- 798 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
10.
slm,her mesaja başladığım gibi başlamayı uygun buldum,ne kadar hazır olduğumu ben de bilmiyorum ama başlamak bitirmenin yarısı olduğuna göre en uygun zaman başladığın zamandır düşüncesi ağır bastı diyelim,hem hayatın karşımıza neler çıkaracağını bilmiyoruz,mesleğimizi,yaşadığımız şehiri yada doğup büyüdüğümüz memleketimizi terk etmek zorunda kalıyoruz.Sadece çocukluk anılarımızı,sokaklarında koştuğumuz,köşebaşlarında dirseğimizi yaslayıp gözlerimizi kapatarak ona kadar saydığımız duvarlara veda etmiyoruz,ilk aşkımıza da veda ediyoruz,ilgisini çekmek için saçlarını çektiğimiz yolda yürürken düşmesi için çelme taktığımız,onun için öğretmenden azar işittiğimiz ilk aşkımıza da veda etmeyi öğretiyor hayat.Yıllar sonra acaba nerde ne yapıyor sorusuna yanıt ararken teknoloji giriyor devreye,insanlığın en büyük keşfi internet sayesinde yıllar önceki arkadaşlıklar,eski fotoğraflar yeniden günyüzüne çıkıyor,insanlar artık albüm alıp kenarından kırılmış siyah beyaz resimleri kitapların en altında saklamıyor,kişisel hesabınıza eklediğiniz fotoğraflarınızı herkese gösterme imkanı buluyorsunuz,hatta bu imkanı bazen gezdiğiniz tüm şehirlerde birer anı olarak ölümsüzleştirmek de mümkün,lise yıllarında arka sıramda oturan arkadaşımın Avrupanın çeşitli kentlerinde yaptığı gezilere hesabındaki fotoğraflara bakarak ben de şahit oldum.
Bu imkan insanlar için hangi amaçla kullanılır bilmek mümkün değildir elbet,eski sıra arkadaşlarınıza yıllar sonra ne kadar değiştiğinizi neler yaptığınızı ne kadar zengin olduğunuzu yada hangi dereceleri aldığınızı göstermek gibi çok maddeli bir liste oluşturabilirsiniz.Amaç ne olursa olsun bilim ve teknolojinin inanılmaz gelişimi sayesinde ilk aşkınıza yaklaşık otuz yıl gecikmeli de olsa ben de bir zamanlar sana deliler gibi aşıktım deme şansına sahip oluyorsunuz,sanırım edebiyat ve bilim ortaklığı eskiden kapanmış dosyaları belki yeniden açmanızı sağlayabilir;bu arada madalyonun öbür ucuda var elbet,yıllar sonra evlenip düzenli bir hayata geçtikten sonra geceleri bilgisayar başında geçen saatlerin evliliklerin sağlam temellerini ne kadar dinamitlediğine dair kuşkuşlarım var,bana ne derece katılırsınız bilemem yada bir anti tez olarak şunu sunabilirsiniz belki :Eşler arasında yeterli güven olması,masa başında geçen saatlerin,platonik ilkokul yada lise aşkınızla yaptığınız sohbetin evliliği sarsmasına imkan vermeyeceğini ileri sürebilirsiniz ancak insanoğlunun bana göre en büyük keşfi aklınıza gelmeyecek olanaklar sunuyor.İnsanlar bu mucizeyi değişik amaçlarla kullanıyor,herkesin bildiği gibi pornogrofik yayınlar,şiddet içerikli oyunlar,ücret karşılığında ev hanımı yada öğrencilerin yüzlerini saklayarak yaptıkları striptiz gösterileri ve kaybolan saatler...
Kaybettiğimiz yada kaybetmeye mahkum olduğumuz alışkanlıklarımızdan biri de mektup yazmak artık sevgiliye sayfalar dolusu romantik sözcükler yada unutulmaz şairlerin seçkin aşk şiirleri yazmanın devri geçti cep telefonundan farklı bir dil kullanarak haberleşmek var,kısa yazmak için sesli harfleri "atan" bir dil kullanıyoruz artık tıpkı benim de "Slm"diyerek başladığım gibi,slm ne hbr?k.i.b.
kısa ve de büyük bir hızla yazılan üstelik yazılırken de telefonun tuşlarına bakmadan yazılan mesajlar sevgilinin kokusunu aldığınız,günlerce postacının yolunu gözlediğiniz günleri tarihe gömdü.Arşivde artık aşk mektupları,bayramdan yada yılbaşından önce atılan simli kartlar,altmışlık yada doksanlık olarak ikiye ayrılan kasetler,içini açıp tekrar sarmak için saatlerce uğraştığım,kayıt yapmak için üst kısmındaki boşlukları pamukla doldurduğum,televizyonun yanına koyduğum hoparlöründe gökkuşağı gibi renkli ışıkları olan kasetçaların içinde ağır ağır dönen kasetler.Öğretmenlik yaptığım günlerden birinde arka sıralardan gelen müzik sesini duyduğum zaman "Şu teybi kapatın "dediğimde teybin ne olduğuna dair en ufak bir fikri olmayan gençlerin sorgulayan bakışlarına maruz kalmıştım,onların haklı olduğunu unutmuşum,walkman ile yaptığım uzun yolculukları,gecenin sessizliğinde horlayarak uyuyan orta yaşlı göbekli yolcularla dolu,ayak ve nefes kokusunun karıştığı bir ortamda ,hayatımın on sekiz yılını geçirdiğim güneydoğu kasabasından üniversiteli olmak amacıyla ilk kez batıya "açıldığım"yaklaşık bin kilometrelik uzun yolculuğu hatırladım.O yolculuk hayatımda bir devrin kapanması demekti benim için,aslında tüm gençler için de sanırım aynı anlamı taşır,bağımsızlık demektir üniversite hayatı,evden uzaklaştıkça türlü hayaller kurarsınız,ilk hedefiniz bir kız yada erkek arkadaş bulmaktır,artık kendi ayakları üzerinde duran birey olduğunuzu sandığınız için özgürlüğün ilk koşulu hemen sevgilinizle eve çıkmaktır.karşı cinsten arkadaş bulmak hayatınızın birinci öncülüdür,okulu kaç yılda bitireceğinizin önemi yoktur,arkadaş bulmak için kantinde tek başınıza saatlerce etrafa baktığınızda olur,derse girip sınıfta gözlerinizle uzun süren aday arayışlarınız da olur.Çocukluğumu geçirdiğim kasabanın etkisinin ne kadar çok olduğunu ilk kez üniversite hayatımın ilk günlerinde fark etmiştim.medeni cesaretimin ne kadar az olduğunu,insanlarla diyalog kurmak için çok zamana ihtiyacımın olduğunun farkına vardım.Sınıf arkadaşlarımın arasında çok hızlı kaynaşıp gönül ilişkilerinin başladığının farkına vardığımda ben dah ayeni yeni selamlaşma ve hal hatır sorma aşamalarına gelmiştim ama şunu da belirtmeliyim ki en hızlı kurulan ilk üç ilişki de mutlu sona ulaşamadı,okul bittiği zaman herkes bahsettiğim altı kişinin nikah masasına oturacağını sanıyordu ama her üçü de beş yıl süren bu ilişkilerin ayrılıkla noktalanması da ben dahil bir çok arkadaşım için sürpriz olmuştu.Üniversite yıllarımı lisans ve yüksek lisans yıllarım olarak ikiye ayırmam gerekecek,yüksek lisans yada diğer adı ile yanlızlık yıllarım gündüzleri lisede öğretmenlik yaparak akşamları ise üniversite kütüphanesinde kitap okumakla geçti.Lisans dönemi arkadaşlarımın büyük çoğunluğu artık yoktu,sanki bana büyü yapılmıştı ve bundan sonraki yıllarımı hep üniversite kütüphanesinde geçireceğimi sanmaya başlamıştım,ne tam olarak öğretmen olduğumun farkındaydım ne de öğrenci,gündüz resmi kıyafetimi giyip,derslerime girdikten sonra ceketime ve kravatıma veda edip kumaş pantolonun yerine kot pantolonumu giyerek akşam yemeğinden sonra kampüsde dolaşmaya başlardım,beni çok etkileyen üç kitabı bu dönemde okudum.Üst ranzada güneşin batışını izlerken jostein gardner’in ünlü Sofinin Dünyasının sayfalarını büyük bir merakla çeviriyordum,sanki yeni bir dünyaya adım atmıştım,artık onaltı yaşında girdiğim büyülü alacalı matematik dünyası yerini çekici ve gizemli felsefe dünyasına bırakmıştı,"Kimsin?"sorusu ile başlayan bu kitaptan sonra edebiyat öğretmeni arkadaşlarımın ilköğretim yıllarında okuduğu "Simyacı"sayesinde artık kütüphanede sadece QA bölümüne bakmanın her akşam aynı yemeği yemek ile eşdeğer olduğunu fark ettim.Bu iki büyüleyici kitaptan sonra bir çocuğun tertemiz yüreğini kusursuz şekilde anlatan "Şeker Portakalı"nın son cümleleri ile hüzünlendim.Bu üç kitap sayesinde artık edebiyat raflarının önünde gezmeye başlamıştım ve bu rafların en üst sırasının büyük çoğunluğu bana göre Türk halkının tüm özelliklerini iyi tanıyan,kalemi çok güçlü olan Aziz Nesin kitapları ile doluydu.Yanlızlığım sayesinde daha çok okumaya başladım,oda arkadaşlarımın hepsi lisans döneminde olduğundan belki de çok fazla ortak noktam yoktu bu nedenle sohbet etmekten çok okumak daha cazipti,hayatımda askerlik dönemine kadar bu sistem devam etti,askerlikle birlikte kitap okuyacak zamanımın olmayacağını sanmıştım,ilk aylar için bu sanı doğruydu ama temel eğitimden sonra gece çalışmak zorunda kaldığımdan uzun kış geceleri yine okuyarak geçmeye başladı.
