- 1778 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Merhamet Masalı
Bir varmış, bir yokmuş...
Hırsızlar az, dürüstler çokmuş...
Doğru söyleyenler kovulmaz,
Yalancılar sevilmezmiş.
Fakir adam kınanmaz,
Dolandırıcılar övülmezmiş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde...
İnsanların hepsi birbirine benzemez biçimde...
Eskiler eskide yaşarken,
Herkes rızkının peşinde koşarken
Anadolu’nun küçük bir köyünde Keloğlanla dul annesi yaşarmış. Anne de anneymiş hani! Bir bağırdı mı yer gök inlermiş. Kükremesi aslana, tokadı kaplana, diş geçirmesi kurda, adamın üstüne yürümesi ayıya benzermiş. Keloğlan’ın ödünü patlatırmış. Kim korkmaz böyle anneden? Çok korkarmış korkmasına ya Keloğlan! Bir yandan da tembelmiş. Bir türlü, çalışıp kazanayım da şu kimsesiz anneme iyi gün göstereyim, demezmiş.
Zavallı dul kadın, aslan gibi kükreyedursun. Söz dinletemezmiş oğluna. Kocasından kalan üç-beş kuruşla anca geçindirirmiş tembel oğluyla kendini... Fakat ne demişler? Hazıra dağ dayanmaz. Gerçi kocasının mirası da dağ değilmiş ya! O da tükenivermiş. Elinde avcunda üç altını kalmış harcamaya. Bu anne kızmasın da kim kızsın oğluna?
Bizim Keloğlan’ı annesi yanına çağırmış bir gün. Tembel, fakat yüreği altına benzeyen Keloğlan koşturmuş gitmiş. Fakat fazla da yaklaşamamış annesine:
“Anam! Benim can anam! Derdime derman anam! Ey benim yüreği yaralı, bahtı doğuştan karalı anam! Ne diyeceksen -kel oğluna- uzaktan söyle. Yüreğim dayanamıyor anacığım. Yanına yaklaşamayacağım. Elin çok ağır, sopan pek merhametsizdir bilirim.” demiş.
Annesi: “Gel! Benim başı kel, yüreği gül oğlum! Gel bir şey yapmayacağım. Yanaş koltuğumun altına. İnan bak vurmayacağım.” demiş. Keloğlan çaresiz gelmiş, oturmuş annesinin karşısına. Fakat yine de her an kaçmaya hazırmış.
“A benim Allah’tan armağan, kocamdan hatıra oğlum! Bak! Çalışmazsın, çalışmazsın ya! Bilirim. Harama da el uzatmazsın. Babandan kalan altınlar bitti. Son üç altın kaldı elimizde. Bu altınlar bitince ne yaparız? Bilmem. Bilmem de kudretine hayran olduğum Mevla’m rızk versin diye dua ederim. Bugün kasabada pazar kurulacak. Şimdi altınlarımızdan birini al. Var git kasabaya. Erzak al, gel. Aldığın erzak bir süre yeter. Aman, oğlum! Bu arada sen de artık tembelliği bırak. Biraz çalış.Yoksa altınlar bitince ele-güne muhtaç oluruz.!”
Altını alan Keloğlan, “Tamam, anacığım! Sen hiç kaygılanma! O güzel yüreğini bulutlandırma! Ben bu altınla pazardan erzak alır, bir yandan da kendimi çalışmaya hazırlarım Seni namerde muhtaç etmem.” demiş. Düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş; yolun yordamınca düz gitmiş. Varmış bir köye. Varmış varmasına ya! Bir de ne görsün? Köyün çocukları bir kedinin kuyruğuna taş bağlamışlar, zavallı kediye eziyet ederlermiş. Keloğlan’ın yüreği taştan değil ki dayansın. Acımış zavallı kediye. Çocuklara başlamış yalvarmaya:
“Aman! Merhametsiz analar mı büyüttü sizi? Yüreksiz babalar mı nasihat etti size? Hiç mi acımazsınız şu zavallı kediye? Ne olur! Annenizin hakkı için, babanızın hatrı için bırakın zavallıyı.” Çocuklar, Keloğlan’a önce bir gülmüşler kel başı için. Sonra da alay etmişler kirli paslı bir kediye merhamet ettiği için. Oysa merhamet yüreğin süsüdür. Merhametsiz adam meyvesiz ağaca benzer. Bundan haberleri olmadığından onlara Keloğlan pek tuhaf görünmüş. Kediyi bırakmaya da hiç mi hiç niyetleri yokmuş. Keloğlan son çare şu teklifte bulunmuş köyün çocuklarına:
“Bakın! Elimde bir sapsarı altınım var. Eğer kediyi azat ederseniz, bu altını size veririm. Ne kadar kârlı bir alış veriş! Kirli, küçük bir kediye karşı; kocaman, tertemiz bir altın.”
