. Diğerleri ise Mehmet Ağanın biri yedi, diğeri dokuz yaşlarındaki iki oğlu.
-Selamün Aleyküm! Doğtur Fegmi beğinen mi muşarrif oluyom?
-Buyursunlar efendim, buyursunlar. Hoş geldiniz, şöyle oturun efendim, siz de şöyle buyurun. Siz şuraya, çocuklar da buraya ve buraya. Ehe, ehe herkesi de bir yere yerleştirdik.
Ufak çocuklar doktor yer göstermesine rağmen ayaktadırlar, çünkü sizli konuşmayı pek anlayamamışlardı. Başlarlar bağırmaya:
-Ana gıı, biz nire oturacak?
-Bubaaa biz ayakta mı duracak?
-Elinizin körü, ulan ayakta dursanız gebereceniz mi? Yere çömün ulan eşekler, çömün yere.
-Urbalarım pis olursa anam döver, çömmem ben!
-Ben de çömmüyom…
-Bana inat ha! Patlaturum kafanızı valla! Aha orada kerevet gibi bi şi va, çıkın ora. Us-puk olun, bi da da gonuşmayın!
Ufacık oda nadiren böyle dolardı. Bu doktoru biraz şaşırttı biraz da endişelendirdi, çünkü çocuklar sağı solu karıştırmaya başlamışlardı bile. İçinden “Bunlar İstanbul dışından geliyor olmalılar. İçlerinden birden fazla hasta çıkabilir, belki de ailece tedaviye gelmişlerdir. İyisi mi tatlı tatlı muamele edip, tatlı tatlı paralarını alalım.” diye düşündü.
-Efendim ne alırsınız acaba?
-Bendeniz buradan heç bişi almam, emme Kayseri’de inek, öküz gibi her türlü gocabaş hayvan alurum.
-Onu demek istemedim efendim. Çay, kahve ne içersiniz?
Celep Mehmet “Bölesini heç sevmem. Bu şeherin adamı gancıktır. Yüzüne güler, arkandan basar kalayı. Hemencecik bi şey sımarladığına göre bişiyler, hinoğlu hinlikler düşünüyo olmalı!” diye geçirdi içinden. Buna rağmen, yüksek bir sesle:
-Ben, bi de cıgara verisen, bi dene gayfe alurum. Karı meyveli içer, gız da eyle içsin…
-Bubaa, biz gola içerük gola…
-Zehir için emi! Çucuklar da gola içermiş. Size zahmet vermiş olmayalım.
“İşe bak, en azı kahve içiyor. Köylü dersin de beğenmezsin. Hay dilim tutulsaydı da sormasaydım. Bir kahve, iki meyve suyu, iki de kola, az mı tutar?” diye düşünüyordu doktor ama yapacak fazla bir şey de yoktu. O nedenle seslendi:
-Yaşar hanım, bize iyisinden bir kahve, iki meyveli ya da meyve suyu, iki de kola getir.
-Nee!.. Kim içecek onca şeyi?
-Kimi mimi boş ver, duydun işte, getir bunları! Oldu olacak bana da bir kahve getir bari. Yani kahveler iki oldu.
**
İkramlar içilirken Fehmi bey sorar:
-Hasta olan kim, hangi şikayetleri var?
-Anamadım, doğtur beğ!
-İçinizde hasta olan kim diye sordum.
-Allah görsetmesin, öle bişi derdimiz yoğ. Şükür Allaha ki sıhatımız afiyettedir, der Celep ve kahvesinden bir yudum çeker. ”fauirrt” diye bir ses çıkar. Konuşmasına devam eder.
-Biz gayseriden Istanbola bi hısımı aramak için geldik. Bendeniz bilmem söyledim mi, celebim yani Celep Mehmet dirler bana…
-Hasta nerede, hasta yok mu?
-Endişeye magal yok, hasta masta yok. Bizim köylüklü Cafer aga seni çok methitti ve “eger gidersen mutlak uğrayıp bir selamımı süleyin!” didi. Onun için ırahatsızlık virdik.
-Yani içinizde hiç hasta olan yok mu?
-Yook! Ziyede olsun, gayfe de cıgara da çok datlıymış.
-Peki, içinizde hasta olacak adam da yok mu?
-Yoook, emme gene de orasın Allah bilür.
Bunun üzerine doktor ayağa fırladı, tir tir titriyordu sinirden. Celep Mehmet ağanın yakasına yapıştı ve:
-Benim de bildiğim bir şey var: Hemencecik defolmazsanız bir dakika sonra içinizden birisi geberecek. Çünkü az sonra burada bir cinayet işlenecek. Defoluuun…
Mehmet Ağa yakasını doktorun elinden kurtarınca:
-Yörüyün ulan garılar, çucuklar…Bu deli dogturu kendisi fıttırmış. Biz üzerimize vazifa olan Tanrı selamını iletek didik, başımıza gelmedik galmadı. Tövbe, tövbe.. Herif önce eyi davrandı da sonadan neye böle oldu acep?
Hepsi birden odayı terk ederken,doktor Fehmi bey kafasını duvarlara vuruyor,hemen odaya dalan Yaşar hanım da arta kalan kahve ve meşrubatların dibindekileri mideye indiriyordu. Bir yandan da:
-Bunların iyi müşteri olduklarını, kibar müşteri olduklarını ne de bilmişim ya! İçeceklerini bile bitirmemişler, Yaşarcığa da kalsın demişler, diye konuşuyordu.
YORUMLAR
Ömer Bey sayfanız çok zengin. Okumak beni mutlu ediyor. Teşekkür ederim. Saygılarımla...
Ömer Faruk Hüsmüllü
Asıl zengin olan sizin gönlünüz.
Her şey için çok teşekkürler.
Selam,sevgi ve saygılaımla.