Kitapların cazip dünyası böylece kapılarını bana açmış oldu,artık sadece bir eğrinin her noktasındaki eğrilik ve burulmasından başka insanların ruhuna hitap eden edebiyat ile de lgilenmenin bir gereklilik olduğunu düşünmeye başlamıştım.Bir öğretmen olarak edebiyatın öğrencilerimize yeteri kadar sevdirilmediği kanaatindeyim.Bir az önce sözünü etttiğim kitaplar okuma saatlerinde öğrencilere okutulabilir,kendi öğrenciliğimde edebiyat dersinden aklımda kalan sadece "mef ulu mefa ilü feulun" üçlüsüdür ve bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve ne amaçla kullanıldığını bilmiyorum yanlız ilköğrenimde Türkçe derslerimize giren sevgili hocam Ahmet Şen’i ayrı tutmalıyım,çünkü edebiyat derslerinde kitap okuma saati uygulaması yapardık,sınıftan her öğrenci sıra ile okuduğu bir kitabı kısaca tahtada özetlerdi,bende "Kan" isimli bir senaryoyu okuyup özetlemiştim,kapağındaki resim hala hatırımdadır,özetledikten sonra hocam eğitimsizliğin bir sonucu olarak kan davalarının hala ülkemizde bir sorun olduğunu belirtmişti.Lise yıllarında hepimiz için bir öğretmen olur ki o hep diğerlerinden farklıdır,onun yeri ayrıdır ve sizde en çok iz bırakandır,işte benim için o öğretmen ingilizce öğretmenimdi,benim çocukluk yıllarımda ilköğretim oniki yaşında biterdi,ortaöğretimden aklımda kalan onun ilk dersini hiç unutmam,daha önce ingilizce tek bir kelime dahi duymamış olan bizler için öğretmenin sınıfa girer girmez ingilizce konuşmaya başlamasından etkilenmiştim,dersin ortasında üst sınıflardan bir öğrenci sınıfa girmiş ve sınıf defterini idareye teslim etmek üzere istemişti,öğretmenimiz hemen ingilizce çocuğa adını sınıfını hatırını sordu,karşılıklı konuştular biz de ağzımız açık dinledik,sonra Türkçe olarak bir haftaya kadar tamamen ingilizce konuşacağını belirtmişti ve biz de bir haftada nasıl ingilizce öğreneceğiz diye kara kara düşünmeye başlamıştık,öğrencilik hayatımda öğretmenler tarafından çok aşırı olmasa da öğrencilere karşı şiddet uygulanıyordu,ama beni daha çok etkileyen onun bakışları ve bize her zaman öğretmeye çalıştığı "azimli olma"davranışı idi,bana göre o bize bir dil değil bir davranış öğretmiştir.Şimdi akranım olan birçok kişi o dönemin öğretmenleri tarafından en az bir kere sopa ile avuçlarımıza vurulduğunu bilir ancak günümüzde sınflarda dayak tamamen kaldırıldı,tüm bunlara rağmen çok çalışmayı aşılamayı öğrencilerine azimli olmayı anlatan,kendi çocukluğundaki olanaksızlıkları anlatıp , sonra bizim imkanlarımızın çokluğundan bahsederek çok çalışmamız gerektiğini söylediği zaman onun ne kadar haklı olduğunu düşünüp anne babamıza layık olmak için gece geç saatlerde kalkıp ödev yaptığım kış geceleri aklımdadır.Sözlü yapmak için tahtaya çıkan öğrenciye önce kahvaltısını yapıp yapmadığını sorardı,sonra kaç lira harçlık aldığını sorduktan sonra ingilizce bir cümlenin ,Türkçe anlamını sorardı,yanıtınız yanlış ise senin iiçin annen erken kalkıp kahvaltı hazırlamış,baban cebine harçlığını koymuş oysa sen onlar için ne yaptın deyip suçluluk duygusu hissetmemize sebep olurdu,çalışmadığım yada düşük notlar aldığım zaman bol bol su içip yemek yememeye karar vermiştim,yemek yemeyi haketmediğimi düşünmeye başlamıştım.Lacivert renkli Murat 124 otomobili okulun bahçesinden çıktığı zaman çok rahatladığımı hatırlarım,kitabı da lacivert kapaklı "Streamline English"adındaki kitaptı,hiç unutmam üniversite okuduğum yıllarda aynı kitabı raflarda görünce o yıllara geri dönmüştüm,tüm sertliğine yada sert görünümüne rağmen sevgili hocamın bende ve tüm öğrencilerinde çok büyük hakkı olduğunu ve hayatını öğretmeye adayan bir kişi olduğunu düşünüyorum.Benim için ortaöğretim yıllarında yaşadığım en önemli his "ait olmama"idi,ben ve yaklaşık elli öğrenci bir kasabadan sabah erkenden otobüslerle vilayetteki anadolu lisesine yola çıkardık,hergün doksan dakikamız yollarda geçerdi,bu nedenle kendimi ne kasabalı ne de vilayettten görürdüm,kasabadan geldiğimiz için diğer öğrencilerin dalga geçtiklerini hatırlarım ancak matematik hocam yolculuk için kaybettiğimiz zamanıo da göz önüne alarak bütünlemeye kaldığım sene kanaat notu ile geçmemi sağlamıştı,kasabadan gelmenin avantajlarıda vardı,bütünlemeye kalmam gerektiği halde sözlü notu ile geçtiğim bu ders iki yıl sonra nerdeyse benim için yaşam biçimi olmuştu,ders ne olursa olsun arka sıralarda dersi dinlemeden gizlice çarpanlara ayırma soruları çözerdim,yine vilayetten kasabaya gelene kadar çok kolay sayı problemleri çözerdim,kolay soruları çözmek benim için büyük bir zevkdi,arkadaşlarım zamanımı boşa harcadığımı söyledilersede inatçılığımın sonucu olarak bildiğimi okumaya devam ettim.Bazen boş sınıfta kendi kendime ders anlatırdım,ilerde öğretmen olacağımı o yıllarda hissetmişim anlaşılan,bunula birlikte kendim ile ilgili hala yanıtlamadığım ve zihnimde büyük bir yer tutan bir soru var,madem matematik benim için bir yaşam tarzı idi,şu anda neden matematik yapmıyorum ve öğretmenliği neden bıraktım,bu soruların yanıtını şimdilik zamana bıraktım.Öğretmenlik mesleğinde on yıllık bir tecrübem oldu,ilk yıllarım ilçe merkezlerindeki meslek lisesi yada eski adıyla zanaat okullarında geçti,elbette meslek liselerinin ülkemiz için çok önemli olduğu fikrine katılıyorum ama bir öğretmen olarak meslek lisesinde çalışmanın zorluklarından kısaca söz etmek istiyorum,bir meslek lisesi öğrencisi için okuldaki dersler ikiye ayrılır,gerekli olanlar ve gereksiz olanlar,ne yazık ki benim dersim de onlar için gereksiz dersler kategorisindeydi,elbette onlar için haklı gerekçeler vardır,öğrenci elbette çıraklık psikolojisine girdiğinden okula gelirken kalem,kitap getirme zorunluluğu hissetmiyor,kredisi yüksek olan meslek derslerine daha çok önem veriyordu,özellikle kendi dersimde espri konusu olacak derece zayıflardı,lise son sınıf öğrencileri dahil çarpım tablosunu bilmeyenler vardı zaten okul müdürünün benden tek isteği de çarpım tablosunu öğretmemdi,müfredat konularının tamamını yada bir kısmını vermenin imkansızlığını ben de kısa zamanda hissetmeye başladım.Meslek