- 1064 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Ne Gelen Var Ne Giden
Ne Gelen Var Ne Giden (Deneme)
Ne gelen var, ne giden. Issız bir parka çıkan, patika bir yol burası. Üşüyorum. Üşüyor olmamın nedeni, gerçekten havanın soğuk olması mı; yüreğimin kendiliğinden üşümesi mi; yoksa yüreğimi ısıtacak olanın bir türlü gelmeyişi mi, bilmiyorum. Bildiğim tek şey var ve bu gerçek soğuk bir deniz rüzgarı gibi yüzüme çarpıyor; “gelmeyecek olanı bekliyor olmam”.
İçimin üşümesinin nedeni, gelmeyecek olanı beklemem de değil belki. Aslında içimi acıtan; “onun gelmeyecek olduğunu biliyor” olmam. Bilmek acıtır mı insanı? ..Bilmenin acısı ne kadar renksiz, ne kadar soluk, ne kadar derinmiş meğer. Gelmeyeceğini bilmeseydim eğer, gelmeseydi de, bu kadar üşümezdim. Geleceğini bilmek, bunu umut etmek ısıtırdı beni. Oysa şimdi ayazda kalmış kupkuru bir ağaç dalı gibiyim. Rüzgar şiddetini birazcık daha arttırsa, büsbütün kırılacağım sanki. Üzerime bir kuş bile konmuyor. Kurumuş dala hangi kuş konmak ister ki? Böyle bir dala konacak kadar kuş beyinli mi kuşlar? Ne onu ısıtacak, ayazdan koruyacak yeşil yaprağım var, ne de yüreğini aydınlatacak güneşim.
Yıldızsız gecelerde zaman ne de çabuk geçiyor. Ay nerelere kayboldu acaba? Yoksa vakit gece değil mi? Gökyüzünün feneri gibi içimi aydınlatan ayın, nöbeti çoktan bitmiş olabilir mi? Kuşlar nerede? Kelebekler niye kanat çırpmıyor? Niye bir arı vızıltısı duyulmuyor? Acı acı inleyen o ses ne acaba? İçimde bir yerlerde beni çimdikleyen şey ne olabilir ? Canımı bunca acıtan ne? bilmiyorum.
İşte yine duyuldu o acı ses. Hem, bu kez daha da acı verici bir inilti gibi geliyor. Bir kedi olmalı bu. Evet, evet bir kedi sesi, nasıl da acı içinde inliyor zavallıcık. Sokakta kalmış, buz gibi soğuk havada, üşüyor olmalı. Yazık donacak soğuktan; belki de açlıktan ölmek üzere. Kimbilir şu anda, hangi sokakta, kaç tane kedi, köpek açlıktan ölmek üzere... Kimbilir şu anda kaç insan ölüyor, öldürülüyor? Kaç insan çalışıyor?
Kaç insan doğuyor; kaç insanın ilk ağlama sesleri duyuluyor. Kaç kadın doğum sancıları çekiyor?
Kaç insan sevişiyor; kaç insan hakiki orgazmı yaşıyor; kaç tanesi orgazm taklidi yapıyor kimbilir? Kaç tane aç insan karnını doyuruyor iştahla yediği yemeklerle, kimbilir kaç tanesi önünde duran yemeğe dokunamayacak kadar tokken hala tıkınıyor? Kaç insan boğazından geçecek bir lokmanın peşinde koşuyor; açlıktan kaç insan ölüyor?
Gece uykusundan kaç çocuk uyandı; kaç çocuk süt diye ağlamaya başladı? Kaç çocuk, yarı uykulu halde, birdenbire açtığı kapıda, anne babasının, o en hayvani tepinmelerini yakaladı? Kaç tane insan sıcak bir bedene sarılıp yatarken, kaç tanesi sıcak bir bedene sarılıp yatmanın özlemiyle yalnızlığın acısını yaşıyor? Ne kadarı huzur içinde uyuyor? Ne kadarı uykuya hasret gözleriyle, uykularla sevişmelerin hayallerini kuruyor? Kaç çocuk sokakta sabahı bekliyor? Kaç tane kimsesiz, evsiz barksız insan sığındıkları otogarlarda, tren istasyonlarında, barakalarda, yıkık dökük virane evlerde, köprü altlarında, bankamatiklerde karbeyaz ölümlere yaklaşıyor; ölümün soğuk yüzüyle yüzyüze gelmek üzeler kimbilir?
Kimbilir kaç insan gelmeyecek olanı, gelmeyeceğini bile bile bekliyor, bekliyor, bekliyor ve tükeniyor? Tükeniş ölmek mi, yoksa umutların bitmesi mi ölmek? ’İnsan ne zaman ölürmüş; elbette gülünün solduğu akşam’. Kaç insanın gülü soluyor? Solgun bir gül oluyor umudun tükenişi. Ben insanlığımdan utanıyorum; dışarıda soğuktan çocuklar donarken, insanlar ölürken, kediler inlerken açlık ve soğuktan, gece çalışanlar yastığa başını koyup, gözlerini kapatıp huzura çekilmenin hayalini kurarken kapanan gözleriyle, kaloriferin yandığı, ışıklı bir evde üşümenin lüksünü yazıyorum. Bu utanç verici bir duyarsızlık mı acaba; yoksa benim içimin üşüyor, esrimelerle titriyor olmamın, masum bir yüzü olabilir mi?