Keloğlan’ın teklifi hoşlarına gitmiş yaramazların. Salıvermişler kediyi. Karşılığında da Keloğlan’ın altınını almışlar. Başlamışlar yeni oyun aramaya. Bizim Keloğlan kediyi kurtarmış, kurtarmış da... Altınından olmuş. Pazardan parasız bir şey alınamayacağına göre dönmüş köyüne. Fakat masal bu ya! Köy yolunda küçük kedi çıkmış karşısına. Yaptığı iyilikten ötürü Keloğlan’a teşekkür etmiş. Bu iyiliğin karşılığında tek kazancı olan bir fareyi vermeye kalkmış. Fakat Keloğlan ne yapsın fareyi? “Aman! Ne önemi var? Her iyilik karşılık görmek için yapılmaz ki... Senin tatlı canın sağ olsun.” demiş. Yoluna devam etmek istemiş. Küçük kedi, “Dur! Ey insanoğlu! Beni dinle !” demiş. Keloğlan durmuş, dinlemiş küçük kediyi... Kedi devam etmiş: “Bilirim her iyilik karşılık gözetildiği için yapılmaz. Hatta iyilik karşılık gözetmeden yapılıyorsa değerlidir. Tamam! Sen benden karşılık beklemezsin ya! Eğer bir gün bana ihtiyacın olursa bil ki hiç düşünmeden sana yardım edeceğim.” demiş. Sonra da çekilip gitmiş.
Keloğlan annesinin korkusundan ayıla bayıla varmış köyüne. Kolay mı? Zaten babasından kalan son altınlardan başka bir varlıkları yokmuş. Bir de küçük kulübeleri... Annesi Keloğlan’ ı elleri boş görünce önce sinirlenmiş. Bağırmış, çağırmış. Sonra da küçük kedinin hikâyesini duyunca affetmiş oğlunu. Keloğlan’a:
“Sen de kabahat yok, evladım! Ben sana küçükten başkalarına merhamet etmeyi öğrettim. Çünkü bilirim ki merhamet etmeyene merhamet edilmez. Biz kimseye acımazsak nasıl merhamet umarız utanmadan? Canın sağ olsun yavrum! Fakat haydi! Şu altını al da git akşam olmadan pazara. Evimize erzak al, gel.” demiş. Keloğlan annesinin ellerinden saygı ve minnettarlıkla öptükten sonra düşmüş tekrar yollara.
Yine az gitmiş, uz gitmiş. Halince kararınca düz gitmiş. Varmış aynı köye. Fakat ne görsün? Bu sefer de aynı çocuklar bir köpeğe eziyet ediyorlarmış. Çocuklar Keloğlan’ı görünce “Boşuna yalvarma! Bu köpeği, senin bir altınını almadan bırakmayız.” demişler. Keloğlan hiç düşünmeden elindeki altını verip köpeği azat etmiş. Çocuklar onun saflığına gülerek oradan uzaklaşmışlar. Keloğlan yine parasız kalmış. Dönmüş pazar yolundan geri... Bu sefer de köpek kesmiş yolunu. Keloğlan’a yaptığı iyilik karşılığında bir küçük kemik ikram etmiş. Fakat Keloğlan bu hediyeyi de kabul etmemiş: “Köpek kardeşim! Seni kurtardım diye nasıl elinden nafakanı alırım? Senin tatlı canın sağ olsun. Var git yoluna. Ben seni karşılık beklediğim için kurtarmadım.” demiş. Bunun üzerine tıpkı kedi gibi, köpek de Keloğlan’a söz vermiş, eğer yardımına ihtiyacı olursa ona yardım edeceğine dair.
