- 1153 Okunma
- 10 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEMSİYE VE ÇAYDANLIK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kimse bilmiyordu.
Kimsenin bilmesi de gerekmiyordu. Sadece ben bilsem yeterdi. Öyle de oldu…
Bir Kasım akşamıydı. Öylesine bir yağmur yağıyor, rüzgâr insanı sağdan soldan öylesine sıkıştırıyordu ki, dışarı çıkmaya imkân yoktu. Ama takdir edersiniz ki bazı zamanlar insanların mecburen dışarı çıkması gerekir. Bu mecburiyetin nedeni, aninden bitiveren bir tüp, karşılaşılan küflenmiş ekmekler ya da biten içme suyu olabiliyor. Benim dışarı çıkmamın nedeni, bu saydıklarımdan ilki olan, yemek yaparken aniden bitiveren tüp. Bakkalı aradığımda telefona çıkan çırak;
-Abiciğim kimse yok dükkanda. Sana zahmet gel sen alıver, kurban olurum…
Diyince, mecbur kaldım dışarı çıkmaya. Her daim balkonda duran şemsiyemi almaya gittiğimde, bir süre balkonun kapısını açmak için uğraştım. Takıldı mı bir kere hayatta açamazsınız. Baba yadigârıdır diyerek ilişmiyorum ama bu tahta beyaz kapıyı ve kapıya saplanmış gibi duran t şeklindeki alüminyum kapı kolunu değiştirmenin sanırım zamanı geldi. Hatta geçiyor bile…
Çok şükür açıldı namussuz kapı. Bu balkonu da iyice bir düzene sokmak lazım… İnsanın ara sıra oturası geliyor ama nerde? Her taraf, poşet poşet gazete ve karton kutu dolu… Kimi yaralı kimi ölü bir sürü çiçekler de cabası. Bir süre öncesine kadar mahalleden bağır çağır geçen eskiciler -nerdeler? keşke yine geçseler-, benim bu el emeği göz nuru biriktirdiğim gazetelere ya üç beş kuruş veriyor ya da arabadaki işe yarar ufak bir şeyle takas ediyorlardı. Ben genelde kaç kuruş olduğuna bakmadan paramı alır, bakkaldan kendime gofret ve sakız türü eğlencelikler alırdım. Güzel bir sistem uydurmuştum. Bir yandan gazete okuyup zihnimi dolduruyor, diğer yandan da gazete satıp midemi dolduruyordum. Her halükarda karlı çıkan bendim. Ama şu kalabalığı da olmasa…
İtiraf etmeliyim, şu garibim çiçeklerle uğraşamıyorum. Anlamıyorum dillerinden. Çünkü biliyorum ki, çiçeklere öyle su vermekle, güneşe koymakla bitmiyor iş. Her biri ile ayrı ayrı konuşmak, onları sevmek, kumunu karıştırmak -ve gerekiyorsa değiştirmek- gerekli. Aslında benim de konuşup dertleşmeye o kadar ihtiyacım var ki. Bu ihtiyacımı öyle süslü kelimelerle, uzun paragraflarla anlatamam. Bir gün benim sokağımdan geçer, kazara da olsa benimle göz göze gelirseniz ancak öyle anlayabilirsiniz. Dilim, gözlerim kadar dolu değil ne yazık ki… Elimden bu kadar geliyor. Kimisi konuşur sabaha kadar, anlarsın ki tek derdi kadınsızlıktır ya da yalnızlıktır. Ama bir de bakarsınız birinin gözbebeklerine… O zaman anlarsınız dünyanın kaç bucak olduğunu. Çarpılıverirsiniz. İnsanda eğer masum bir organ arıyorsanız, bu şüphesiz gözdür. Laf kalabalığı yapmadan, yalnızca demesi gerekenleri der ve susması gerektiği zaman kapanıverir…
Eyvah. Şemsiyem yok. Her daim burada su borsuna asılmış dururdu. Nereye gitti bu meret yahu? Hah! Çaydanlığın yanında. Ne ara koydum ki ben buraya? Geçen gece kafam biraz makyajlıydı, evin yolunu zor buldum. Herhalde bu da o geceden kalma.
