- 1263 Okunma
- 14 Yorum
- 0 Beğeni
Miras
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dünya hayatımdaki varlığım işte o gün son bulmaya başlamıştı. Yani iki bin on yılının on beş nisanı. O sabah erkenden kalkmış günlük sporumu yapmıştım. Elli yedi yaşında olmama rağmen oldukça sağlıklıydım. Spor yaptığım parktan çıktıktan sonra, kahvaltılık bir şeyler almak için markete uğradım. Çok az soğan, çok az kuşbaşı et ve çok az domates. Her zaman alışveriş yaptığım şeyler az olurdu zaten. Benim gibi tek yaşayan bekar bir insanın da alış verişi böyle olurdu herhalde.
Marketten çıkıp zaten çok yakın olan evime doğru yürümeye başladım. Nişantaşı semtinde bulunan evim ve işyerim, yani eczanem birbirine çok yakındı. Biraz yürümüş, eve varmama az bir mesafe kalmıştı. İşte tam o sırada midemde inanılmaz bir bulantı başladı. Bununla beraber göğsüm mengeneyle sıkılıyor, nefes alamıyordum! Birden elimdeki alışveriş yaptığım malzemelerle beraber yere yığıldım. Kalp krizi geçiriyordum. Hemen etrafta bulunan insanlar bana doğru koşup yardım etmeye çalıştılar. Birileri “ambulans çağırın” diye bağırıyor, birileri başını göğsüme dayamış “bu adam ölmüş” diye söyleniyordu. Bense bu olanları şaşkınlık içinde izliyordum. O an bir şey fark ettim! Şu anki telaşın ve gürültünün içinde, sessiz olan sadece benim vücudumdu. Ne kalbim atıyordu, ne soluk alıp veriyordum. Bunu anladığımda inanılmaz bir acı hissettim. Ben ölmüştüm.
Bütün bu olayları izleyenin ruhum olduğunu anlıyordum şimdi.. Fakat garip bir şeyler oluyordu! Ruhum bedenime bir giriyor, bir çıkıyordu. Bir an oluyor yukarıdan ölmüş bedenime müdahale etmeye çalışan kalabalığı görüyor, bir an sonra yeniden bedenime girip bana kalp masajı yapmaya çalışan insanlara bakıyordum. Bir türlü can veremiyordum.
En sonunda birisi “bunu hemen hastaneye götürelim” dedi. Yoldan durdukları bir arabayla beni aceleyle çok yakın olan Amerikan Hastanesini” götürdüler. Herkes panik içinde bana yardım etmeye çalışıyordu. Hastaneye geldiğimde kalbim duralı yarım saat olmuştu. Ben, yani ruhum hala ölmüş bedenimi bir gölge gibi takip ediyor, bazen ölmüş bedenime girip çıkmaya devam ediyordum. Doktorlar hemen durmuş kalbime elektro şok yapmaya başladılar. Birkaç denemeden sonra kalbimi yeniden çalıştırmayı başarmışlardı. Ama bir sıkıntı olduğu doktorların yüzlerindeki sıkıntılı ifadeden çek net okunuyordu. Maalesef yarım saat boyunca duran kalbimden dolayı beynime oksijen gitmemişti. Ayrıca kan dolaşımı olmayınca damarlarımda bir sürü pıhtı olmuştu. Ve kalbimin yeniden çalışmasıyla beynime, ciğerlerime ve damarlarımın dolaştığı heryere bu katılaşmış kanlardan dolmuştu. Kısacası doktorlar benden yana hiç umutlu konuşmuyorlardı. Bu durumda felç olacağımın kesinliğini söylüyorlardı. Ama onlar da vücudumun hangi organlarının artık devre dışı kalacağını bilmiyorlardı. Yani ölümle pençeleşiyordum. Doktorlardan en son duyduğun, “bu hastayı üç gün uyutacağız, üç gün sonra uyandığında ancak nelerin olacağını göreceğiz. Belki de ex olacak!” dedikleriydi.