Fakat bizim Keloğlan’a kim yardım edebilir ki? Köyüne döner dönmez altın için temiz bir dayak yemiş annesinden. Sonra da zavallı kadın elindeki son altını oğluna vermiş. Tekrar göndermiş pazara... Bu sefer bu altının başına da bir şey gelirse Keloğlan’ı eve almayacağını söylemiş.
Neyse Keloğlan da altını kimseye vermeye niyetli değilmiş zaten. Düşmüş pazar yoluna. Fakat aynı yerde aynı çocuklarla karşılaşmış yine. Çocuklar bu sefer de küçük bir yılanı oyuncak etmişler kendilerine... Keloğlan’ın geldiğini görünce “Geliyor bizim altın.” demişler. Tabii ki Keloğlan son altınını da çocuklara vermiş. Küçük yılanı kurtarmış. Çocuklar altını kapıp bu saf kalpli delikanlının yanından ayrılmışlar. Artık evine de gidemeyecek olan Keloğlan bir ağacın gölgesine oturmuş. Başlamış, bağıra çağıra ağlamaya...
Keloğlan ağlarken yanına azat ettiği küçük yılan gelmiş. Ona neden ağladığını sormuş. Keloğlan annesini, babasından kalan son altınları, çocukların elinden kediyi ve köpeği kurtarışını, annesinin kendisine yaptığı uyarıyı anlatmış. Annesinin korkusundan evine dönemeyeceğini söylemiş. Keloğlan ağlamasın da kim ağlasın? Bunun üzerine küçük yılan : “Senin kadar iyi niyetli birisi bunları hak etmiyor. Ben seni bunca sıkıntıdan kurtarırım. Çünkü sen benim hayatımı kurtardın. İyi dinle! Ben yılanlar şahının oğluyum. Eğer babam bana yaptığın iyilikleri duyarsa sana dünyanın hazinelerini bağışlar. Fakat onda öyle bir şey var ki her türlü hazineden daha kıymetli. Şimdi sen benim tarif ettiğim yere git. Babamı bul. Ona beni nasıl kurtardığını anlat. Karşılık olarak ne istediğini sorarsa boynunda asılı duran yüzüğü iste. Sonra da yüzüğü parmağına tak ve çevir. Bu yüzük büyülü bir yüzüktür. Yüzüğü çevirince karşına bir dev çıkar. Dev sana “Dile benden ne dilersen” diye sorar. Senin her istediğini yerine getirir. Ömür boyu da hizmetinden ayrılmaz. Yeter ki yüzüğü kaybetme.” demiş. Sonra da çekip gitmiş.
Keloğlan küçük yılanın tarif ettiği yere gitmiş. Yılanlar padişahını bulmuş. Başından geçenleri anlatmış. Yılanlar padişahı da ona çok teşekkür edip kendisinden ne istediğini sormuş. Keloğlan boynundaki yüzüğü isteyince hiç düşünmeden çıkarıp vermiş.