Şimdi hemen dışarı çıkmalı ve bir koşu tüpü alıp gelmeli. Ah bu kalabalık ayakkabılık! Ah bu bitmek bilmeyen apartman merdivenleri! Ah bu yokuş ve yokuş aşağı deli gibi akan yağmur suları! Hepinizden şikâyetçiyim. Yarın olunca sizleri çok sevebilirim ama şu an inanamazsınız, size nasıl sinirliyim. Böyle olması gerekli değil mi? İlla ki bir aksilik çıktı mı, diğeri de peşinden insanın sabrının açığını kolluyormuş gibi çıkıverecek. Yok kardeşim, ben anlamam böyle şeyden. Huzur arıyorum ben huzur. Evimin kapısından gelip tüm odaları dolduracak kadar çok huzur. Tek başına yaşayan bir beni âdemin yüzünü güldürmese de, tebessüm ettirecek kadar bir huzur. Ben gülünce gözlerim çekirdek gibi olur. En çok da bu halimi severim. İşte böyle gözlerimi çekirdek gibi yapacak bir huzur…
Eve geldim. Işıkları açınca bir de ile karşılaşayım? Çaydanlık kapının önünde… Hay yarabbi! Nasıl olur? demeye kalmadan elimdeki şemsine, çaydanlığın yanına fırlamasın mı? Bir süre dondum kaldım. Elimde tüp, burnum kıpkırmızı, paçalarım sırılsıklam kalakaldım. Eğilip tüpü yere koyduktan sonra -gözlerim hala çaydanlık ve şemsiyede- paltomu çıkardım ve karşılarına oturdum. İkisi de zangır zangır titriyordu. Şemsiyenin titremesini sonradan dikkatlice bakınca anlasam da, çaydanlığın korktuğu belliydi. Üst kısmı alt kısma vurdukça tıkır tıkır ses geliyor, bu beni hem şaşırtıyor, hem de güldürüyordu. Şemsiyenin aninden açılıp, çaydanlığın önüne siper olmasıyla oturduğum yerden sıçrayıverdim. Ben ne tarafa yürüyorsam, benim kapkara şemsiyem de o yöne doğru yuvarlanıyor, her yuvarlanışında çaydanlığı korumaya devam ediyordu. Bir sürelik şaşkınlıktan sonra onlara zarar vermeyeceğimi, ne olup bittiğini anlamak istediğimi söyledim. Bir süre tıkırtılarla bir şeyler konuştuktan sonra, şemsiyem toplanıverdi. Dimdik karşımda durdu ve çalar saat zırıltısı gibi bir sesle;
-Biz birbirimizi seviyoruz… Bırak gidelim…
Dedi. Şaşakaldım. O öyle diyince arkasında duran çaydanlık da onu onayladı. Çaydanlığın sesi de çay kaşığının, çay bardağına vururken çıkarttığı ses gibi, ince ve tıkır tıkırdı. Nasıl dedim bilmiyorum ama aniden, kendilerini iyi hissetmelerini, istedikleri zaman istedikleri yere gidebileceklerini, lakin şu an çok yağmur yağdığından bu gece misafirim olabileceklerini söyleyiverdim. Uzun zamandır beni tanıdıklarından ve bu yüzden güvendiklerinden olsa gerek, kısa bir teşekkür ve minnet merasiminden sonra, ben önde onlar arkamda salonun koltuklarına kadar yürüdük. Ben oturdum ve onları da karşıma buyur ettim. Şemsiye, kolunu sevgilisinin omzuna atarmışçasına, çaydanlığın arkasında açılıverdi. Çaydanlık da şemsiyeye hafifçe sokuldu. Mutluydular. Ben de mutluydum. Hem de çok mutluydum. Evimde, benim arayıp da bulamadığım sevgiyi bulmuşlardı.
Sabaha kadar konuştum onlarla. Efendim bizim şemsiye beyimiz, çaydanlık hanımın belinin inceliğine, ellerinin zarifliğine vurulmuş. Çaydanlık hanımımız da yıllardan beridir, uzun boylu, endamlı bir beyefendi hayal eder dururmuş. Ben onları evimde bir ömür boyu misafir etmek istedim. Teklifime çok memnun oldular ama kabul edemeyeceklerini söylediler. Bana, sahile nasıl gidebileceklerini sordular. Ben götüreyim istedim, yine kibarca reddedip, kendileri yalnız gitmek istediler. Ben de onlara bir fikir verdim. Bir süre kendi aralarında konuşup karar verdiler. Dediğimi yapacaklardı.
Sabah olmuştu ve gökyüzü hala kapkaraydı. Yağmur geceden beri hiç durmamıştı. Şehir hayal gibiydi… Yağmur hayal gibiydi… Hayal devam ediyordu…
Vedalaştık. Evden apar topar çıktılar. Pencereden baktığımda, dediğimi yaptıklarını gördüm. Şemsiye Bey açılmıştı. Bir kayık gibi yokuş aşağı akan suyun üzerine yatmış, göğsünde Çaydanlık Hanım ile usul usul sahile gidiyorlardı. Amaçları denizle buluşup, yüze yüze dünyayı dolaşmakmış… Koyun koyuna…
Şemsiye Bey söz vermiş Çaydanlık Hanıma… İsterse onu bir ömür boyu göğsünde taşıyacakmış. Dilediği yere götürecekmiş… Onlar birbirlerine inanmışlar... Ben de onlara inanıyorum… Ya siz?