Aradan iki gün geçmiş, ben büyük ıstırap içinde hala bedenimle yer kapmaca oynuyorum. Eczanemi düşündüm, evimi düşündüm. Bunları düşündüğüm sırada nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kalbim çalışıyor olmasına rağmen, ruhum birden serbestleşti. Kuş gibi uçuyordum. O an eczaneme gitmek istedim. Hemen oraya doğru yöneldim. Bir bulut hafifliğinde eczaneye geldiğimde çok duygulandım. Öldüğümü, ya da ölmek üzere olduğumu duyan bütün akrabalarım yurdun her yerinden kalkıp buraya gelmişlerdi. Kardeşlerim, yeğenlerim ve tanımadığım akrabalar feryat, figan ediyor gözyaşı döküyorlardı. Açıkçası bu halleri beni hem üzmüş hem de şaşırtmıştı. Sağlımda hani pek arayıp sormazlardı. Merakla ve üzüntüyle onları dinliyordum.
“Canım benim o bir taneydi”
“Keşke onun yerine ben ölseydim”
“Dünyada ondan daha iyi bir insan yoktu”
“Ona hiç doyamadım”
Bunları dinlediğim bir sırada birden hızlı bir şekilde hastaneye doğru sürüklenmeye başladım. Kısa bir an sonra bedenimin yanına geldiğimde hemşire telaş içinde “hastanın kalp atışları zayıflıyor” diye bağırıyordu. İşte o hasta bendim. Galiba bu kez işim tamamdı. Ama olmadı, doktorların müdahalesiyle kalp ritmim yine düzelmişti.
Bugün üçüncü gün..
Bu dünyada kalıp, kalmayacağım birazdan belli olacak. Yani birazdan beni uyandıracaklar. Daha doğrusu iki gündür, verdikleri uyutucu iğneyi dün akşamdan itibaren kestiler. Saatler geçtikçe başımda bekleyen herkes benden bir iyileşme umudu bekliyordu. Oysa durum çok kötüydü. Pıhtılar her yerimi sarmış. Kendime gelmeme rağmen ancak parmaklarımı titretebildim. Bir de buraya geldiğimden beri bana sevgiyle bakan hemşireye zar zor göz kırpmaya çalıştım. Ama o hemşire bana gülümsemek yerine korku içinde ekrandaki kalp ritmime baktı. Maalesef ölüyordum. Ve birkaç dakika sonra öldüm. Ruhum bu kez bedenimden çıkmakta hiç zorlanmadı. Önce hızla karanlıklara doğru çekilmeye başladı. Çekilirken hala arkamdan bazılarının “yazık.. yazık.. Kurtaramadık” sözlerini işitiyordum. Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum, bir anda bütün benliğim yok oldu.
Burası buz gibi soğuk ve karanlık. Anlamaya çalışıyorum neler oldu bana diye. En son hatırladığım
Öldüğüm ve karanlık göklere çekildiğimdi. İyi ama burası neresi diye düşünürken birden kulağıma çarpan kalbimin sesleri gelmeye başladı. Aman Allah’ım burası morgdu. Morga konan bedenim yeniden canlanmış ve ruhum bedenime geri dönmüştü. Şaşkınlık içinde ne yapmam gerektiğini düşündüm. Fakat gene aynı şey olmaya başlamıştı. Kalbim soğuktan o kadar zayıf çarpıyordu ki, bu yüzden ruhum yine aynı şekilde bedenimden, hatta morg odasından çıkıp, yeniden buz gibi olmuş bedenime giriyordu. Aklıma o an yine eczanem geldi. Son kez de olsa oraya gitmek istedim. Ve yine geçen sefer olduğu gibi oraya doğru uçmaya başladım. En çok da benim öldüğümü duyan akrabalarımın nasıl perişan olduklarına üzülüyordum şuan.