Yılanlar padişahının yanından ayrılan Keloğlan yüzüğü parmağına takıp çevirmiş. Karşısına kocaman bir dev çıkmış. İnsan bu devden korkmalı mı? Yoksa onu bulduğu için sevinmeli mi? Kim olsa bu sorular takılır kafasına. Dev: “Ey insanoğlu! Bundan sonra efendim sensin. Sen ne dilersen ben onu yerine getireceğim. Dünyada yapamayacağım iş yok. Şimdi söyle bakalım. Dile benden ne dilersen .” demiş. Uzun süredir aç gezen Keloğlan’ın ilk dileği mükellef bir sofra olmuş. “Fakat!” demiş Keloğlan “Soframda kuş sütü bile olsun. O kadar açım ki koskocaman dünyayı koysalar önüme onu bile yiyebilirim.” Dev şöyle bir el çırpmış. Ortaya padişahlara layık bir sofra gelmiş. Keloğlan tam yemeğe başlayacakken annesi gelmiş aklına. Onu doğuran, büyüten, ağzındaki lokmasını evladına veren annesi... Devden o mükemmel sofrayla birlikte annesinin yanına gitmeyi istemiş. Bir göz yumup açana dek bu dileği de yerine getirmiş dev.
Keloğlan’ın annesi oğlunun birden ortaya çıkışına, karşısındaki sofraya şaşırıp kalmış. Oğlundan olanı biteni dinleyince sevinmiş. Dünyada hangi iyilik vardır ki kötülük doğursun! Ne demiş atalarımız:”Niyet hayır, akıbet hayır.”
Keloğlanla annesi zengin ve mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlar. Dev, ne zaman yüzük çevrilse ortaya çıkıp onların her istediklerini yerine getiriyormuş. Yüzük sayesinde artık bir kulübede değil, kocaman bir saray yavrusunda oturuyorlarmış. Emirlerinde birçok hizmetkâr, bir elleri yağda diğer elleri baldaymış.
Bir gün Keloğlan annesine: “ Başımın tacı, derdimin ilacı anam! Allah’a bir değil, bin defa şükürler olsun! Yaptığım iyiliklerin mükâfatını bana bu dünyada verdi. Öbür dünyamızı da selamete kavuştursun. Mutlulukta, huzurda eşim emsalim yok. Fakat insanoğlu bir can yoldaşı arıyor kendine. Anlayacağın benim güzel anam, evlensem diyorum. Hem yalnız geçmesem bu dünyadan. Hem de sen torunlarını sevsen. Kötü mü olur?” demiş.
Annesinin pek hoşuna gitmiş bu sözler. O da istermiş oğlunun helal süt emmiş bir kızla evlenmesini. “Peki !”demiş. “Fakat kimle evleneceğini hiç düşündün mü?” Keloğlan padişahın kızına sevdalıymış. Daha doğrusu onu kendisine uygun bulurmuş. Düşüncesini annesine söyleyince annesi biraz endişelenmiş, fakat sonra kabul etmiş gidip padişahın kızını istemeye. Gitmiş padişahın sarayına. Sarayın kapısını çalmış. Hizmetçiler kapıyı açmışlar. Zavallı yaşlı kadın biraz da korkuyormuş. Sarayın bekleme odasına almışlar onu. Odada üç koltuk varmış. Bunlardan biri bakırdan, biri gümüşten, biri de altından yapılmış. Keloğlan’ın annesi bakırdan yapılan koltuğa oturmuş. Meğer bu koltuğa dilenciler otururlarmış. Hizmetçiler onun bakırdan yapılan koltuğa oturduğunu görünce eline birkaç kuruş verip göndermişler.
Keloğlan saraydan dönen annesine olup biteni sormuş. Annesi de başından geçenleri anlatmış. Bunun üzerine Keloğlan: “ Anacığım! Saraya bir daha gittiğinde gümüş koltuğa otur. Bakalım ne olacak?” demiş. Keloğlan’ın annesi tekrar gitmiş saraya. Kapıyı yine hizmetçiler açmış. Aynı odaya almışlar kadıncağızı. Bu sefer gümüş koltuğa kurulmuş Keloğlan’ın annesi. Bu koltuk da meğer misafirler içinmiş. Bir güzel ağırlamışlar, yedirip içirmişler, yola salmışlar onu. Kadın kendi kendine. “Keşke, altın koltuğa otursaydım.”demiş. Hemen geriye dönmüş. Kapıyı çalmış. Kapı açılır açılmaz koşup gidip altından yapılan koltuğa oturmuş. İşte bu koltuk saraya gelen görücüler içinmiş! Fakat hizmetçiler bu zavallı kadına bakıp saraydan kız isteyecek birine benzemediği için, padişahımızla alay ediyor galiba, demişler. Sonra da bir güzel dövmüşler kadıncağızı.
