- 1282 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR KASAVET DÜŞMÜŞ YÜREĞİMİZE
Sevgili kardeşim Seçil, yazıtını aldım. Okuyunca memnun oldum. Ancak izin verirsen bazı konulara kendi fikrimi belirtip açıklık getirmek istiyorum. Yazıtında bir gücün gizinden bahsediyorsun. Bu gücün gizini kim anlamış ki sevgili Seçil kardeşim, kim? Kavrasalardı durum bugünkü duruma gelmezdi. 12 Eylül darbesi ve öncesi hatalı ve taraflı iktidarların bugünkü durumun özetidir.
Toplumumuzda derin yaraları açan tarihleri iyi okuyup irdelemek gerekir. Türkiye halkını birbirine kırdıran ve toplum içinde ayrımcılığı sokanları iyi okumak gerekir, değil mi? sevgili kardeşim. Bak yazıyorsun "bir kasavet düşmüş yüreğimize." Bu, Şair’in kendi duygu ve düşüncesidir. Demek ki bir şeyler var yüreğinizde. Kimler bu kasavetleri doğurdu? Ona bakmak gerekir.
Bir göle ufacık bir taş atılır ve bu taşın düştüğü yerden ufacık taşın ortaya çıkardığı daire küçükten büyüğe doğru açılım yapar. İşte bizim toplumumuzun durumu da budur. Zamanında açılımlar yapılmadı hep aynı gazel "büyükler en doğrusunu yapar, o en büyük sultanı evliyamızdır" denile denile işte daireler büyüdü. Bütün sorunlar bilinçli olarak çözümsüz bırakıldı. Peki kimler acısını yaşadı? Ben ve sen gibiler, yani yoksul halk. Ayırdetmiyorum herkes bu acıyı yaşadı ve yaşayacak. Belki hiç bilmediğimizin ötesinde soykırımlar etnik azınlıkların yok oluşuna kadar da varır. Bunun ilerisini kestirmek ve okumak benim haddim değil. Bir anlık Yugoslavya’yı, Kongo’da ortaya çıkan insanlık dışı olayları düşünürsek sanırım gezegenimizde de aynı şeylerin vuku bulması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü gidişat bu yönlüdür. Irkçılık kışkırtılmaktadır ve tırmandırılmaktadır.
Asırlardır bir kesim dayatıyor; "İnsanî değerlere önem verin bütün insanlık kardeştir. Birliği, dirliği, barışı sürekli kılın" diye haykırmaktaydı. Ne oldu? Hep vatan hainliğiyle susturuldu. İmha edildi. Yakıldı bu kesimler. Yalan mı dostum? Tarihler şahit ve arşivlerde mevcuttur. Devletin en tepesine gelip musallat olan Süleyman Demirel kalkıp "bana sağcılar adam öldürür dedirtemezsiniz" der. 12 Eylül cuntası Genel kurmay başkanı Kenan Evren de kalkıp 16 yaşındaki bir genç için "asmıyalım da besleyelim mi?" der utanmazca. Turgut Özal da kalkıp "bir defasına anayasayı delmekle bir şey olmaz" der. İşte bu devletin bugüne gelmesinin son durumu, bunların sarfettikleri söylemlerin hünerleridir, bugünün özeti. Bir aydın veya sıradan bir birey olarak artık bunları herkes bilir. Ama işin ucunda baskı, korku vardı. Halk da "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" deyip kulak ardı etti. Sonuçta bugünlere gelindi. Ortada bugün bir sorun varsa, bu da gene sorumlu insanların yarattıkları tek yönlü idare sisteminin eksiklikleridir. Sen, ben, o veya yoksul halk bu durumu yaratmadı. Önemli olan bu sorunun kaynağını ortaya çıkarıp ona göre halk olarak kendi önlemlerimizi almamızdır. ABD öncülüğünde "Yeni Dünya Düzeni" adı altında bir canavarlık kapıya dayandırılırsa ve bir soykırım için her türlü hile ve entrikaya başvurulursa, bu gibi oyunlara gelmemek için en akılcı yol neyse ona sarılmak gerekir. Halkların kardeşliği, birliği, beraberliğini savunmak o kadar zor bir şey değil. Bunu zorlaştıran kesim ve güçler var. Bunu görüp ona göre hareket etmek gerekir. Eğer halkların kardeşliği, birliği ve dirliği savunulursa elbirliğiyle herkes elini taşın altına sokarsa, ortalık daha da yumuşayıp yerini huzur ve barışa bırakır. Sadece bir tarafa cahilce küfürler yağdırmakla birlik ve kardeşlik yeterli olmaz. Bu, insanî bir tutum da olmaz.