liseleri ile ilgili olarak bir diğer konu da şiddetti,öğrencilere karşı uygulanan fiziksel şiddet benim kendi öğrenciliğimde gördüğüm şiddetten bir hayli fazlaydı ancak meslek dersleri öğretmenleri de kendi öğrencilikleri döneminde aynı şekilde dayak yediklerini ders aralarında anlatırlardı,daha çok cezalandırma aracı olan cetvelin yerine kalın tahta sopalar almıştı.Bununla birlikte ülkemizdeki meslek eğitimine ailelerinde gereken önemi verdiği takdirde eksik olan ara eleman ihtiyacının karşılanacağı aşikardır,öncelikle anne babaların çocuklar üzerinde kurdukları "doktor olacaksın"baskısının kaldırılması için yetişkinlerin de eğitim alması gerekmektedir.Lise çağındaki her gencin tıp doktoru olmak amacıyla fen bilimlerine yönelmesi,öğrencinin hayatının en önemli kararını alırken ebeveynlerinin yapamadıklarını yapma amacı ile sevmediği bir işle meşgul olan mutsuz bireyler topluluğu oluşmasına sebep olacaktır.Meslek liselerinde dersimin ikinci sınıf dersler grubunda olması bile fen lisesinde çalıştığım dönemdeki sıkıntılarımdan azdı,öncelikle fen lisesi öğrencilerine karşısına çıkan her birey "sen zekisin"yaftasını yapıştırdığından girdiğim her sınıfta öğrenciler kendilerini geleceğin Newton yada Einstein adayı olarak görmekteydi.Bir çoğunda derste çözülemeyecek güçlükte sorular sorup öğretmenin sınıftaki "itibarını"düşürme amacı vardı.Bir İtalyan avukatı olan
Pierre de Fermat tarafından çözümsüz olduğu ancak ikiyüz yıl sonra bir Amerikalı tarafından ispatlanan denklemi sorduklarını anımsıyorum,bu denklemi çözmek için dakikalarca uğraşacağımı sanmışlardı ancak denklemin aşikar çözümden başka çözümünün olmadığını belirttim,itiraf edeyim yüksek lisans yapmanın tek faydası buydu,öğrenciler karşısında küçük duruma düşmemek,kırkbeş dakika boyunca gözlerini dört açıp en ufak bir hatanızı bile yakalamak için can kulağı ile sizi dinleyen en az yirmi kişiden oluşan sınıflarda attığınız her adımda dikkatli olmalıydınız.İtiraf etmeliyim ki dersin başında gelen zor soruları çözmek için harcadığım zaman süresi arttıkça onlar için de arka sıralarda başka derslere çalışma yada sohbet etme süresi de artmaktaydı,bu nedenle sorularınızı ders aralarında sorun deyip konuya geçmeyi uygun buldum daha doğrusu bu tavsiye bana müdür yardımcısı tarafından yapılmıştı.Öğretmenlik mesleğimin son yıllarını geçirdiğim Fen lisesi oldukça sıcak bir güneydoğu şehrinde bulunduğundan ilk gözlemlerimde her öğrencinin tıpkı formül kitapçığı gibi cep kitabı şeklinde basılmış "Risaleler"ismindeki kitaptı,özellikle Said-i Nursi hemen hemen tüm öğrencilerin dolabında vardı,pansiyonda kalan öğrencilerin odaya halı serip kıble tarafında devamlı kullanıma hazır seccadesi ile odalarda terlikler,seccadeler,gül suyu şişeleri,aziyeler çoğunluktaydı,odalarda hep aynı isme sahip olan gazetelerin ücretli mi ücretsiz mi alındığını hala merak ederim,okul şehire yaklaşık on kilometre uzak olduğundan dış dünya ile olan tek bağımız bu gazete idi.Her sabah kalın motorunun iki heybesi ağzına kadar gazete ile dolu esmer ve şişman adamın yolunu gözlerdim,gazete okuyabilmek için aynı zamanda aylarca şehir içi çalışan minibüslerin okula kadar geleceği günü de sabırla beklemiştim.Bisiklete binmek komşularımız için çok komikti belki benimki kırmızı ve çocuk bisikleti gibi olduğundan olabilir,okul lojmanındaki komşularımız aynı okulda çalışan arkadaşlarımızdı,meslekdaşlarımla ilgili olarak hatırımda kalan en önemli anı hakim Mustafa Yücel ÖZBİLGİN’in türban kararına istinaden öldürüldüğü gün Fizik öğretmenin "Oh olsun"dediği gündür.Alınan bu karar ile ölümü çoktan hak ettiğine dair düşüncelerini bizlerle paylaşmıştı,okulda birlikte çalıştığım mesai arkadaşlarım eşimle lojmanın merdivenlerinde karşılaştıkları zaman selam verip hal hatır sorarlardı,bende aynı şekilde onların eşlerini merdivenlerde görürsem selam vereceğimi sanıyordum ki bunun hiç bir zaman gerçek olmayacağını anladım.Ben okul çıkışı daireme çıkmak için merdivelerden çıkarken kapılar hızla kapanıyor,sohbet eden bayanlar sanki cüzzamlıymışım gibi hızla evlerine giriyorlardı.Aylarca beklediğimiz şehir içi çalışan minibüslerin şöförleri,ikamet ettiğimiz bu şehirdeki tüm kadınlar gibi uzun pardösü yerine kot pantolan giyen eşimi dakikalarca izlerler,biz de kendimizi turist gibi hissederdik,oysa benim doğup büyüdüğüm kasaba doksan dakikalık bir yolculukla ulaşılabilecek bir yerdeydi.Fen lisesi öğretmeni olmak için yaz tatilimi soru çözerek geçirmiştim,lojmanı uygun olan bu güneydoğu şehrinde hayatımın en zor iki yılını geçireceğimi bilseydim sanırım bu sınav ı kazandığım için çok sevinmezdim.Benim için bu okulda çalışmaya başlamak bir dönüm noktası oldu diyebilirim bu şehirde öğrendiğim en önemli bilgi yaşadığınız şehir ile dünya görüşünüzün uyuşması gerekir.Özgürlük konusunda verdiğiniz en küçük tavizler yeni tavizleri getirir ve siz bir an gelip de geriye dönüp baktığınızda artık dönüşü olmayan bir yola girdiğinizin farkına varırsınız.Garip olan şu ki zamanla ne kadar özgürllük yanlısı da olsanız farkında olmadan siz de baskıcı rejime uyum sağlamaya başlıyorsunuz ve kişisel görüşleriniz sık sık tahrip olmaya ve değişmeye başlıyor.Her sabah aynı gazeteyi okuyorsunuz,tartıştığınız her kişi aynı görüşlere sahip,etrafınızdaki tüm insanlar sanki klonlanmış gibi olunca artık sizin de özgünlüğünüz kayboluyor.Bu sıcak vilayette geçirdiğim zor günler ilerisi için nasihat oldu aynı zamanda bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesinin ne kadar sakıncalı olduğunu da düşünmeye başladım, örneğin siz ülkenin en batısında yaşıyor olabilirsiniz ve sizden kilometrelerce uzakta bireysel özgürlükleri kısıtlanmış beyinlerine sabit fikirler enjekte edilen insanlar hızla çoğalıyorsa ve siz de bu duruma göz yummakta devam ediyorsanız ben iddia ediyorum ki bir zaman gelecek sizin kendinizi güvende hissettiğiniz şehiriniz de yavaş yavaş aynı kalıba girmeye başlayacak.Bu aşamadan sonra atacağınız adımların hiç bir anlamı kalmayacak,yanlız sezarın hakı sezara mantığı ile yola çıkarsak ben bu derece mükemmel bir teşkilatlanma örneğine sadece o yıllarda tanık oldum,hepimizin bildiği sıra gecelerinde saz çalıp türkü söylemek yerine kırmızı kapaklı kalın ciltli Said-i Nursi kitapları açılıyor bir satır okunduktan sonra farklı meslek gruplarından insanlar bu cümleye çeşitli yorumlar getiriyordu.