Keloğlan’ın annesi dayaktan mahvolmuş bir halde zor bulmuş evini. Başına gelenleri anlatmış oğluna. Hangi evlat olsa annesini o halde görünce üzülür. Keloğlan da üzülmüş tabii! “Ah benim dertli annem! Ne yaptılar sana? Keşke seni göndermeseydim. Kendim gitseydim.” demiş. Annesinin yaralarını iyileştirdikten sonra en şık ve gösterişli kıyafetlerini giyip saraya gitmiş. Altından yapılan koltuğa oturmuş. Hizmetçiler bu kel adamın görücü koltuğuna kurulduğunu görünce çok gülmüşler. Tuhaf manzarayı görmesi için padişahı da çağırmışlar. Padişah önce Keloğlan’a katıla katıla gülmüş. Sonra da: “Hiç aynaya bakmaz mısın sen? Hele, kelliğinden utanmadan saraya kız istemeye gelen yarım akıllıya bakın!” demiş. Keloğlan bunun üzerine padişaha dönerek: “Ne varmış benim kelliğimde utanacak? İnsan kel başından değil; kara yüreğinden, harama uzanan elinden, yalan söyleyen dilinden utanır. Çok şükür bu yaşıma kadar kalp kıracak söz söylemedim. Utanacağım iş yapmadım. Alnımın akıyla kızına talibim. Verirsen ver! Vermezsen hakaret etme!” demiş. Padişah şöyle bir düşünmüş. Kızını bir kele verse olmaz. Koskoca padişah olarak kapısına geleni kovsa olmaz. En iyisi demiş kendi kendine, şundan öyle olmaz şeyler isteyeyim ki yerine getiremeyip evine geri dönsün.
Padişah Keloğlan’dan sabaha kadar sarayının önündeki ırmağın karşısına, kocaman bir saray yapmasını ve iki yüz çuval altın bulup getirmesini istemiş. Sonra da rahat rahat yatağına uyumaya gitmiş. Keloğlan hemen yüzüğü çevirip deve padişahın söylediklerini yerine getirmesini emretmiş. Devin yapamayacağı iş mi var? Keloğlan’ın istediği her şeyi sabah olmadan yapmış. Padişah uyanıp karşısındaki sarayı, önündeki iki yüz altını görünce şaşırmış. Şaşırmasına ya! Ne yapsın? İnsanın verdiği söz kendisinden ağır. Mecburen büyük kızını Keloğlan’a vermiş. Kırk gün kırk gece düğün olmuş. Padişahın kızı ağlaya sızlaya Keloğlan’a varmış.
Keloğlan padişahın kızını alınca içi rahatlamış. Sarayında keyifli keyifli yaşamaya başlamış. Fakat padişahın kızı hiç de mutlu değilmiş. Nasıl mutlu olsun? Yanında sevmediği bir adam! Üstelik de kel! Keloğlan’ın karısı bir süre sonra önceden sevdiği bir delikanlıyla Keloğlan’ı aldatmaya başlamış. Bir yandan da Keloğlan’dan kurtulma planları yapıyormuş.
Bir gün bu kötü kalpli ve ahlâksız kadın, kocasının ağzından yüzüğün hikâyesini dinlemiş. Keloğlan uyurken yüzüğü çalıp sevgilisine vermiş. İki sevgili yüzüğü ele geçirir geçirmez dev aracılığı ile Keloğlan’ı ırmağın karşısında bir yere atmışlar.
Keloğlan uyanınca başına gelenleri anlayıp başlamış ağlamaya. Tam bu sırada karşısına bir kediyle bir köpek çıkmış. Hani, bizim merhametli Keloğlan’ın çocukların elinden kurtardığı kedi ve köpek vardı ya! İşte onlar! “Ağlama, ey yüreğinde iyilikten başka bir şey olmayan Keloğlan! Senin başın kel! Fakat kalbin güzel. Ne mutlu gizli olanı görebilen gözlere! Ne derdin olursa olsun biz sana yardım ederiz. Hiç korkma!” demişler. Keloğlan pek de umutlu değilmiş ya! Anlatmış başından geçenleri.
