Dizi: Seni Tanıdım İstanbul/1 MESELENİN BAŞI VEHMA FİTNESİ'YDİ
Bir şeyi anlamak ve yaşamak sebeblere bağlı. Bu sebeb hâsıl oldu ve İstanbul’la tanıştık.
İstanbul.. Yani tarihi 300 bin yıl öncesine dayanan paleotik çağların yerleşim bölgesi.. Temelleri MÖ 7. yüzyılda atılan ve MS 4. yüzyılda İmparator Konstantin’in yeniden inşa edip başkent yaptığı, o günden bugüne 16 asır boyunca Roma, Bizan ve Osmanlı’yı Başkent olan şehir..
Tarihine, manâlı mazisine ve geleceğinin tayininde bütün ahkâmına dört elle sarınılacak Mukaddes Şehir.. Kurulduğu Yedi Tepe üzerinden serkeşine, kapkaççısına, transseksüeline ve yozlaşmışlık arzeden bütün yalakalığına rağmen ulviyetinden ve mukaddesatından pek bir şey kaybetmiş değil.
35 yıl boyunca ziyaret etmediğimiz bu şehri, Fatih mahallinde bir Ramazan-ı Şerif günü Hırka-i Şerif’e râm olmakla tanımaya başladık. Yemenli Velî Hazret-i Üveys El-Karani’nin, Peygamber Efendimiz’den hediye hırkasının, Sultan I. Ahmed’in fermanıyla, 1611’de İstanbul’a getirtilmesiyle bugünkü Emanetler ve İbadetler Odası 1870’den itibaren yapılmaya başlanmış ki, Mukaddes Şehir İslâm Âlemi’ne cazibe merkezi olsun.
Aylarca yerinde yaptığım araştırma ve imkânlarım neticesinde Haliç’in iki yakasındaki yerleşik İstanbul’u tanımaya çalıştım ve gördüm ki Sultanahmet ile Süleymaniye Fatih’le ulviyet birliğinde..
Taksim’le Galata ise Karaköy’ün mazisine adapte. On sekizinden küçüklere –güya- yasaklanmış umumi evlerin, üç kâğıtçı güruhların ve Batı hayranı melezliğin, günün beş vaktinde çok az işittiği ezana yabancı olduğu, Manastırların yâdigarı Kiliseler mekânı Karaköy nere.. Tesettür adabının ve İslâmî hayatın ahenk ahenk çarşı-cami iç içe olduğu; terbiyenin, nezaketin, niyetin ve hoşgörünün dalga dalga muhtaç gönüllere çarpıp durduğu; ecdadın halis ahlâk ve hakkaniyeti, Âsar mührüyle Küfr’ün tam merkezine yerleştirdiği Fatih nere..
Galata’dan Taksim’e doğru çıkarken, etrafımdakilerin konuştuğu dil şayet Türkçe ve benzerlikleri Türk’e olmasa, buraları Cenevizler Diyarı gibi görmem mümkün. Türk’ün, yani İman-ı İslâm’dan ehil olan bu milletin dinde zorlama yapmadığı, asla dinini kılıç dini olarak yaymadığı ve “İslâm Kılıç dinidir” diyen Macar Tarihçisi Ligetti’yi; “iddiasıyla mahçup ettim” dediği Karaköy, muhakkak ki Haliç’in öte yakasındaki –Eminönü’nden Haseki’ye, hattâ Fatih’ten Belgradkapı’ya denk Konstantinepol’e zevk-ü sefa beldeliği yapmışken, Resûl’ün müjdelediği Ni’me’l Ceyş (Güzel Asker)’lerle kazanılmış, muhafazası sadece surlar olan- Fatih’in başkentini gıptayla seyretmekte..
