- 659 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hür Olmalı Şairler
Hür olmalı bir şair, tutsak olmamalı. İçinden geldiğince şakımalı bülbül gibi. Kulaklarımıza güzel diyarlardan masallar fısıldamalı eğer isterse. Gerekirse bizim adımıza haykırmalı. Hayaller kurabilmeli yolda yürürken, birbirinden güzel düşler görebilmeli sımsıcak bir uykunun koynunda uyurken Kanatları onu alıp götürebilmeli kendisine ilham kaynaklığı yapan mekânlara… .Kimseler onu hapsetmemeli maddi veya manevi duvarların arasına. Aksi takdirde bir gül gibi solar şair, günahsız bir kuş gibi ölür. Vicdan sahibi olan birisi ister mi duymaktan, düşünmekten ve söylemekten başka mesleği olmayan bir canlının mevsimi gelmeden solmasını ya da bahara doymadan ölmesini.
“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et. Şairleri haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” diyor milli edebiyat şairlerinden biri olan Mehmet Emin Yurdakul. Bir şair mensubu olduğu toplumun en önemli uzuvlarından birisidir. Bedenin yaşamak için kalbin atışına, beynin çalışmasına ihtiyacı olması gibi bir şeydir toplumların şairlerinin varlığına duyduğu mecburiyet... Şairler aşkı, ayrılığı, vefayı, hasreti, sadakati, merhameti, erdemi, sükûneti, doğru bilinenlere karşı olan bağlılığı anlatırlar bizlere şiirlerinde hiçbir iddiada bulunmadan. Bu anlamda minnettar kalmalıyız onlara yüreğimiz çarptıkça ve aklımız erdikçe. Öksüz bir çocuk nasıl sahipsiz ve garip hissederse her yerde kendisini, şairleri susturulan milletler de öyle çaresiz ve aciz kalırlar hayat karşısında. Öyleyse haykırmalı şairler, susmamalı. Susturulmaya çalışılmamalı.
Şair halkı ağlarken ağlar en yanık kelimelerle. Halkı gülerken güler çok sevdiği insanların sarışın tebessümüyle. Bayburtlu Zihni Rus işgaline uğrayan Bayburt’u, millî bir felaketin ardından memleketine döndüğünde gördüğü manzarayı, şu mısralarla tasvir ediyor “Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş/ Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı/ Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş/ Sakiler meclisten çekmiş ayağı” Rus mezaliminden kaçan Türk halkı memleketini terk edip, avcıdan kaçan ceylan misali dağlara sığınmıştır. Düşmanlar Bayburt’ta taş üstünde taş bırakmamıştır. Bu manzarayı gören şair elbette ki halkının hislerine tercüman olarak ağlayacaktır mısralarında.
Şairler çevrelerinde olup bitenlere karşı kayıtsız kalamazlar. Eğer kendilerini fildişi kulelere hapsediyorlarsa bile bu bencilce zannedilen davranışta da toplumsal bir tepki vardır aslında. Fecr-i Ati şairlerinin en ünlüsü, yalnızlığın ve melalin en yücelerinde dolaşan Ahmet Haşim bazıları tarafından aşırı şahsi olmakla ve toplumun problemlerine sırtını çevirmekle itham edilmiştir. “O Belde” isminde hayalî bir mekânın hasretini anlatırken Ahmet Haşim sadece romantik ve içe kapanık karakterini anlayamayanlara tepki vermemiştir. Dünyanın en mağrur milletlerinden biri olan Türk milletine reva görülen siyasî baskılara da kendine özgü bir sitemde bulunmuştur. “Makber” isimli şiirinde ölen eşi için ağlayan Abdulhak Hamit Tarhan, “Gül hazin sümbül perişan bağ-ı zarın şevki yok / Geldi amma neyleyim sensiz baharın şevki yok” diye kaybettiği oğlu Nejat için figan eden Recaizade Mahmut Ekrem acaba sadece bu şahsi dertlerinden ötürü mü siyasî konularda şiirler yazmaktan uzak durdular?
Tutsaklık herkese ağır gelir. Fakat ille de şairler, ne çileler çekerler eğer tutsak olurlarsa. Edebiyatımızda suya sabuna dokunup da yolu zindanlara, sürgünlere düşen birçok şair bulunmaktadır. Üstelik yaşadıkları dönemde büyük suç olarak kabul edilen, daha sonraki yıllarda tarihin tozlu sayfalarında eski hükmünü kaybeden düşüncelerinden ötürü. Namık Kemal Magosa’ya millet kavramından söz ettiği için “Vatan Yahut Silistre” dediği için sürülmüştür. Günümüzde milletini sevmek karın doyurmak, su içmek gibi sıradan bir iştir.