Üstadımız burda şunu demek istemiştir şeklinde başlayan cümlelerle fikirler beyan ediliyordu,kendimi doktora derrsinde bir makale üzerinde tartışan bilim insanları topluluğun içinde gibi hissetmiştim.Bununla birrlikte kırmızı kapaklı kitaplar üzerinde tartışmak yerine neden Allah kelamı hakkında konuşulmuyordu bunu da anlamıyordum,sanki Allah kelamının yerini -haşa-insan kelamına bırakmışlardı.Uzun gece sohbetleri sadece belirli bir grup için geçerli değildi,vilayette başka gruplar vardı.Okulumuzda da her öğretmenin dahil olduğu bir cemaat vardı,ben her zaman okulları ülkemizin küçük bir prototipi olarak görürüm.Okul müdürü de başbakanın bir numunesidir bizim okul müdürümüz de amcasının ortaöğrenim genel müdürü olmasının etkisiyle gerekli hizmet süresini doldurmadan ve yöneticilik sınavını kazanmadan sıcak bir yaz gününde telefonla aranarak kendisine okul müdürü olduğu beyan edilmiş biriydi.Odasına ilk girdiğimde sehapanın üstünde gördüğüm bilim dergileri cidden bilim okuluna geldiğime dair bir kanı oluşturmuştu bende ,ancak girişteki Atatürk büstü ne kadar aksesuarı tamamlamak için konmuşsa o dergilerinde gösteriş amaçlı orada olduğunu sonradan anladım.
Bu okulla ilgili beni çok üzen bir anımı da müsaade ederseniz paylaşmak isterim.Tübitak tarafından ödül almış bir öğrencimiz vardı,her zaman hayat dolu gülümsemesi eksik olmayan bir kızdı yanlış anımsamıyorsam ben başka bir şehire gittikten iki yıl sonra gazeteden bu neşe dolu kız çocuğunun intihar ettiğini öğrendim bu olay beni en çok üzen olaylardan biridir.Bu intihar olayının hemen üzerinin örtülmesi ise beni üzen başka bir durumdur.Elbetteki bu okulda benim çalıştığım dönemde de iki öğrenci intihar girişimde bulundu ancak gece üçte acile yetiştirip öğrenciyi son anda kurtardık,tüm bu intiihar girişimlerine rağmen ne tesadüfdir ki okul yönetiminde bir değişiklik olmadı , ben bu tesadüfü okul müdürününü Ankarada genel müdür olan amcasına bağlamaktayım,sizler bu konuda ne düşünürsünüz bilemem,yanlız inanmak size kalmış ama ben çocuklarımın kazansalar dahi Fen lisesinde okumalarını istemem.Seviyesi düşük yada yüksek de olsa her okulda belirli bir düzeyde öğretmen kadrosu genç beyinlere belirli sabit görüşleri deklere etmeye devam ediyor ve bundan sonra da edecekler, çünkü o kişiler de belirli bir cemaat tarafından okutulup o eğitimi zamanında almışlar , çok üzücü ama gerçek olan duuruma göre yüce kitabımızın yerini kalın kırmızı kitaplar,peygamberimizin yerini ise mezarının yeri bilnmeyen "üstad"lar alıyor.Bu durum bir sınıf içinde öğrenciler arasında gruplaşmaya,öğretmenler arasında ve son olarak halkın içinde belirli grupların oluşmasına sebep oluyor.Sınavla girilen öğretimkurumları ile ilgil olarak başka bir gözlemimi de aktarmak istiyorum.bu okullarda maddi geliri yüksek velilerin okul-aile birliği yönetiminde olduğu gerektiğinde okul yönetimini kontrol altına aldığı da ülkemizin bir gerçeği doğu bölgelerimizde veli bir cemaat lideri yada toprak ağası ise bu kişinin çocuğunu uyarmanız dahi sizin için hoş olmayan sürprizlerle karşılaşmanıza sebep oluyor.Batıdaki şehirlerimizde bu durumun devam ettiğini söyleyebiliriz maddi durumun yüksek olması yine okulda öğretmen seçimine kadar alınan kararlarda okul -aile birliğinin ne kadar etkili olduğunu gösteriyor.Aslında akraba evliliğini de doğuya özgü sanırdım ancak sosyal hizmetlerde çalıştığım sıralarda yaptığım tüm ziyaretlerde bir çok özürlü çocuğun anne babasının akraba olduğunu öğrenmiştim.İnsanlarımız bir aile apartmanı dikip merdivenlerini halı ile kaplamak için yakın akraba çocuklarını evlendiriyor ve risk almayı seviyor ancak tüm bilgilendirme çalışmalarına rağmen akraba evlilikleri devam ediyor.Sanırım millet olarak okumayı araştırmayı bilgi sahibi olmayı sevmiyoruz yada kendi doğrularımızın her zaman doğru olduğunu düşünüyoruz.Yirmidört kasım öğretmenler gününde son dersime girip mesleğimi bıraktığımda ben de kendi doğrularımın mutlak doğru olduğunu düşünmüştüm ama sonuç olarak on yıl boyunca yürüttüğüm eğiticilik görevimde meslekdaşlarım devamlı sigara içen kesinlikle okumayan araştırmayan branşı ile ilgili hiç bir yeniliği takip etmeyen kişilerdi.Yüksek lisans yapmamın da meslekdaşlarım arasında alay konusu olduğunu hatırlarım.İlk hedef olarak bu meslekten çıkmak amacıyla akademik kariyere yöneldim ancak b u alanda benim ne kadar eksik kaldığım yönler olduysada matematik bölümüne fizik bölümünü elli beş ortalama notu ile mezun olan kişilerin alındığını görünce aday seçiminde başka hesaplar olduğunu hissettim aslında duygulara gerek yok bizzat fizikçi arkadaş bana "torpilli"olduğunu söyledi,böylece başka bir ülke gerçeği ile daha yüzleşmiş oldum.Üniversitelerde insanların odalarına kapanıp sadece blimsel makale okuduklarını sanmayın bilindiği gibi dünyadaki üniversiteler sıralamasında ilk beşyüzde hiçbir üniversitemiz yok,karşılıklı atışan eski yeni bölüm başkanları ve yalakaları ile her siyasal iktidarla birlikte değişen "bilim"insanları.Bilim insanlarının da tıpkı öğretmenler gibi ay sonunu beklemekten başka bir şey yapmadığını farkettiğimde lisans öğrenimim süresince çok farklı olduklarını sandığım akademisyenlerin de herhangi bir okulda çalışan herhangi bir braş öğretmeni ile aynı olduğunu düşünmüştüm.Yeniden lisans öğrenimine farklı bir branşta başlamak ne kadar doğru olur emin değilim bu konuyuda zamana bırakmakta fayda var,elbette bunun için hiç emek harcamadım diyemem,sosyal hizmetler il müdürlüğünde çalıştığım kuruluşlardaki gece nöbetleri kitap okumak için ve soru çözmek için en uygun zamanlardı gecenin ilerleyen saatlerinde sadece sessizlik ve tam konsantrasyon sağlamak için ideal bir ortam bu nöbetler esnasında adeta bir zaman yolculuğuna çıkmış gibi lise yıllarınızda anlayamdığınız herhangi bir kavramı yada bir soru tipini yolu yarıladıktan sonra üç çocuk babası olarak yeniden anlamaya çalışmak ve anlamak oldukça farklı bir duygu ve yine bana çok garip gelen lise yıllarımda hiç ilgimi çekmeyen bir bilim dalının bu yaşta ilgimi çekiyor olması,acaba bunu sebebi o yıllarda başımda esen kavak yellerimi yoksa doğru zamanda doğru kitabı okumak mı ?