Bir Tutam Hüzün...
Bir tutam hüzün aldım bugün kendime Diyarbekir’in birikmiş acılarından.daracık sokaklarından biraz terkedilmişlik,biraz da yalnızlık.
Cami avlusunda ölümü düşleyen ihtiyar bir dededen biraz yaşanmışlık.Savrulmuş,yedeklenerek küçültülmüş düşleri büyüterek toplayıp daha önce topladıklarıma ekleyerek sırtladım.Çıkıyorum evimizin dik merdivenlerinden.Kapıyı çalıyorum kimseyle birşey konuşmadan odama çekiliyorum.Odam,yalnızlığımın,iç dökmemin mekanı.Kasetlerime bakıyorum,aradığım ezgi hiçbirinde yoktu.En iyisi sessizliği dinlemekti.Ezgi başlamıştı.Makamını yalnız ben biliyorum.Sessizlik,yani susmak asırlarca içinde biriktirdiklerini,yani yalnızlığa giden yolun mühürlü belgesine kendi imzasını atmak,yani yaşamın anlamsızlığını kelimelere dökerek dillendirememek.
Ben sustukça biraz daha biriktiriyorum içimdeki acımasız tarihi.Beynimle biraz daha oynuyorum.Yoksa beynim mi benimle oynuyor? bilmiyorum.kendi yıkıntılarımın arasında arıyorum aradığımı? Yıkıntılarımı onarmaya çalıştıkça,üzerime devriliyor eskilerim.Geçmişimle garip bir kavgaydı,melankolik bir hesaplaşmaydı benimkisi.Matematik kesinliğinin sonucu başından belli düşlerimle olan kavgasıydı.
Nerdeyim şimdi? Yazıya bile dökmeye korktuğum,içimdeki kabustan kurtulmak istiyorum uzun zamandır.Kabuslarda; bağırmak,çağırmak istersin yapamazsın,uyandığında herşey biter.Kabuslar,yaşamın gerçeğiyle şekillenip hayata girmeye başlamışsa; işte o zaman yapacak bişey kalmaz.Acılar biraz da içselleşerek süreklileşiyordu.
Puslu ve acımasız bir çağdı.Hain akşamlar çözmeye çalışıyordu beni,onardıklarımı deviriyordu tekrar üzerime.Günler diğer günün tekrarı,geceler ise günün konsantresiydi karanlık bir tepsi ile önüme sunulan.Umutlarımı çalıyordu karanlıklar.
Hain bir hikaye vardı veya bir öykü.Nedensiz ve hesapsız bir öykü.geçmiş yoktu gelecek de yoktu.Ama birşeyler vardı,hiç umulmayan birşeyler,daha önce yaşanmamış,kimse görmemiş ama biliyorduk ne olduğunu.Şimdi neresindeyim bu öykünün.Yoksa öldürüldüm mü kendi öykümde? Bilmiyorum.
Zaman artık kovmuyor umutları kendi hızıyla,umutsa zamanı çok geriden takip ediyor.Onun gölgesini bile anımsamıyor.Oysa hangi çağda,hangi dönemde,hangi ruh halinde olursak olalım; hayallerimize yaşam verecek umut olmalı diye öğrenmiştik.
Güneş bazen koşarak gelirdi gecelerime,bardaktan boşanırcasına düşerdi bedenime.Beni eriterek katardıgürül gürül akan bir ırmağa,dağlardan bayırlardan geçerdi.Artık gecelerime güneş düşmüyor,beni kendimden kurtarmıyor.Uzun boylu geceler beni kolluyordu kaç zamandır.
Beni götürdü içlerinden en acımasız olanı.İçimdekileri çıkarark çırılçıplak soydu.Bileklerime yalnızlığı,ayaklarımauzun zamandır çözemediğim sorunları taktı.Başıma karanlığı geçirdi bir de tuz bastı bedenimdeki yaraya.Sessizlikten tanıyorum beni bekleyenleri.Geçmişimin ve bu günüm tezgahı kurup sorguladılar beni,çözemeyeceklerini anlayınca yalnızlığımla yüzleştirdiler.Dönüp bir bir anlattı yalnızlığım ona anlattıklarımı.
Aslında,bu kadar kuşanmasına gerek yoktu gecenin.Bir şiir yeterdi beni teslim alması için.Gece kaç zamandır düşlerimi istiyor benden,bilmiyorum vermeli miyim düşlerimi geceye? Boğazıma takılan haykırışlarım gözyaşımla buluşuyor.Ağlıyorum ve yeniliyorum geceye.Oysa bu gün gökyüzünün eşsiz maviliğine bakıp söz vermiş bir daha ağlamayacaktım.
Hiç olmayan bir kent vardı düşlerimde.Bu gün,kendimi bu kente sürecektim.Nerede olduğunu nasıl gidileceğini de bilmiyorum.
Adı olmayacaktı bu kentin,adını ben koyacaktım.MAVİ.(Yoksa senin de adın mavi miydi?) her durakta,her istasyonda acılarımı azar azar bırakacak vardığımda acılarımdan arınmış olacaktım.Yüreğimde kanatlanmayı,gökyüzü ile buluşmayı bekleyen rengarenk kuşları salacaktım sonsuz maviye.Bütün baharları bir baharda toplayıp,sonsuz baharı yaşayacaktım.Kendimi kaybettiklerimi bir ağıta düşürecek,kızıllığı tenimde hissederek,güneşin batışını izleyecktim.
Güz sarıya çalmayacak,sarı ayrılığı anlatmayacak artık aşklar ulaşılıp da efsaneleşecekti.Esmer acılar olmayacaktı.Hep esmer yıldızlar kaymayacaktı bilinmezliğe doğru.Kayarak umut olmayacaklardı hayallere.Gecenin karanlığına saklamayacaktı kendilerini.Bir bahar sabahı yağmurla birlikte kente düşüp bir gelinin nakış işlemesi gibi yürekleriyle kenti şekillendirecektiler,kenti arındıracaktılar özlemleriyle.
Nefret ve sevgiyi kıl gibi ayıran o ince çizgiyi nefretle birlikte atacaktım.Bütün yıkıntıları çocuk gülüşlerini harç yaparak onaracaktım.Annelerin tanrısallığıyla şekillendirecektim.
Gökyüzünün berrak olduğu bir gecede,yıldızların ışıkları altında sabaha kadar halay çekecektim.Beynimde o kimsenin bilmediği müziğin ezgisiyle.sabahla birlikte ruhum bütün çirkinliklerden arınmış olacaktı.İşte o zaman en güzel elbiselerimi giyecektim.Ruhumu tarihin el değmemiş kuytusuna; yüreğimi,bir ceylan misali süzülen Dicle’nin sularına,bedenimi ise Fırat’ın kızgın sularına atacaktım; bir Dicle bir Fırat Bir tarih bırakarak.
Adı yoktu bu kentin.Adı tarihin derinliklerinde saklıydı.
Of gece of! ...
Ben bir başkasının gelip beni kurtarmasını beklerken gecenin karanlık ellerinden,sabah kuşları güneşin doğuşunu müjdeleyerek kanatlarıyla beni güne katıyorlar.Ve yepyeni düşlere sürüyorlar.
Hoşça kal gece...
Bir başka zaman beni almaya geldiğinde,belki düşlerim düş olmaktan çıkıp yaşam bulmuş olacak.Belki kaybettiğin yerde olmamış olacağım...