Dürüst olmak ve güven vermek çok önemlidir. Cesaret çok önemlidir. Şimdi gelelim işin aslına. Bir tarih yaşandı ve bu tarihi süreci iyi okumak gerekir. Öyle rastgele yazıp bilinçleri altüst etmenin hiçbir yararı yoktur.
Eskiden "ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı" diye bir tabir vardı. Bu durum, ikinci dünya emperyalist paylaşım savaşında çözümsüz bırakıldı. Hatta Sovyetler’de Lenin, bu durum hakkında Stalin’i Yugoslavya’daki ulusların durumunu çözmeyle görevlendirir. Yogaslavya işi o kadar karmaşıktı ki Stalin akıllıydı ve baktı ki işin içinden çıkamıyacak sonra şu deyimi kullanır; "Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı özünde emperyalizmin yok olmasına bağlıdır." Diğer bir tabirle ezilen tüm dünya halklarının kurtuluşu emperyalizmin çözülmesine bağlıdır. Sonuçta Stalin gerçekten de haklıydı ama kimse henüz bu deyimin altındaki sırrı çözmüş değil. Peki ne oldu? Sosyalist blok dedikleri (ki tamamen sosyalist blok ne ekonomide, ne de siyasette oluşmadı. Gençti ve deneme sürecindeydi) sistem dağıldıktan sonra tüm ipler ABD’nin eline geçti. İpler ve dünya önderliğini ele geçiren ABD, hem ekonomik, hem askeri, hem de politik olarak en güçlü ülke konumundadır. İngiltere ve İsrail zaten ABD demektir, ayrı tutmuyorum. Bu gücün dünyaya yeni bir çeki düzen vermek için NATO bünyesinde aldığı bir kararı var ve bunu da "Yeni Dünya Düzeni" diye adlandırdı. Daha sonra da "Küreselleşme" diye halklara yutturmaya çalıştı ve çalışıyor. Konuyu fazla dağıtmak istemiyorum. İkinci paylaşım savaşında ulusların kendi kaderini tayin hakları yarıda kalan ülkelerin durumu da ABD üstlenmiş ve çözmek istiyor. İşte Yugoslavya örneği haledildi. Kongo aynıydı. Şimdi sıra Ortadoğu’da Kürtler’e gelmiş ve bunu çözmeye çalışıyor. Orta Asya ve Kafkasya’da Çeçenistan ve bir sürü etnik yapılar var. Burayı da çözmeye çalışıyor. Tek politikası direkt olarak halkları karşısına almamak için sürekli dolaylı yollara başvurmaktadır.
İşte tek fark şudur; bir yandan ırkçılığı, şovenciliği ve milliyetçiliği körükleyip birbirine kırdırmak. Bazı etnik azınlıkları tarihte sildirmektir, diğer yandan da birliği yani bütünü parçalayıp küçültüp, zayıf düşürmek ve kendisine bağlı hale getirmektir. Hal böyle olunca geriye ne kalır? Yıkım ve felaket!...