Eczaneye vardığımda açıkçası beklediğim iç yakan manzara hiç yoktu kardeşlerimde ve akrabalarımda. Galiba ölüm haberime çok çabuk alışmışlardı. Tek tek onları dinlemeye başladım. Dinledikçe içimi inanılmaz bir ıstırap kaplıyordu. Ben öleli daha saatler olmuşken, şimdiden benim mirasımı pay etmeyi konuşuyorlardı. Uzak bir akrabamın şu anki konuşmasını dinliyordum;
“Onu çok özleyeceğiz, yokluğuna nasıl dayanacağız bilmiyorum. Allah bize sabırlar versin. “
Demek beni çok özleyeceksin! Ulan sağlığımda kaç kere aradın ki, şimdi özleyeceğiz diyorsun. Yengelerimden birisinin dediği daha da acıydı,
“Biz ona şu kadar para verdik, geri de istemedik” diyordu.
Yuh yenge yani yuh…. Sizin bana verdiğiniz o para zaten benim abime verdiğim paraydı. Ki bunun gibi kaç kere verdim de hiç birini geri vermediniz ki.. Şu an duyduklarım beni çok kahırlardırmıştı. Kimisi “onu çocukken ben parka götürdüm” diyordu, kimisi “o en çok beni severdi” kimisi ben ona köyden hep yumurta gönderirdim” diyordu. Bu konuşmalara daha fazla tahammül edemeyip, yakın olan evime doğru süzülmeye başladım. Oraya ulaştığımda manzara daha da kötüydü. Evdeki akrabalar çoktan elbiselerimi eşyalarımı kendi aralarında pay edip denk haline getirmişlerdi. Bazılarıysa hala doymamış olacak ki, yerlerdeki halıları kaldırıp altına para zulaladım mı diye bakıyorlar, elbiselerimin ceplerine bir şeyler var mı diye yokluyorlardı. Ayıp be! Daha mezara bile konmadım ben. Keder içinde bunları seyrederken birden geriye doğru çekilmeye başladım. Anladım ki kalbim artık durmak üzereydi. Son bir gayretle hastaneye gitmeden yeniden eczaneye gittim. Bir kardeşim bir kardeşimin boğazına sarılmış “dükkanın satışı için imza vereceksin” diye bağırıyordu. Kardeşimse “ben imza vermem, mahkemeye izalei şuur davası açacağım” diyordu.
Bunları göreceğime ölseydim daha iyiydi. Hastaneye varmak üzereyken ayakkabı tamirciliği yapan Ramiz amcanın dükkanını gördüm. Zorlukla kendimi oraya doğru savurdum. İçeriye girdiğimde belki de az önce yaşadığım bütün acılar bir anda yok oldu. Sadece altı üstü bir komşum olan Ramiz amca ağlayarak benim için Kur’an okuyordu.
YORUMLAR
Mustafa Bey kusura bakmayın tebrik etmek için geç kaldım. Antalya da tatıldeyiz. Kaldığımız otel de internet sorun. Yakındaki bir cafeden yazıyorum.
Hakederek gelmiş bir yazı, yine muhteşem bir esere imza atmışsınız. Tebrik ederim. Saygı ve selamlarımla..
Mustafa Sakarya
Mustafa Sakarya
Bugün okuduğum güzel bir yazıydı. Teşekkür ederim üstad. Selam ve saygılar...
Mustafa Sakarya
Mustafa Kardeşim o kadar güzel bir konu ile ilgili yazmışsın ki... Etrafımda hep vefatlardan sonra meydana gelen miras kavgalarını yadırgardım. Dünya malı için, gidenin ardından yapılan kavgalar beni oldukça üzerdi... Ama ne demişler; kınadığın şey, başına gelirmiş...Geldi de... Eşimi kaybettikten altı ay sonra kayınvalidem, kalan malları (kayınpederim de rahmetli olmuştu ve mal paylaşımı yapılmamıştı) üzerine geçirmek için kızımı ve beni mahkemeye verdi...Çok ağırıma gitmişti...Ben eşime ve oğluma yanarken, o mal derdine düşmüştü. Sonra kızım ve ben noterden imzalı yazı ile bütün malı mülkü kayınvalidem ve görümceme bıraktım...Öyle az bir mal da değildi...
