- 1789 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kalay Asker
Daracık sokakların irkiltici baharat kokuları insanı bir hoş ediyordu. Mahallenin küçük ve
cılız çocuklarının en iyi sahip oldukları şey kahkahasız hiç bir günün geçmemesiydi. Çocuklar azgın denizin sularında midye çıkarmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Annelerinden habersiz denize giren çocuklar, korkularından deniz kenarındaki büyük kayaların arkasına saklanırlardı.
Elleri kanaya kanaya ayıkladıkları midyeleri büyük bir iştahla yedikten sonra kumda yalınayak maç yapmayı çok severlerdi. Burdaki çocukların bazılarının ailesi o kadar fakirdi ki çocukların giyecek doğru dürüst deniz şortları, renkli mayoları yoktu. Ya oynadıkları top? Onlar plastik topu yılda bir kez görürlerdi. Yolun sonunda oturan Hatice Anne’nin oğlu Almanya’dan geldiği vakit, çocuklar için hediye zamanı demekti. Bu hediyeler arasında genellikle plastik bir topta bulunurdu. Hayatın tüm zorluklarına rağmen çocuklar, okula gidiyorlar ve kendilerini ‘‘Okumak’’ deyiminin kurtaracağını düşünüyorlardı.
Çocuklar için eve gitme vakti geldiğinde sahil boyu sessizleşir ve yorgun sahil akşam güneşinin tadını çıkarırdı.- Çocuklar, denizin sularını yavaş yavaş terk ederken mahalle meydanındaki çeşmenin başında bir kalabalık oluşur, denize gizlice giren çocuklar bir günahmış gibi sırtlarına yapışan deniz suyundan çeşme altında arınırlardı. Bazı çocuklar için şanssız bir gün olabilirdi. Annesi tarafından yakalanan çocuklar çalı süpürgeleriyle kovalanır, mahallenin yaşlıları oturdukları haşat kıraathane sandalyelerinden gıcırtılar arasında sırıtırlardı. Fakat Onların çocukluğu da bugün olduğundan farklı geçmemişti.
Yaz akşamlarının bu renkli karmaşasında farklı duran bir şey vardı.Bir çocuk…Onu çok iyi tanırdım.Bu çocuk Memo’dan başkası değildi.Diğer çocuklarla tek ortak noktası fakir olmasıydı.Kömür karası gözleri, hafif sarı kirpikleri, alnı üzerine taşmış kirli kahverengi saçlarını tamamlıyordu.Buralarda ‘‘saçkıran’’ diye bilinen hastalığın izleri yer yer başında beliriyordu.Koşmaktan yorgun düşmüş iri kemikli vücudu, biyoloji derslerinde kullandığımız insan maketlerine benziyordu.Bacaklarındaki on dokuz kesik izi Memo’nun denizle ne kadar haşır neşir olduğunu kanıtlar gibiydi.Üç tanesi daha tazeydi ve usul usul kanıyordu.Dişleri eski Bulgar mahallelerinin birbirine yaslanmış evleri gibi zamanla çarpıklaşmıştı.Ön iki dişi arasında oluşan boşluk Memo’ya ağzını oynatmadan ıslık çalma şansı tanıyordu ve bu diğer çocuklara karşı bulunmaz bir mükemmellikti.
Memo’nun babası ölmek üzere olan bir mesleğin son temsilcilerinden sayılırdı. Kendi hayatı sefillik ve karanlık içinde geçmesine rağmen yaptığı iş, hayatına tam olarak ters bir işti. Kendisi karanlıklar içinde dururken O’nun yaptığı iş göz alırcasına parlatmaktı. Bakır kapların baş ağrıtan ‘‘tangırtıları’’ Ona, eskiden dinlediği plakları hatırlatır, bu sesi duyunca işine daha istekli bir elle sarılırdı. Böyle bir ustanın elinden aylık kazancıyla bile alamayacağı kadar pahallı çaydanlıklar, tencereler ve daha neler neler geçmişti. Orta yaşın biraz üzerindeki bu adam işinin ehli bir kalaycıydı.
Her günü olaylı geçen bu mahallede derme çatma bir kalaycı dükkânı vardı. Önünde sönmek bilmeyen harlı ateşin yakıcı notaları sokağın diğer ucundan duyulurdu. İşe giden insanlar çalar saatle uğraşmaktansa kalaycı dükkânının her sabah saat yedi de başlayan konseriyle uyanmaya bayılırlardı. Dükkânın önündeki eski asfalt yolu adımlarken duyulan is kokusu bazen mahallenin ağır baharat kokusunu bastırırdı. Sabah saat yedi gibi işe giden omzu baltalı adamlar -oduncular- ,sabah uykusundan ayılmak için kestirme yoldan değil de muhakkak kalaycının önünden geçerlerdi. Allah’ın selamını kalaycıdan eksik etmeyen adamlar, birkaç saniye duman koklarlar ve bu dumanın etkisiyle ayılır, irkilirlerdi.