Özlüyorum onu, sesini duymayı istiyorum; hayat veren sesini, umut veren sesini. Ama biliyorum ne o ses, ne de o sesin sahibi bana ait değil; ben de ona ait değilim. Ne o kendine ait, ne de ben bana aitim. Bu bir aidiyet meselesi de değil. İyelik eklerinden nefret ediyorum. Onun benim olmasını istemiyorum. O kadar hayalci olma lüksüm yok. Ama bir damla ilaç istiyorum ondan. Sesini duymak ilaç gibi gelecek bana bunu biliyorum. O bir damla ilacın beni onaramayacağını biliyorum fakat büsbütün iyi olmayı istemiyorum ki zaten. İyileşmem ölmem olacak, bunu biliyorum.
“Bir şeyi çok istersen, ama gerçekten çok istersen o şey mutlaka olurmuş” diyor trendi yükselen kitaplar. Eğer bu doğruysa, niye olmuyor, niye yok şimdi? Niye gelmiyor şimdi? İnancımı mı kaybettim? Sanırım öyle olmalı, çünkü daha önce, o yoğunluğu hissettiğim anlarda çıkıp gelmişti. Ben istemiştim gelmesini, o da gelmişti. Şimdi de, o kadar yürekten, o kadar derinden istiyorum. Hatta çok daha derin ve özlemle istiyorum ama gelmiyor..
Ne gelen var, ne giden. Bunun nedenini de, çok iyi biliyorum. Çünkü istemek yetmiyor.. Geleceğini bilmek, hatta bundan kesinlikle emin olmak gerekiyor. Oysa ben onun “gelmeyeceğini” çok iyi biliyorum. O halde nasıl gelsin ki; gelmez tabii, gelmeyecek de…
Sol yanım sızlıyor. Sağ yanımdaki gerçek ağrılarımı bastırıyor sol yanımdaki sızı.. Üşüyorum, utanarak.. Ben şimdi ona varmaya gidiyorum. Gitsem varabilir miyim ki? Varsam gidebilir miyim ki? Gidip varsam ya da varıp gitsem ne değişecek ki; ben ne diyeceğim ona? Nasıl isteyeceğim, bana bu kadar yabancılaşan birini? Hem, o kadar başkalaşmış(tır) ki o; başkalaşım kayalarına örnek olarak bile gösterilebilir. Başkalaşan sadece o mu? Ben de başkalaştım. Bu başkalaşmak mı acı veriyor yoksa bana? Başkalaşırken kimyası mı değişiyor insanın? Kimyası değişen insan üşümez mi? Kendime yalanlar söyleyip, inanasım geliyor..
Yalanlar… ahhh yalanlar… ’Sorulardan ve sorguculardan nefret ediyorum; yalan söylemeden söylenebilecek o kadar az şey var ki.’beni bağışlıyor musun sevgilim? ” Sevgili bayan, şimdiye kadar, bağışlamanın ne anlama geldiğini hiçbir zaman keşfedemeden yaşadım.”yine eskisi gibiyiz, değil mi? Niçin, nasıl olabilir bu? Baştan sona farklı; ancak yine de benim yürekten sevdiğim dostumsun. “Beni anlıyor musun? ” Tanrı bilir kabul etmeliyim ki, bu imkansız.”(1). Hangimiz bu yalanı söylemek zorunda kalmadık ki? İçimizde dev gibi büyüyen bir aşkı, onu sonsuza kadar kaybetmemek için, dostluk maskesine bürünmedik ki? Şimdi bu yalana kim, ne diyebilir değil mi?
“Hiç ilk defa birine aşık olduğun zaman ki kadar çok doğru söylediğin oldu mu? Hiç dünyayı böylesine berrak gördün mü? Aşk hakikati görmemizi sağlar, doğruyu söylemeyi görevimiz kılar. Yatakta yatmak/Yalan söylemek: bu ifadedeki tersliğe bakın. Yatakta yatarak/yalan söyleyerek, doğruyu söyleriz: bu sanki felsefeye giriş kitabından alınma, kendi içinde paradoksal bir tümce gibidir. Ancak dahası da var: bu ahlaki görevin bir tanımıdır. (2) Gelmeyeceği hakikatini bilme cesaretim ya da bunu görme berraklığım aşkla mı ilgili? Hani, “Aşk gelicek, cümle dertler bitecek”ti? Bu doğruysa eğer, benim dertlerim neden dert olmaktan çıkıp, acı patlıcan olmaya doğru yol alıyorlar? Bunu nasıl başarıyorlar, başkalaşmamın özü bu mu?