Köpek Keloğlanla kediyi sırtına alıp ırmağın karşısına geçirmiş. Sonra da bizim üç kafadar plan kurup Keloğlan’ın sarayının içine sızmışlar. Bir sarayda olup biteni en iyi sarayın fareleri bilir. Kedi sarayın farelerinden birini yakalayıp sorguya çekmiş. Meğer padişah kızının sevgilisi yüzüğü bir ipe bağlamış; ağzının içinde, boğazında saklarmış. Fare “Aman!” demiş kediye. “Sen benim hayatımı bağışla. Ben o yüzüğü alırım.”
Küçük fare kedinin canını bağışlaması üzerine koşarak gitmiş. Kuyruğunu zeytinyağına batırıp uyumakta olan iki sevgilinin yanına varmış. Zeytinyağıyla iyice ıslanmış olan kuyruğunu adamın burnuna sokmuş. Adam hapşurunca yüzük boğazından yere düşmüş. Fare yüzüğü kapıp Keloğlan’a getirmiş. Keloğlan yüzüğü parmağına geçirmiş, şöyle bir çevirmiş. Karşısına yine o dev çıkmış. Önce azarlamış devi Keloğlan kendisine ihanet ettiği için. Fakat devin ne suçu var? Dev yüzük kimde olursa onun hizmetinde olmayacak mıydı? Hem yılanlar padişahının oğlu Keloğlan’a “Sakın yüzüğü kaybetme!” dememiş miydi?
Keloğlan yüzüğü ele geçirdikten sonra ilk iş olarak o vefalı arkadaşlarına teşekkür etmiş. Kedi ve köpeği sarayında refah içinde yaşamaya davet etmiş. Daha sonra da karısını padişaha şikâyet etmiş. Kızının ihanetini öğrenen padişah adamlarını çağırıp iki sevgiliyi öldürtmek istemiş. Fakat Keloğlan’ın iyilikle dolu yüreği buna dayanamamış. Padişahtan onları affetmesini rica etmiş. Ömür boyu kendisinin görmediği bir yerde yaşamaları için iki sevgiliyi salıvermiş.
Padişah, Keloğlan’ın altına benzeyen kalbi karşısında ne yapacağını şaşırmış. Kendisinden kızını istediğinde Keloğlan’a gülmesini hatırlayıp iyice utanmış. Küçük bir kızı daha varmış padişahın. Onu çağırtmış yanına. Kızına: “ Seni Keloğlan’a versem ne dersin?” diye sormuş. Padişahın küçük kızı ablası gibi değilmiş. Keloğlan’ın kel başını değil; ışık ışık parlayan gözlerini, iyilikle dolu yüreğini görmüş. Kabul etmiş babasının teklifini. Güle oynaya bu merhametli adamla evlenmiş. Allah’ın kendilerine bağışladığı ömrü birlikte geçirmeye söz vermişler Keloğlanla padişahın küçük kızı. Bu arada Keloğlan’ın annesi de kendi sarayında yaşamaktan vazgeçip oğluyla gelininin yanına taşınmış. Böylelikle mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamış bizim masalımızın kahramanları... Bize de bu masalı dinleyip anlatmak kalmış. Hani derler ya! Onlar ermiş muradına, darısı dinleyen ve anlatan herkesin başına!
Unutmamamız gereken bir şey var: Hayat insanoğlu için zor, fakat kısa bir sınavdır. Ne zaman geldik? Ne zaman gittik? Anlayamayız. Üstelik bazıları bir sınavda olduklarını bile fark edemeden çekip giderler.
NE MUTLU KARŞILIK BEKLEMEDEN İYİLİK YAPANLARA!
Derleyen: Hatice Eğlmez Kaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.