Nazım Hikmet’i unutmayalım bu bahiste. Türk şiirinin en kalpten, en güzel, en duru şiirlerini yazmış şairlerinden biri olan Nazım Hikmet’i… Ömrünün önemli bir bölümü hapishanelerde, takiplerde, yurdundan yuvasından uzak ülkelerde geçen romantik fakat bir o kadar da asi bir şair olan Nazım Hikmet’i… Nazım Hikmet çok sevdiği İstanbul’un yedi tepesine, yedi tepeli şehirde bıraktığı gonca gülüne hasret gitmiştir. O kadar çok sevmektedir ki İstanbul’u, o kadar çok özlemektedir ki “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında” diyerek madden uzak kaldığı şehrin tam ortasında, bir parkta yaşamaktadır maneviyatta.
“Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” sorusunun cevabını verebilecek olan biri var mı aranızda? İnsan geri dönme ihtimalinin yok edildiği ülkesine mi daha uzaktadır yurt dışında kaçak hayatı yaşarken? Yolunu izini bilmediği, bilse de kendisinden milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızlara mı? Yoksa elinden bir sabun gibi kayıp giden gençliğine mi? Dilimizi, şiiri ve insanları nedenini bile doğru dürüst bilmeden seven bir kişi olarak ben de hissetmişimdir Nazım’ın kalbini yakan kederi çoğu kez. Kendim yaşamışım gibi bir büyük ayrılığı... O nasıl dayandı acaba bu ateşe? Üstelik çok sevdiği halkına yıllarca “vatan haini” diyerek tanıtıldığını bilerek… Ölümünden yıllar sonra bugün onun vatan haini olmadığı kabul edildi. Pek de umurunda olmadığı, zaten hiçbir zaman zedelenmeyen itibarı kendisine iade edildi Yurt hasretiyle çürüyen bedeni büyük bir ihtimalle yurda dönecek. Belki de vasiyet ettiği gibi bir köy mezarlığına defnedilecek bu naçiz beden. Peki ya acı, hicran ve gönül burukluğuyla geçen yıllarını geri verebilecekler mi bu masum şaire onu acımasızca yargılayanlar?
Edebiyat tarihimize şöyle bir baktığımda vatanına, milletine ya da devletine karşı ihanet eden bir şair göremedim doğrusu. Eğer varsa da ben bilmiyorsam cahilliğime veriniz. Başka ülkelerin şairlerini bilmem de bizim şairlerimiz kişisel çıkarları uğruna, makam mevkii aşkına vatanlarını satmazlar. Onların gönülleri diğer insanlara göre bir hayli dalgalıdır. Bu yüzden zaman zaman yükselip zaman zaman alçalır hisleri ve fikirleri. Bir de bu dalgalı gönle uslanmaz bir üslup eşlik ederse başları derde girebilir doğal olarak. Fakat onlar yine de doğru bildiklerini söylemeden edemezler. Millî mücadelemizin ruhunu şiirlerinde en güçlü sesiyle ifade eden, İstiklâl Marşımızın şairi olmayı bu yönüyle hak eden Mehmet Akif Ersoy cumhuriyetin ilanından sonra neden adeta inzivaya çekilmiştir acaba? Eğer menfaat peşinde koşan bir karakter olsaydı eminim ki cumhuriyetten olabildiğince faydalanabilirdi.
Şairlerin en belirgin özelliklerinden birisi de samimiyetleridir. Onlar herhangi bir dünya görüşüne gönüllerini kaptırdıklarında bir yâre bağlanır gibi bağlanırlar bu görüşe. Çıkar peşine düşmeyle bir ilgisi yoktur bağlılıklarının. Tıpkı sadece vuslat için değil hasret için yaşayan divane âşık gibidir onlar. Benimsedikleri fikirle yatıp, benimsedikleri fikirle kalkarlar. Konuşurken samimiyetlerinin tılsımıyla konuşurlar, nefes alırken havayı değil samimiyetlerini ciğerlerine çekerler. Bu yüzden yazdıkları mısralar kimi zaman kurşun kadar ağır, zakkum gibi zehir olur.
Sıradan insanlar günlük telaşlarıyla savrulurlarken caddelerde, şairler tarifsiz kederlerle boğuşurlar. Kendi dertlerini unutup çoğu zaman bütün bir dünyanın dertlerine ağlarlar. Sonsuz bilinen bir kâinatın sırlarına kafa yorarlar. Onlar için uzak bir ülkede öldürülen günahsız çocuklar, cebindeki delikten ötürü bir türlü zengin olamayan fukara insanlar başlı başına birer endişedir, birer tasadır. Küçük dünyaların küçük insanları bir dünya savaşına futbol müsabakası seyreder gibi umursamaz bir edayla bakarlarken şairler “Tüfeklerin merhameti yok mudur biz insanlar kadar olsun” sorusuyla yanarlar. O zaman ebediyyen sussun bazı diller, fakat şairler hiçbir zaman susmasın ve hoyrat eller tarafından tutsak edilmesin.