Artık Kerkoporte denilen Bizans gizli kapısının asla bir daha kapanmamak üzere açıldığı Topkapı’dan başlayan Sur içi Feth-i Mübin yolunda, Konstantin’i Likis Vadisi’nde yere vurduğu günün sabahında Fatih’in ilk şükür namazını kıldığı yer Hafız Yusuf Camii tepesinden Aya İrini ve Ayasofya’ya varılan yerlerde, VEHMA FİTNESİ def’edilmiştir. Hemen bu noktada def’edilecek üç fitneye işaret eden Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (SAV)’e kulak verelim:
“Fahr-i Âlem (SAV) Ashab-ı Güzin’e sohbet sırasında suallere cevab verirken Ebu Zer (R.A.) İrtihal-i Nebi’den sonra zuhuru beklenen fitnelerden sual etti. Peygamber Efendimiz buyurdular ki; Dehma Fitnesi, Vehma Fitnesi, Summün Bükmün Umyün Fitneleri zuhuriyle Ehl-i İslâm’a saldırılar. Birincisi kılıçla, ikincisi Ehl-i Kur’an’la, üçüncüsü ise Zikir ve Rabıta Ehli olanlarla def’edilecektir.”
Dehma’dan murad nedir? Hazret-i Ali (RA) ve Muaviye arasında vâki fitne veya Haçlı kılıçlarıyla İslâm Alemi’ni yok etmek üzere yapılan taarruzlardır. Fitnenin üçüncüsü olanı Summün Bükmün Umyün fitnelerinin bir kısmı geçmiş, bir kısmı geçmekte ve bir kısmı da gelecek olan fitnelerdir ki bunlar Zikir ve Râbıta’nın nurlarıyla def’edilecektir. İkinci fitne Vehma Fitnesi’nden murad neydi peki? Bu fitne Hz. Fatih’in İstanbul’u fethidir. İstanbul’u almaya baş koyan 20 yaşında ve henüz bir yıllık padişah olan Sultan Mehmed, Edirne’de bir yıllık savaş hazırlığı sonrası çıktığı yolda kendisine bir Mübarek şöyle sorar; “Ya Mehmed! İstanbul’u alacak ordu Ehl-i Kur’an olacak.” Fatih’in bu, Nebi’den gelen Vehma Fitnesi’nin Ehl-i Kur’an’la def’edileceği Hadis-i Şerif’ine hazır olup olmadığı elbette ordusuna bağlıydı. Bir Mübarek der ki; “Ya Mehmed! ordunu şu bağlar arasında istirahate çek. Bakalım fethe hazırlar mıdır?”
Günlerce bağların üzümlerine baka baka yaşayan orduya nihayet bir ferman buyrulur: “Yürüyün gidiyoruz.”
Bir müddet gidilip bağlardan uzaklaşıldıktan sonra yeni bir ferman daha buyrulur: “Padişahımız hastalanmış, canı üzüm istemektedir. Yanında üzüm olan getire!”
Hiçbir askerin üzerinden üzüm çıkmaz. Yani hiç birisi harama tevessül etmemiş bir Ni’me’l Ceyş’liğe liyakattedir. Fatih’in dediği gibi, onların hepsi Kur’an’ı bilen ve Kur’an’ı anlayan Ehl-i Kur’an’dırlar.
İşte böylesine iman ehli, Kur’an ehli ve her birisi Kur’an’ı bilen güzel askerlerden oluşan Fatih’in ordusu, işte Haliç’in sularına indiği 5 Nisan 1453’te; 7. asırdan bu yana fethi özlenen Konstantinepolis’e, “54 gün sonra Sen Romen’de bir kapı açacağım. Cibali’de ikinci kapıyı. Edirnekapı’da üçüncüsünü.. Surlara fetih sancağını dikmek, 30 askerli Ulubatlı Hasan’ıma kısmet olacak. Şehid de benim, gazide benim. Ama mutlaka sen benim olacaksın” haberini göndermeye başlamıştır.
İşte azimin, inancın ve imanın gidişatı ve halet-i ruhiyesi buydu..