Örneğin ben şu aralar Marguerite Duras’tan Konsolos Yardımcısını okumaktayım,bu kitabı ilk okuduğumda çok itici buldum ve ilk fırsatta kütüphaneye iade etme kararı aldım ,ancak iki yada üç gün sonra çıktığım bir yolculukta yanıma aldığım tek kitap yine aynı kitaptı ve ben çoksıkıcı gelen yolculuğumu geçirmek amacıyla aynı sayfaları tekrar çevirmeye başladım sanki bir büyü yapılmıştı ve ben bu kez Konsolos Yardımcısını okurken zevk almaya başlamıştım.Bir kitabı okumak sanırım aynı kişi ilke ikinci kez evlilik yapmak gibi,ilk evliliğinizde eşinizin güzel yanlarını göremediniz,yürütemeyeceğinizi sandınız ve sizi sıkan bir kitaptan nasıl kurtulduysanız o kişiyi hayatınızdan çıkarmak için mahkeme koridorlarında soluğunuzu alıyorsunuz,yıllar sonra aynı kişi birden karşınıza çıkıyor tıpkı belirli bir zaman geçtikten sonra aynı kitaba yeniden rastladığınızda hissettiğiniz duygu gibi acaba dersiniz o an kendinize yeniden denesem mi belki bu kez her şey çok daha güzel olur,umarım her ikinci okuyuşlar benim "konsolos yardımcısı"gibi zevkli ve ikinci evlilikler de mutluluk ve huzur dolu olur.Bana göre kitap okumak için en uygun zaman günün ilk saatleridir.Kuş sessizleri ile sabah serinliğinde benliğinizin en taze olduğu anda elinizde en sevdiğiniz kitabın sayfalarını çevirdiğinizi hayal edin,eminim ki daha önce başlamayı denediğiniz ancak karışık geldiği için yarım bıraktığınız bir çok kitap dahi sabahın erken saatlerinde okuduğunuz zaman dah a anlaşılır ve daha çekici gelecektir.
Sabahları çok seviyorum,yeni bir gün yeni doğan bir bebek gibi yeni umutlar,yeni başlangıçlar demek çünkü ,umutsuz yaşayamadığımız için,bazen sabaha çıkmak bile bir beklenti olur insanlar için,bu sözün anlamını sanırım huzurevinde nöbet tuttuğum günlerde anladım,bir tesadüf olarak söyleyebilirim ki günlerce ölümünü beklediğimiz bir çok yaşlı sabahın ilk ışıkları ile birlikte hayata veda etti.İzin verirseniz sizlere huzurevi hatıralarımdan kısaca bahsetmek isterim.Sosyal hizmetlerde çalışmak benim için gerçek dünyayı tanımak demekti sanki yıllarca bir yazılımın yönettiği dünyada yaşamıştım ve sonra ünlü filmdeki gibi kırmızı yada mavi haptan birini seçtim,o filmde gerçek dünyaya açılan ilaç ne renkti bilmiyorum, itiraf etmem gerekirse kırmızı ile maviyi lise yıllarımda da çok karıştırırdım,mavi turnusolu asitler mi kırmızıya çevirir yoksa bazlar mı,bazlar kırmızı turnuysolu maviye mi çeviriyordu,yoksa tersi mi?Herneyse defalarca "matrix"izleyenler hangi ilacın gerçek dünyaya açıldığını bilirler sanırım.Evet benim gerçek dünyaya açılmam dediğim gibi Sosyal hizmetlerde çalışmaya başladığım gün gerçekleşti.Gençlik yıllarım kağıt kalem ikilisi ve sınavlarla geçerken hayattaki tek gerçekliğin ikinci dereceden denklemin diskriminantı olduğunu sanırdım oysa hayatta her an özürlü olabileceğimizi,sokağa bırakılan çocukların varlığını,yatağa mahkum yaşayan insanların her ziyaretimizde gözyaşlarına boğulduğuna şahit oldum.Toz pembe dünyadan acı ve gözyaşının olduğu gerçek dünyaya geçiş yapmıştım,huzurevinde çalışana kadar hayatı sona eren bir insanın odasına gireceğimi ummazdım ama zorunluluk her şeyi yaptırıyor,sahipsiz bir yaşamın sona erdiği zaman çalışanlarımız tarafından kefenlenmesi ve yine personelimiz tarafından toprağa verilmesi hayatta misafir olduğumuzu bana hatırlatırdı,ilginç olan soyut kavramları sevmeme rağmen gözümle görmeden insanların öleceğini hiç hesaba katmıyorum,örneğin tez konum çok boyutlu uzayda "türev" kavramıydı,çok boyutlu uzayı görmemiz imkansız olduğuna göre soyut bir kavram ama ölüm somut bir kavram çünkü defalarca şahit oluyoruz,insanlar son nefesini verince büyük bir telaş içinde gömülüyor ;çocukluğumun geçtiği güneydoğuda mezarın tam ortasına sağ kulağı yere gelecek şekilde konuyor ve sonra gayet hızlı bir şekilde mezarın içi dolduruluyor,toz tabakası birkaç saniyede ortadan kayboluyor ve o birkaç saniyede seksen yada doksan yıllık bir ömür de sona ermiş oluyor,ilk kez bin dokuzyüzdoksandört yılının onyedi nisanında insanların cenazeyi mezara nasıl yerleştirdiğine şahit olmuştum.Mezarın tam ortasına ikinci bir mini mezar kazılıyor dokuz tahta yüzeye paralel olacak şekilde yerleştiriliyordu,batıda ise mezarın sağ tarafına naaşın sığacağı kadar bir tünel açılıyor tahtalar yüzeyle kırkbeş derecelik açı yapacak şekilde yerleştirildikten sonra toprak atma işlemine geçiliyordu.Ölüm ile ilgili etkilendiğim kitaplardan biri Dante’nin ilahi komedyası olmuştur,okul lojmanında tek başıma güneş görmeyen odamda hem zatürre olmuş hem de Cennet Cehennem Araf üçlüsünü okumuştum,en ilgimi çeken cümle ölüler diyarına sağken geçtikten sonraki anlatımdı,"sandalda birçok ruh vardı ama sandal fazla batmamıştı,ben de bindiğim zaman biraz batmıştı"cümlesi hafızamda kalmış,geçenlerde bir yazı okudum,ölmeden önceki ağırlık ile öldükten hemen sonraki ağırlık arasında yirmi gramlık fark olduğuna dair,sanırım bu da tüm insanlığın cehenneme nasıl sığacağını açıklıyor,benim tezime göre günahsız insan olamayacağı için cehennemin çok büyük olacağını hayal ederdim ancak ruhun yirmi gram olduğunu hesaplarsak bu tahminde cehennemi daha küçük de tasavvur edebiliriz,günahlarımızın bedelini ödedikten sonra cennete gideceğimize inanıyoruz ama tek kanallı siyah beyaz izlediğimiz Amerikan filmlerinde ölenler hemen cennete giderdi yani bedel ödemek yoktu,sanırım onlar için İsa peygamber tüm insanların günahınının bedelini ödemişti.Dinimi bu açıdan çok medeni buluyorum tüm peygamberleri aynı derecede seviyor ve saygı gösteriyoruz,hiçbir müslüman ülkede intikam amacıyla dahi olsa tüm tahriklere rağmen İsa peygember hakkında hiçbir karikatür yada yazı yazılamaz çünkü çocuklarımızın adını İsa koyuyoruruz tıpkı onların "Jesus"koyduğu gibi ama bir hristiyan sanırım çocuğunun adını Muhammed (SAV)koymaz.Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim dinimiz anlatan en güzel filmin de "The Message"olduğunu düşünüyorum.Bu satırları yazmaya başladığımda günün ilk saatleri geçmekteydi neden hep ölümden yada mezardan söz ettiğimi bilemiyorum ama hayatımda bir anlığına İsa peygamber gibi "ölüleri dirltme"mucizesi göstermek istemiştim,on yaşında kaybettiğim yeğenimin cansız bedenini sedyede gördüğüm an önce onbeş dakika kadar hiç kımıldamadan beklemiştim,hayat durmuştu benim için etrafımda konuşan insanların ne konuştuğunu duymuyordum,bu bekleyiş bittikten sonra onun ayaklarının üşüdüğünü düşünüp ellerimle ayaklarını ısıstmaya çalıştım ona dokunduğum an sedyeden kalkacak kalkıp ağzından akan kanı silecekti ve biz eve dönecektik.Yaklaşık dört yada beş saat sonra tekrar ayaklarına dokunduğumda gerçeği kabullenmiştim bu üşümenin verdiği bir soğukluk değildi sanki uzun süre kar altında kalmış bir teneke parçasına dokunmuştum ve hemen elimi çektim,savcı ve doktor onu sırtüstü çevirdiğinde katılaşmış bedeni ve sırtında ölü morluğunun başladığını gördüm sanırım gürültülü ağladığım için dışarı çıkarıldım.Birçok kez gazetelerden okuyoruz sapık insanların yeğenine hatta kızına tecavüz ettiğine dair haberler tiksindirici olduğu için okumadan geçmeye çalışıyoruz,sanırım ben de "zanlı"olarak bir süre jandarma karakolunda beklemiştim sonra -tırnak altlarından alınan doku parçalarının sonucunun geldiğini düşünüyorum- serbest bırakıldım hem bir yakınınızı kaybediyorsunuz hem de zanlı gibi bekletiliyorsunuz ve bu duruma yol açan ensest ilişkiyi normal gören hasta ruhlu insanlar ve devlet benim için zor da olsa doğru olanı yaptı bence.Bu ölüm beni anti-depresan ilaçlarla tanıştırdı okuldan gelip ilacımı alıyor saatlerce ölü gibi yatıyordum sanırım evliliğim tehlikeye girmiştiki yeşil reçeteli ilaç kullanmayı bıraktım halen anti depresan ilaç kullanıyorum ancak reçetenin rengi çok şükür ki beyaz.Sanırım bu ilaçlar gerçekten kaçmayı seven insanlar için ideal çünkü ziyaret ettiğim bazı özürlü aile reisleri de -eşlerinin beyanına göre-gece geç saatlere kadar alkol alıyor,itiraf etmem gerekirse meyhaneye gitmek ile devlet hastanesinde psikoloğa gitmek bana göre aynı alkol ve uyuşturucu ilaç kullanarak kaçıyorsunuz,yanlız saatliğine ikiyüz lira verip psikanaliz yaptırmadım bu nedenle onun tedavide ne gibi bir rolü olur bilmiyorum,yaklaşık dört yıldır ilaç kullanıyorum ve sanırım ilk gittiğim psikolog ,bu ilaçların bağımlılık yapmayacağına dair bana bir beyaz yalan söyledi çünkü ilaçsız yaşamak için yaptığım her deneme birkaç gün sonra baş ağrısı yada baş dönmesi şikayetleri ile noktalandı.Konu ölümden açılmışken her zaman merak ettiğim tıp öğrencilerinin kadavra üzerinde çalışırlarken neler hissettikleridir,ülkemizde üniversite çağına gelmiş birçok genç ailenin zoru ile tıp fakültesini tercih etmek zorunda kalıyor,benim gibi yeterli puanı alamayanlar başka bir bölüme gidiyor,ama çok çalışıp bilgisayar mühendisi olmak isteyen b ir gencin yaklaşık on ay çok yüksek bir tempoda çalışıp sonra ailesi için doktor olmaya karar vermesi bence yetişkinlerin gençler üzerinde yaprığı büyük bir hata,doktorluk dışarıdan bakıldığında bile çoık büyük bir özveri gerektiren ve gönülden sevilmesi gereken b ir meslek para için yada sırf annem babam istedi diye bu mesleğe bulaşmak kanımca bir insanın hayatında yapacağı en büyük hatadır.Ülkemizdeki en büyük sorun burada yatıyor birçok genç ara eleman olarak iş hayatına daha çabuk atılmak yerine yıllarca okumayı defalarca üniversiteye giriş sınavına girmeyi tercih ediyor,üçüncü denemesinde tıp yada hukuk kazanan birçok kişiler tanımışsınızdır sonuç olarak hem zaman hem maddi kayıplar ortadadır.Meslek lisesi mezunlarına sınavsız önlisans imkanı tanınmış olmasına rağmen halen bu olanağın yeteri kadar ilgi görmediği kanaatindeyim.Eğitim konusuna tekrar dönmüşken bir buçuk milyon öğrencinin girdiği bir sınavda hatalı soru olmasını son derece "komik"buluyorum bütün bir yıl maaş alıp sadece yılda bir kere hazırlanan soruların kontrol etmek amacıyla heyet olarak toplanıyorsunuz ve yıllarca matematikle uğraşmış insanlar asal sayının ne olduğunu bilmiyor ve bu insanlar geleceğin Türkiyesini belirleyecek gençlerin kader sınavında soruları seçiyor,galiba sadece bu örnek ülke olarak neden geri kaldığımızı göstermeye yeterli,belirli referanslarla belirli makamlara gelmiş insanlar büyük çoğunluk üzerinde en can alıcı kararları verebiliyorlar.YÖK başkanı bir japon olsaydı harakiri yapardı sanırım.En çok ilgimi çeken ve millet olarak ne kadar tepkisiz ve balık beyinli olduğumuzu gösteren bir olay daha var yaklaşık altı yıl önce "hızlandırılmış tren"adında bilim tarihinde eşi benzeri olmayan dünyada hiç bir ülkede benzeri olmayan bir tren ülkemizde sefere çıktı.Ben o yıllarda İstanbulda ikamet ediyordum ve doktora derslerim için haftada bir kez Eskişehire gelmek zorundaydım işte bu mükemmel icat beş saatlik bu yolu üç saatte alıyordu,bende bu yolculuk için kendimi hazırlamıştım ki adını şu an anımsamadığım bir akademisyen bu trene kendisinin asla binmeyeceğini ve hiçbir yakının da binmesine izin vermeyeceğini belirtmişti bu söylemden birkaç gün sonra da Sakarya -- Pamukovada kaza oldu,suçlular gerekli araştırma inceleme yapmadan bu hizmeti vermeye kalkan bakanlık değildi ,insanları ölüme götüren iki makinistti(!),ölü sayısı önce yüzden fazla denildi sonra ellilere düştü,oysa kazayı bizzat yaşayan insanlarla konuştuğunuz zaman sayının kasten azaltıldığını söylüyorlar;beni bu trene binmekten son anda vazgeçiren o akademisyen keşke haksız olsaydı ancak gerekli alt yapı yapılmadan bu tür işlere girişmek kısaca -uyduruk-iş yapmak masum insanları canından etti,ancak medeni ülkelerdeki gibi ulaştırma bakanı istifa etmedi ve olay unutuldu.Bu olay kanımca ülkemizin klasik "dejavu"larından sadece biridir.