Onca malı sırf eşim huzur içinde yatsın diye elimin tersi ile ittirdim, şuan öyle rahatım ki. Aklıma bile gelmiyor...
Rabbim ele güne muhtaç etmesin yeter... Önemli olan yazdığın finali yerine getirebilmek...
Çok güzeldi kardeşim.Hele kaleminden çıkarsa daha da bir güzel öykü oluyor... Sevgi ve saygı ile...
Mustafa Sakarya
Mustafa Sakarya
Mükemmel.
Kutluyorum.
Paylaşım için teşekkürler, saygı öncelikli sevgiler.
Mustafa Sakarya
Zengin ölür malı kalır eş dost evlatlar iki kuruş için bir birini yer ki onlarada kalmaz sonunda...
Fakir ölür kurtuldu derler çok rezillik çekti derler.
Rabbim ıslah etsin inşallah. Öldükten sonra arkasından karşılıksız, samimi, saf ve temiz bir kalple kur-an okunan kullarından eylesin. Dost kaleme sevgiler saygılar.
sessiz_gece tarafından 7/4/2010 12:41:02 AM zamanında düzenlenmiştir.
Mustafa Sakarya
İç çektirdiniz Sevgili Mustafa Bey, Nedendir ki insan oğlu değerlerini geçici servetler uğruna heba ederler...Göz açıp yürek sızlattınız...Ölümün soğuklugunda sörf yaptırdınız...Başı yastığa koyduğumda bir düşünce yolu araladınız...Düşünerek hataları bulma fısatı yarattınız...Sadece yazmakla kalmayıp yüreklere işlediniz...Ölüm gelmeden, gerçek dostlukların sizi bulması temennilerimle....
Mustafa Sakarya
hayat içinde öyle hikayleri barındırıyor ki..
bizlere onları seçip çıkartmak düşüyor...
kutladım...
Mustafa Sakarya
Öykü.....
Ne kadar bizden!
Ölülerimizi daha toprağa gömmeden miras peşine düşüyoruz. Neyin kavgasıdır bu kavga bilmeden. Öteki tarafa götüreceğimiz topu topu iki metre bez iken!
Öykünün finali müthişti!..
Allah hepimize, biz öldükten sonra arkamızdan hiç değilse bir Fatiha okuyacak gerçek dostlar nasip etsin...
Ve işte gerçek Mustafa Sakarya yazısı. Hep böyle yazılarınızı okumak dileğiyle. Umarım bir önceki eleştirim için bana darılmamış ve kırılmamışsınızdır.
Saygılarımla...
Mustafa Sakarya
bir an bizlerede yaşattın....öyle usta bir kalemki....okuyucu nefes nefese hey gidi dünya hey.....nelere gebesin....asıl yüzleri görüp..... içlerini öğrenince hiç bir şeyin tadı kalımıyopr be ustam muhteşemsin....saygılar
Mustafa Sakarya
Yazarım, yine iberetlik hikayelerden birini okumaktayım şua an. Maaleseftir ki hayat bu işte. Bir atasözü vardır. Kör ölünce baden gözlü olur derler. Çok doğrudur. İnsanlar artık maddiyatçılığa kendini o kadar çok kaptırmış ki; maneviyatın önemi kalmamış. Gerçek dostlarsa, çok az sayıda kalmış. Çok vhim bir durum.Final ise müthişti. İşte gerçek sevgi de ; burada ortaya çıkıyor. Teşekkürler paylaşım için. Sevgiler, saygılar, selamlar
Nermin Kaçar tarafından 7/3/2010 10:41:34 AM zamanında düzenlenmiştir.