Yalan konusunda, “faydacı teoriye” en uygun davrananların çoğunlukla kadınlar olmasının bir anlamı olabilir mi? “Evet, her zaman orgazm taklidi yaparım. Sadece nazik bir davranış gibi göründüğü için. Niçin kaba olalım ki? ”(3). Benim kendimi inandırabileceğim bir yalan yaratıp, ona inanarak orgazm taklidi yapmayışım, erkek olmama has bir kabalık mı? “O gelecek, er ya da geç gelecek, sımsıcak elleriyle ellerimden tutacak” deyip, beni sesi ve teninin sıcaklığıyla tiril tiril terleteceğine dair bir yalan yaratıp, buna kendimi inandırabilsem, daha mı nazik davranmış olurum.? Sanmam. Kabalığımı bağışlayın lütfen. Gelmeyeceğini biliyorum.
Başladığı gibi her şey. Ne gelen var, ne giden…. Bu ıssızlığı bozmaya kim cesaret edebilir, bu yalnızlığa kim gölge düşürebilir? İstemem de zaten… Gelmesin artık; kimse gelmesin. Öyle alıştım ki, beklemelere… Gelmeyişin, beklemelerime renk katıyor. Acının rengini, acının kokusunu, acının ağırlığını hissettiriyor; bu hissetmeler beni ayakta tutuyor.
Bakıyorum son kez; gelen giden var mı diye…Ne gelen var, ne de giden. Günlerce susuz kaldıktan sonra çeşmeye ağzını dayayarak, kana kana su içmeye benzerdi gelişinin hazzı. Gelme lütfen, çok su içtim, şişkinlik yapıyorsun.
……………………
1-(J.Forrester, Hakikat Oyunları, Ayrıntı yay.)
2-–(Julian Barnes, On Buçuk Günde Dünya Tarihi, akt. Forrester)
3-(Shere Hite, akt.Forrester)
YORUMLAR
yaşam da olup biten bütün acıların elbette önüne geçemeyiz.bize düşen bize verilenle merhametli bir şekilde yaşamaktır.ve ibret almaktır.pek çoğumuz,aslında sahip olabileceğimizden daha dar bir çerçeveden dünyaya bakarız;idrak ve anlayışımız üzerindeki etkilerinin üzerine çıkamayız.elimizi uzattığımızda tutabileceğimizi bildiğimiz (o her neyse artık) tutma tercihini seçmeyip,yere düşüp kırılışını seyrederiz. insanoğlunun dünyasıyla çatışma halinde oluşuna şaşmamak lazım diyorummm:)))
bilmiyorum iyimi ediyorum
beni çok mutlu ettiniz.. teşekkür ediyorum..
yoğunluğunuz arasında, lutfedip böylesi uzun bir yazıyı okuma ve yorum zahmetine katlandığnız için çok teşekkürler İlyada...
"Bu ıssızlığı bozmaya kim cesaret edebilir,"
o cesareti vermediğiniz için gelmiyor olabilir mi ?
ürküten bu sessizlik ,bu tenhalık fırtına öncesi sesizlik olabilir mi?
umarım...
BİLMEM OLABİLİR Mİ?
CEntilmenCE tarafından 6/23/2010 12:02:08 PM zamanında düzenlenmiştir.
CEntilmenCE tarafından 6/23/2010 12:02:42 PM zamanında düzenlenmiştir.
" ’İnsan ne zaman ölürmüş; elbette gülünün solduğu akşam’. Kaç insanın gülü soluyor? Solgun bir gül oluyor umudun tükenişi. Ben insanlığımdan utanıyorum; dışarıda soğuktan çocuklar donarken, insanlar ölürken, kediler inlerken açlık ve soğuktan, gece çalışanlar yastığa başını koyup, gözlerini kapatıp huzura çekilmenin hayalini kurarken kapanan gözleriyle, kaloriferin yandığı, ışıklı bir evde üşümenin lüksünü yazıyorum. Bu utanç verici bir duyarsızlık mı acaba; yoksa benim içimin üşüyor, esrimelerle titriyor olmamın, masum bir yüzü olabilir mi? "
Başladığı gibi her şey. Ne gelen var, ne giden…. Bu ıssızlığı bozmaya kim cesaret edebilir, bu yalnızlığa kim gölge düşürebilir? İstemem de zaten… Gelmesin artık; kimse gelmesin. Öyle alıştım ki, beklemelere… Gelmeyişin, beklemelerime renk katıyor. Acının rengini, acının kokusunu, acının ağırlığını hissettiriyor; bu hissetmeler beni ayakta tutuyor.
"Bu ıssızlığı bozmaya kim cesaret edebilir,"
o cesareti vermediğiniz için gelmiyor olabilir mi ?
ürküten bu sessizlik ,bu tenhalık fırtına öncesi sesizlik olabilir mi?
umarım...
gelmesi dileğiyle..saygı ile...