Yarı uykulu sönük sabahlarda iş olmayacağını bilmesine rağmen Memo’nun babası erkenden gelir, büyük bir hevesle dükkânı açardı. Zamana meydan okumaya çalışan bu mesleğin gidişatı, yavaş yavaş çoğalan çelik tencere fabrikaları yüzünden tersine dönmüş, kalaycılar dükkânlarını bırakıp insanların ayağına gider olmuşlardı. Bunlar aklına geldikçe yüzünü buruştururdu Memo’nun babası Haydar Usta. Yeni yaktığı ocağın başında ter dökerken derin düşüncelere dalar, içinden ‘Ulan, eskiden işler ne kadar iyiydi’ derdi. Kalaycı ustamız Haydar Usta’nın yaşı, kırka merdiven dayamasına rağmen oğlu Memo sadece dokuz yaşındaydı. Mahallede, Haydar Usta ile ilgili dedikodu yapacak kimse yoktu. Çünkü kimse Haydar Usta hakkında bir şey bilmiyordu. Bazen oturur uzun uzun düşünür ve bir kanaate varırdım. Bence Haydar Usta’nın oğlu Memo, ikinci bir evliliğin hediyesiydi.
Evet, durum böyleydi. Memo, annesizliğin verdiği acıyla sokaklarda akşama kadar dolaşır, okula giden veya okuldan dönen çocukları ilgiyle seyrederdi. Babasının tek bir metelik bile kazanamadığı günler olduğundan Memo’yu okula gönderecek güce sahip değildi…
Sonbaharın hüzünlü uğultuları mahalleye vurmaya, güneşin kızgın ışıklarında kavrulmuş yapraklar sağa sola savrulmaya, mahalleyi kalın bir perdenin arkasından florasan lamba misali loş biçimde aydınlatan güneş, damla damla yağmaya başladığında Memo için mahalleden ayrılma vakti gelmiş demektir. Yıl boyu kan ter içinde kazandığı üç beş lira ile kıt kanaat geçinen Haydar Usta, dört sene önce aldığı 60 model pikap kamyoneti ile tozu dumana katarak ayrılacaktı mahalleden. Yılın bu zamanlarında küçük dükkânını kamyonete taşıyan Haydar Usta kurduğu kazanç hayallerini gerçekleştirmek üzere başka mahallelere başka kentlere ve köylere yelken açardı. Memo bu sayede diğer yaşıtlarına nazaran daha çok yer gezmiş daha çok insan görmüştü. Yaşının verdiği hareketlilikle babasına tüm gücüyle yardım eder, kamyoneti yüklemesini izler ve bir şeyler öğrenmeye çalışırdı. Sonbahar bitip, ilkbaharın ayak sesleri duyulduğunda Memo ve Haydar usta evlerine dönerlerdi.
Bu mahalle Memo için çok değerliydi. Burdan ayrı kaldığı üç ay içinde birçok kez ağladığını babasının ağzından kahvehanede duymuştum. Nedeni ise Memo’nun küçük sevgilisi Zeynep olsa gerekti. Siyah dalgalı saçları ve inci dişleriyle bu kız Memo’yu kendine uzun bir zaman önce aşık etmişti. Her sabah Zeynep okula giderken, Memo onu dükkânın önünde bekler okula kadar bırakırdı. Zeynep’te Memo’yu severdi. Haydar Usta oğlunu Zeynep’i beklerken görünce kahkahayı patlatır, gülerken gözünden yaşlar damlardı. Soğuk sabahlarda oğluna kıyamaz onu battaniye ile sarar daha sonra yanağına bir öpücük kondurur ve dükkâna girerdi. Zeynep saat sekizi beş geçe yolun diğer ucunda görünür, Memo onu görünce saçlarını eliyle sağa yatırıp delicesine Zeynep’e koşardı. Zeynep okulda öğrendiklerinin bir kısmını ormanın üst tarafındaki dere kıyısında Memo’ya anlatırdı. Memo Onu ilgiyle dinler, gözlerinin içine bakardı.Herşeye rağmen hayat,Memo için eşşiz güzellikteydi.Sanki sadece zeynep için yaşıyor,birlikte vakit geçirdiklerinde tüm acılarını unutuyordu.