Peki bize düşen görev nedir? Halkların kardeşliğini dinamitleyip emperyalizmin ekmeğine yağ mı sürmek, yoksa tersini mi yapmak gerekir? Bence tersini yapmak gerekir. Tersini yapmak için ve başarıya ulaşmak için ne yapmak gerekir? Bu çok önemlidir ve büyük bedeller ve cesur adımlar atmak ve güçlü savunmalar yapmak gerekir. Öyle yapmacık şeylerle olmaz. Dürüstlük ve güven, şartsız olarak en önde gelen şeylerdir. Irkçılık ve şoven yaygaralarla savunma yapılmaz ve bu savaşı daha da kızıştırır ve ayrışmayı çabuklaştırır. Ne yapmak gerekir? En demokratik ve kardeşlik bağlarını güçlendirecek en sağlam temeller üzerinde kurulu ilkeler getirip, en üstekilerini zorlamak gerekir. Kürtler özerklik mi istiyor? Osmanlı döneminde de eyalet sistemi vardı ve Osmanlı bu eyalet sistemiyle gelişim gösterdiği de açık ve nettir. Var mı itirazı olan buna? Masaya oturulur cesurca tartışılır. Hiç yabancıyı kendi arasına sokmadan, kendi sorunları kendi aralarında çözümlemesinde o kadar beceriksiz değiller herhalde. Çözülmiyecek hiçbir sorun yoktur yeter ki istek olsun. Ama bu sorunu muhakkak çözmek istemiyenler var. O zaman bu kesimler açığa çıkarılır ve ona yüklenilerek teşhir edilir. Bunun demokratik yolları da var, seçime gidilir ve seçimle de dersler verilir.
İlk TBMM çatısı Kürt-Türk ve çeşitli milliyetlerden oluşur. Bu çatı kurulduğunda yine Kürdistan’ın özerkliğinden bahsedilir ki bu konu sonradan kapatılır. Dersimli Diyap Ağa mecliste Kürtçe konuşur. M. Kemal’in doğuda yaptığı kongrelerin içerikleri de nettir. Fakat daha sonra iktidara hakim olanlar her şeyi inkâr edip bugünkü konuma getirirler.
Bir konuyu aydınlatmak gerekir. PKK konusunda herkes bir şeyler zırvalar. Uğur Mumcu’nun neden ve kimlerin vurulduğu şaibesi devletin üstünde kaldı. Kışlalı olayı ve diğerleri... Bu bir gerçektir. Derin devlet kavramının kimin tarafından ileri sürüldüğünü veya çıkarıldığını bilmiyorum ama bu da bir bilinç yanıltmasıdır. Devlet içinde devlet olmaz. Ancak devlete bağlı gizli silahlı vurucu gücü olur ki, bu da özel harp ve diğer yan örgütlerdir. Derin devlet kavramını ortaya atan o akıllı kimse, asıl hedefi şaşırtmak için bu deyimi kullanmıştır. Asıl hedefi bilinçleri bulanıklaştırmaktır. Devlet içinde devlet olamaz. Derin devlet olgusu yoktur ve bir tek devlet var. İlk başta ben de bu deyimi kullandım fakat sonradan vazgeçtim.
Şimdi konuyu PKK’ya getireceğim. Bu konuda çok spekülatif ve çirkince iddialar var. Bu iddialar şöyledir;
1- PKK’yı devlet bilinçli olarak yarattı.
2- PKK’yı MGK yarattı.
3- PKK’yı yaratan ABD emperyalizmidir.
4- PKK’yı MİT yarattı.
5- PKK’nın ortaya çıkması devletin yanlı ve bilinçli politikaların sonucudur. Yani Kürtler’e yapılan ulusal zulümden dolayı zorunlu olarak devletin iradesi dışından ortaya çıkmıştır.
6-PKK kendi öz iradesiyle çeşitli milliyetlerden oluşup Türk ve Kürt kardeşliğinin bir arada yaşaması için gönüllü birliğiyle ortaya çıkmıştır.