Sabah en neşeli halimle tamamen pozitif enerji ile dolu olarak masaya oturmuştum ama yazdıklarım pek olumlu olmadı sanırım bunda yavaş çalışan internet bağlantısının rolü de var,hafta sonu girdiğim sınavdaki geometri sorularını çözememenin verdiği gerginlik de olabilir.Her yıl girdiğim sınavda yaşlandığımı hissediyorum artık beynimin "muhakeme etme gücü"hızını düşürüyor her sene biraz daha yavaş ve yolun yarısına geldiğim sene artık sürenin benim için verilen sürenin yetersiz olduğuna karar verip bu sene son kez girmenin doğru olacağını kabul etmem gerek.Bu arada sabahki sıcak havanın yerini tatlı bir esinti aldı ve şu an radyoda bana Karadeniz müziğini sevdiren Kazım Koyuncu çalıyor sanırım bu iki faktör biraz sinirlerimin yumuşamasına sebep oldu.Ülkenin en yeşil bölgesini görmeyi çok istiyorum ayrıca insanlarıın beni sürekli Karadenizli sanmasından dolayı bu bölgeye özel bir ilgim var,sanırım ufak ela gözlerimin ve yüzümün ortasında duran hafif sola eğilmiş duran koca burnumun bunda etkisi var.Aslında burnumun eğriliğini sevgili ablam ve ağabeyime borçluyum,ayrıca üzerlerine çarşaf alıp hayalet rolü oynadıklarında da hiç korkamamıştım bunu da konusu açılmışken söylemek istedim.Aslında çocukluğum çekirdek ailede değil de "büyük " ailede geçti.Bir aile apartmanında büyüdüm,iki erkek ve iki kız kardeşin dört katlı bir apartmanda oturduğunu düşünün,kavgasız bişr gün geçtiğini hatırlamıyorum.Büyükjlerin bu kavgası çocukjlarada yansırdı,ben devamlı dayımın oğlu ile kavga ederdim,evde anne ve baba kavgasına ek olarak kardeşler arasındaki kavgalar da gayet sık ve istikrarlıydı.Soınuç olarak çocukluğumun gergin bir ortamda geçmesi psikolojimi ne kadar etkiledi bilemem ama bu huzursuz ortamda tek huzurlu yerim teras katındaki anneannemin tek odalı eviydi onunla iki saat boyunca neler konuşurduk bilmiyorum.Ancak lisans öğrenimimin ilk yılında onu kaybettim.İnsanların eskiden devrim kanunlarına ne kadar sıkı sıkıya bağlı olduklarını onun anlattıklarından anlıyorum,kıyafet inkılabının yeni uyulandığı günlerde ülkenin Suriye sınırındaki bir kasabasında dahi bir güvenlik görevlisi teyzemi ve ninemi kara çarşaf giydikleri için uyarıyor ve onlara artık Mustafa Kemal paşa hazretlerinin kati emridir artık sokaklarda çarşaf giyilmeyecek diyor,teyzem ve ninem bu emri duymadıklarını bir daha kesinlikle giymeyeceklerini söyleyerek kızgın bekçinin yanından uzaklaşıyorlar.Şu an geldiğiiz nokta ise tam tersi iki polis memuru okula giden bir kız öğrenciye eteğini neden dizinin üstüne kadar çektin deyip bağırarak tehdit ediyor bu olay sanırım başta milliyet olmak üzere sabit görüşlü olanlar hariç birçok gazetede yayınlandı.Sabit görüşlü gazetelerle ilgili bir anımı izninizle anlatmak isterim gençlik yıllarımda gazete sattığım tezgahda yer kalmadığı için logosunun altında her gün "Hak Geldi Batıl Zail Oldu "yazan bir gazeteyi hep alt rafa koyardım,yukarı mahallenin şişman sakallı imamı karşı yokuştan ağır ağır gelir tespihini sallayarak ve ağzından tükürükler saçarak abonesi olduğu bu gazeteyi neden alt rafa koyduğumu sorar ve bana çok kızardı,patronuma söyleyeceğini bu davranışıma son vermem gerektiğini söyleyerek beni uyarırdı ve tesadüf en bir sabah tam gazetesini alırken patronu m da yanımdaydı böylece bir fırçada patronumdan yedim,yanlız imam uzaklaşana kadar patron yanımdan ayrılmadı,her gün içtiği biranın neticesinde oluşan göbeği tam gözümün önündeydi ancak ben kafamı kaldırmıyordum,zaten motosikleti gece gizlice alıp kaza yaptığım için suçluydum,her neyse hoca efendi uzaklaşınca patronum bana "kaldır şu gazeteyi yine alt rafa koy gözüm görmesin" deyip koltuğuna oturdu.
"Eski çamlar bardak oldu"sözü gerçekleşti ve bu anımdan yirmi yıl sonra bu gün hemen hemen her evin girişinde artık imam efendinin gazetesini görmek mümkün bu aslında büyük ve kesin bir zafer herkesin sözünü ettiği "karşı devrimin"amacına ulaştığını gösteren bir başarı sanırım hoca efendi bugün beni görse haklı olarak söyle bakalım delikanlı masanın altına sakladığın bu gazete bugün en yüksek tiraja ulaştı derdi.Kasabamıza cumhuriyetimizle aynı adı taşıyan ve aynıyaşta olan tamamen yazılarla kaplı resimsiz gazetede gelirdi elbet ama toplam satış sayısı ya on ya onbeş olurdu,üstelik diğer gazetelere göre pahalı idi o zamanlar bu düşük tirajı fiyatına bağlardım ancak artık fikrim değişti bedava da olsa insanlarımız yine okumaz diyebilirim çünkü üzerinde bikinili kadın resmi yok çok satmak için iki yol var bence ya dinsel sömürü yapacaksınız yada cinsel sömürü sanırım Cumhuriyet gazetesinde ikiside yok ve bu nedenle tirajı hep düşük kalacak üstelik bir saat önce aldığım habere göre gazetede yazılarını merakla beklediğim İlhan Selçuk da aramızdan ayrıldı,kendisine Allahtan rahmet diliyorum.