Deniliyor ki PKK’yı bu devlet yaratmıştır. Doğrudur ama kendi iradesi dışında yanlış politikasından dolayı çıkmıştır. Zaten ne zaman olsaydı gene Türkiye’de Kürt sorununun öne çıkacağı kesindi. Çünkü bu sorun Cumhuriyetin kuruluşunun ilk gününde varmış ve çözülmemiş. Haksız olan tarihi bir yanlışı düzeltmekte fayda görüyorum. Bu yanlış da şudur;
Kürt isyanlarının İngiliz ve Fransızlar’ın kışkırtmasıyla teşvik edildiği dillendirilir. Aslında Lozan anlaşmasına baktığımızda tam tersine Kürt halkının dört ülke arasında bölüşülmesine göz yumulduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bunun için haticeler değil, neticeler önemlidir. Bu anlamda Kürt isyanlarının arkasında İngiliz-Fransızlar’ın parmağı olduğu propagandası kuru bir yalan ve demogojidir. Tam tersine söz konusu emperyalist devletler sürekli Türkiye için çalıştıkları ortaya çıkıyor. Bu anlamda Kürtler’e tarihi bir haksızlık yapıldığını insanca ve dürüstçe belirtmek gerekir.
Şimdi birlikteliğe gelince; bu konuda Türkiye gene birliği bozan ilk taraftır. Eşitliği ve özgürlüğü bozan gene Türk tarafıdır. Ulusal birliğe darbe vuran gene devlettir. Bu anlamda Kürtler’e vaad edilen hakların hiçbiri yerine getirilmemiştir. Bu sorunun üstü betonla örtülmüştür. Devletin resmî olarak dillendirdiği Kürt isyanlarına gelince; gene müthiş bir hile ve entrikanın olduğu söz konusudur. Dersim’de isyan olmadığı halde isyan diye yoksul halka soykırım uygulanmıştır. Açıkçası devlette egemen olan millitarist güç, Kürdistan’da her ağacın yaprağı kımıldadığında isyan belleyip katliam uygulamıştır. Bu da devlette militarist ruh yapının egemen olduğu anlaşılıyor. Yani bu tarihi süreci anlatmak için çok uzun bir zaman alır. Onun için konuyu fazla dağıtmak istemiyorum. Kısaca PKK olayının Türk tarihinde sahneye çıkması, yapılan ulusal baskının kaçınılmazlığından dolayıdır. Yoksa PKK piknik olsun diye dağa çıkmıyor. PKK’nın ortaya çıkmasının sonucu devletin Kürtler hakkında uyguladığı milli zulümden dolayıdır. Kürt halkına ayrıcalıklı davranışından dolayı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu tepki ister doğru ister yanlış olsun, bunun tartışılması ayrı bir konudur. Fakat asıl bu hareketin ortaya çıkmasına neden olan olgu, devletin Kürtler üzerinde uyguladığı toplumsal, sosyal, tarihsel ve kültürel baskılardan dolayıdır. Onun için PKK’nın ulusal yönde ortaya çıkması zamanımızda belki hatalı olabilir. Zaten kendileri de bu son zamanlarda bunu farketmişler ve stratejilerini değiştirmişlerdir. Yani birlikten ve beraberce barış içinde bir arada yaşamanın koşullarını arıyorlar. Fakat savaş lobileri bunu istemiyor. PKK’yı sevelim veya sevmiyelim, o artık Kürt ulusunun bir sigorta güvencesi durumundadır. Eğer doğrulardan konuşursak PKK’yı PKK yapan da gene bu devletin bilinçli medyası olmuştur. Hiç kimse kalkıp bugün sadece PKK’ya yüklenmesin. Bu hareketin ortaya çıkmasını da devletin tek yanlılığından kopuk ele almasın. PKK, bu devletin Kürt halkı üzerinde uyguladığı çarpık hünerlerinden biridir. Kimileri de devletin bilinçli olarak PKK’yı kendi eliyle yarattığından bahseder. Bunu da gelişen Kürt nufusunu durdurmak için olduğunu ileri sürer. Ama onun hesap etmediği ve göz önünde tutmadığı tek şey de PKK’nın kontrolden çıkması iddiası olduğudur. Bu sebepten dolayı devlet Öcalan’ı bilinçli olarak konuşturup onun vasıtasıyla PKK’yı kontrol altında almaya çalışıyor diye, söyleniyor.
Devletin, Kürt halkı konusunda asırlarca uyguladığı milli baskıdan dolayı zorunlu olarak PKK’yı ortaya çıkardığı bir gerçektir. PKK’yı devlet içindeki uçlar da yaratsa veya bir başkası da yaratsa ergeç Kürt sorunun çözümü gene kapıda nöbette beklediğini vurgulamak gerekir. Onun için bunu koz bilip sadece PKK nezdinde Kürt halkını karalamak ve ona yüklenmek sakıncalıdır. İşte devlet zamanında bu sorunu çözmedi ve kulak ardı etti. Sonuçta bu durum günümüzde gerçeğe dönüştü. Bunun için ben, devleti suçlu buluyorum. Bu sorunu şöyle de okuyabiliriz;
Devlet, sürekli ulusal baskıyı arttırıp zorunlu olarak PKK’yı bilinçli yarattı. Neden? Savaşı bahane edip Doğu, Güney-doğudaki Kürt yığılmasını Türkiye’nin değişik alan ve bölgelerine dağıtıp asimile taktiğini güttü. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Bugün açık yazıyorum herkes bunu çok iyi düşünsün ve iyi irdelesin. Hiç kimse kalkıp PKK, ABD’nin uşağıdır demesin. PKK’nın kimin uşağı olduğu bellidir. Kimin ABD uşağı olduğu da herkesçe bilinir. En büyük uşaklar en üstedirler ve ne şekilde piyasaya sürüldükleri de tarihe not edilmiştir. Öyle tahmin ediyorum ki Öcalan Amerika’nın esiridir, Türkiye’nin değil. Çünkü belli anlaşmalar çerçevesinde Öcalan, Amerika tarafından yakalandı ve Türkiye’ye teslim edildi. Ecevit, Öcalan’ın neden yakalanıp Türkiye’ye teslim edildiğini de anlamış değildi.
Ayrıca tüm Türkiye halkına çağrımızı bıkmadan yapıp sesimizi duyurursak herhalde ufacık bir katkımız da olabilir düşüncesindeyim. Bu çok büyük bir oyundur. Hiç kimse gerek yerli ve gerekse yabancı emperyalistlerin oyununa gelmesin. Hiç kimse dinci, ırkçı ve şovenlerin galeyanlarına da gelmesin. Aksi durumda bu alanda hesapta olmayan umulmadık çok büyük boğazlaşmalar ve büyük katliamlar yaşanır ki, insanlık kendi sonunu getirir. Herkes kardeşliği, birliği ve barışı haykırmalı ve bu doğrultuda en akılcı yolu izleyip soğukkanlı bir şekilde sağduyuyu kaybetmemek şartıyla demokratik yoldan aşağıdan üste doğru denetimi genişletip disiplinli, proğramlı bir şekilde halkla kaynaşıp bıkmadan, usanmadan halkı aydınlatıp gerçekleri çıplak bir şekilde anlatıp kardeşlik duygularını dahada perçinleştirmek en büyük sillahımız olmalıdır. Irkçılığı, dinciliği, milliyetçiliği, şovenciliği ve her türden gericiliği kışkırtanları da gene dostça bir şekilde etkili olarak uyarıp kazanmak da yine en büyük sillahımız olmalıdır. İnsanlara insanca yanaşmak ve en güzel bir şekilde bunu anlatmak... anlatmak... ta ki anlayana kadar anlatmak bıkmadan, usanmadan anlatmak ve sabırla karşımızdakini de dinlemeyi ilke haline getirmek olmalıdır. Demokrasi kanalları ancak insanların birbirlerini sabırla dinlemesi ve en büyük ilke haline getirmesiyle işler ve ilerler. Bir daha ki konuda görüşmek üzere selamlarımla...
Hasan DAL
26 Ekim 2008
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.