Yeni günle birlikte yeniden masa başındayım tam olarak ne yazacağımı bilmiyorum bu nedenle bir çok kez denme yazmayı aklımdan geçirdim ama kendimi sadece bir konuya şartlandırmak bana sıkıcı geliyor bana göre elinize kalemi aldığınız zaman sizin için hiçbir engel olmamalı,okur yazar pek çok kişi benim de ilk okuduğum denemeler kitabı Montaigne idi hatta bu kitabı çocukluğumda okuduğumdan başka denemeler kitabı görünce kendi kendime Montaigne’in kitabını çalmışlar diye düşünürdüm elbette denemelerin bir tarz olduğunu anlayacak yaşta değildim bilirsiniz ki Montaigne de çocukluk çağında okunacak bir kitap değildir,deneme yazmanın inceliği nedir bilemem ama yarın sabah "aşk" üzerine yazarım hafta sonu da felsefe yazarım gibi düşüncelerle kalemi elime alacağımı pek snmıyorum zaten planlı davranmayı becerfemiyorum galiba benim sorunum dabu sanırım öğretmenlik mesleğindeki başarısızlığımın ana nedenlerinden biri de plansız olmama ve konu anlatımından çok soru çözmeye ağırlık vermem bana göre matematik yüzmek gibidir eline kalemi alıp soruyu çözmek için dakikalarca boğuşmayan öğrencşi bu dersi öğrenemez ancak insanlar şu anda tüketim toplumu olmanın bir sonucu olarak bocalamadanalın teri dökmeden öğrenmek ,hemen tüketmek ve kısa zamanda çok para kazanmanın peşinde sürekli iğzlediğimiz reklamlar anneler,babalar sevgililer,öğretmenler günleri tüketimi arttırmaya yönelik çalışmalar artık çocukluktan itibaren tüketici olma davranışlarımızda ağır bir yer kaplamaya başlıyor.Sanırım "aptal kutusu"nuçok fazla izlemenin zararlarından biri bu tüketici olmak yemek yedikten sonra ekran karşısına uzanıp patlamış mısır ile maç yada film izlemek beyinimize yeni bilgiyi hiçnir şekilde sokmamak ve onu sıkı kafatası kemiklerinin altında bir et yığını olarak taşımak sanırım günümüz insanının en büyük sorunu bu "tembellik" koşmadan spor yapmadan zayıflamak ,okumadan araştırmadan öğrenmeye çalışmak,kısa zamnda zengin olmak için şans oyunlarına yada kumara başvurmak,artık birçok şehirde şans oyunları oynatan "cafe"ler var okumaktan nefret eden insanlar masa başında homurdanarak spor gazeteleri okuyup atların sağlık durumlarından futbolcuların sakatlık durumuna jkadar her türlü bilgiyi almak için kütüphane kadar sessiz bir ortamda saatlerce ders çalışıyor bu enerji bilime harcansa sanırım ülkemiz epey ilerleme kaydederdi!
ne yazacağıma hala karar veremedim ünlü bir gazetede köşe yazarı olsam hergün şehit haberleri aldığımız bu günlerde otuız yıldır milyonlarca kez konu olan terörü yazardım,geçenlerde okudum Irak’ın kuzeyinde tampon bölge oluşturulması bana çok mantıklı geldi ancak günümüz iktidarının da bu işi yapacak kadar cesur olduğunu sanmıyorum.Ortaöğrenimimi yeni tamamladığımda anket yapmak amacıyla gittiğim güneydoğu vilayetlerinde en fazla gördüğüm kıraathanelerdi,hepsi dolu olan ve ikisinin arasında en fazla dört işyeri olan bu mekanların fazlalılığı sanırım sorunu anlamanız için yeterlidir bu sorunu tamamlamak için yıllarca akademik kariyer yapıp rapor yayınlamaya yada iktidara yakın olmak için şu anki muhalefet iktidara gelirse ülkemiz için felaket olur şeklinde tamamen "yalakalık"yapmak amacıyla beyanatlar vermeye gerek olmadığını düşünüyorum.Bu şehirler hakkında hatırladığım devamlı tepemizde dönen helikopterler ,aile çay bahçesinde okey oynarken dizlerinin üstündeki silahı masa örtüsü ile örten insanlar ve ilginç bulduğum Midyat şehridir.Müslümanlar ile Hıristiyanların bu kadar içiçe olması ve boynundaki haçla özgürce dolaşan genç kızlardı aynı manzarayı yıllar sonra Rumaeli caddesinde görmüştüm.bir şehirde farklı inançtan olan insanların olması çok güzel o ülkenin ne kadar hoşgörülü olduklarının bir kanıtı,sanırım minareye bile tahammül edemeyen ve her fırsatta medni olduğunu ileri süren Avrupaya da verilecek en güzel cevap ülkemizde farklı inanç ve mezhepten olan insanların bir arada yaşaması.Osmanlı imparatorluğu zamanında atalarımız bunu kusursuz bir şekilde uygulamışlar sanırım çağdaş değerlere en çok sahip çıkan imparatorluğun gerilemesinin dahi üç yüz yıl sürmesi buna bağlı sanırım saray entrikaları olmasa daha uzun yıllar imparatorluk Akdenize hakim olmaya devam edebilirdi,saray entrikaların çok güzel anlatan Ann Chamberlain’den Safiye Sultan serisini okumanızı tavsiye ederim,kendi yazarlarımızdan Hıfzı Topuz’un "Meyyale"si de bana tarihsel romanı sevdiren ilk kitap olmuştur.Tarih ilkokul yıllarından beri sevdiğim bir dersti özellikle savaşların yapıldığı tarihleri ezberlemek hoşuma giderdi bu nedenle ilkokul öğretmenim bana "kronolojik çocuk"adını vermişti,sanırım rakamlar o yıllarda bana cazip gözükmeye başlamış,gözüme hoş gelen rakamların Araplar tarafından keşfedildiğini ise ancak lisans öğreniminde bilim tarihinde öğrenmiştim.Bu dersde Georges İfrah’ın "Rakamların Evrensel Tarihi"adlı serisini okumuştuk bir matematik öğretmeni olan yazar birgün derse girdiğinde öğrencisinin "Hocam,rakamlar nerden geliyor?"sorusuna yanıt aramak için mesleğini bırakarak dünya turuna çıkmış gittiği şehirlerde bulaşıkçılık yapıp geçimini sağlayarak bu kitabı oluşturmuştu.Şimdi bu kitabı kitapçıların "kelepir kitap"bölümlerinde görünce itiraf edeyim ki hüzünlendim.Sanırım öğretmenlerin hayatında öğrencilerin ne kadar rolü varsa aynı şekilde öğrencilerin hayatında da öğretmenlerin etkisi var,düşünsenize Gauss’un matematik öğretmenin başı ağrımasa belki bu deha daha geç farkedilecekti,hikayeyi duymayanlar için kısaca anlatayım,ders anlatmak istemeyen matematik öğretmeni öğrencilerin meşgul olmasını sağlamak amacıyla birden yüze kadar olan sayıları yazıp toplayın sonucunu bana getirin der zavallı adam yaklaşık on saniye sonra Gauss’u elinde defter ile masanın yanın da dikildiğini görünce acaba ne hissetti cevabın beşbin elli olduğunu biliyorsa nasıl bu kadar çabuk buldu deyip şoka girmiş olabilir eğer öğretmen cevabı bilmeden bu soruyu sordu ve cevabın doğru olduğunu görünnce o zaman şoka girme süresi biraz gecikmiş olacaktır.Her iki durumda da onun yerinde olmak istemezdim,bu olay seksenli yıllarda bizim ülkemizde olsa zavallı Gauss öğretmenden temiz bir sopa yer yerine otururdu sanırım.Aramızda herkes matematikçi olmayabilir bu nedenle Gauss metodundan kısaca bahsedeyim.Sınıf arkadaşları önce bir ile ikiyi toplarken o bir ile yüzü toplamış ve yüzbir bulmuştur,sonra iki ile doksandokuzu toplamış gene yüzbir bulmuştur,sonra üç ile doksansekizi toplamış gene yüzbir bulmuştur bu şekilde elli tane yüzbire ulaşacağına karar veren Gauss elli ile yüzbiri çarpmış ve cevabı bulmuştur:Beşbin elli sanırım o sırada arkadaşlarının bulduğu en büyük rakam en fazla ellibeştir.Galiba deha olmanın sırrı burda saklı belirli bir sıra ile toplamak yada planlı hareket etmek yerine özgün olmak hiçbir kalıba girmemek,bu nedenle on markın arkasında bir zamanlar Gauss’un resmi vardı ama şimdi on avronun arkasında kimin yada neyin resmi var bilmiyorum çünkü hayatımda hiç on avro görmedim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.