Yine gelmişti o sonbaharlardan biri. Yanlış hatırlamıyorsam günlerden cumartesiydi. Haydar usta arabasını dükkânının önüne çekmiş Memo’ya bir şeyler söylüyordu.
— Oğlum, git içerden çekiçleri topla getir sonra bana arabayı yüklememde yardım edersin, dedi Haydar usta.
— Zeyneplere ne zaman gidebilirim babacığım? Gitmeden onları da görmek isterim.
— Birazdan gidersin oğlum, önce bana yardım et, dedi Haydar Usta.
Aradaki bu kısa konuşmanın ardından Memo dükkâna çekiçleri almaya girdi. Haydar usta inatçı ipi sonunda çözmüştü. Memo, getirdiği çekiçleri kızgın bir edayla poşete koydu ve poşeti arabaya fırlattı.
Artık gidebilirsin oğlum, dedi babası. O an Memo’nun yüzünde bir gülümseme belirdi. Üstündeki palazı değiştirip temiz bir şeyler giydikten sonra koşa koşa Zeyneplere gidiyordu. Zeynep’e veda edecek, onunla biraz dolaştıktan sonra mahalleden ayrılacaklardı. Memo, köşeyi dönünce büyük bir horultuyla Zeyneplerin evinin bahçesine giren kamyonu gördü. Şaşkınlığından yanakları hafif kızarmıştı. İki kez derin nefes çektikten sonra eve doğru yürümeye başladı. Heybetli çınar ağacını geride bıraktıktan sonra evin kapısından dışarı eşya taşıyan iri yarı adamları gördü. Keşke görmez olaydı. Gözlerinden yaş damlayacak oldu, izin vermedi. Bacaklarına giren sık titremeyi hissediyor, başından aşağı kaynar sular dökülüyordu. Bir iki dakika bekledikten sonra kendine gelebildi. Evden en son Zeynep çıkıyordu. Anında Memo’yu fark etmiş annesine ‘gidebilir miyim ?’ dermişçesine bakıyordu. Annesi kafasını sallayarak izin verdi. Zeynep kamyondan sıyrılıp Memo’ya doğru koşmaya başladı. Memo artık kendini bırakmış hüngür hüngür ağlıyordu.
—Biz taşınıyoruz Memo, diyebildi Zeynep. Babam daha iyi bir iş buldu. Bu yüzden gitmeliyiz seni çok özleyeceğim.
—Seni bir daha göremeyecek miyim Zeynep? Bir daha gelmez misin bu mahalleye?
— Hayır gelemeyeceğiz. Hani bana bakırdan bir asker hediye etmiştin hatırladın mı? Babam yaptı demiştin. Onu bugüne kadar sakladım, al bunu Memo. Benden sana hatıra olsun.
Bunun üzerine küçük Memo, bacağında hala acısını duyduğu on dokuz yaradan en son kanattığı yarayı buldu. Üzerindeki kabuğu tırnaklarıyla acımadan söktü ve Zeynep’in avucuna bıraktı.
—Bu da benden sana hediye olsun. Beni hiç unutma Zeynep olur mu? Dedi. Gözyaşları içinde birbirlerine sarıldıklarında Alatepe’den onları seyrediyordum.
Memo, tüm bu olanlara rağmen gözyaşlarını dindirdi. Artık bu mahallenin onun için hiçbir önemi yoktu. Denize küsmüş, taşları arkadaşlıktan reddetmişti. Zeynep’in verdiği asker biçimindeki bakır oyuncağı o günden sonra hiç elinden düşürmedi. Yalpalayan adımlarının sonunda babasının yanına varabildi. Babasının omzuna başını koydu ve gözyaşlarını yeniden salıverdi. Babası olanları önceden biliyordu fakat Memo’ya söyleyememişti. Ağzını bile açmadı Haydar Usta. Bir süre sonra Memo arabaya bindi ve babasını bekledi. Çatlamış dikiz aynasından arkadaki yola bakıyor, caminin avlusunda yemlenen güvercinleri seyrediyordu. Haydar usta arabaya bindi. Gıcırtılar içinde dönen anahtarın sonunda soğuk motor homurdandı ve araba yavaşça hareket etmeye başladı. Haydar Usta oğlunu daha fazla üzmemek için Zeyneplerin evinin önünden değil de diğer yolu tercih etti. Arabanın kaldırdığı kirli toz bulutunun içine tüm umutlarını hapseden Memo, çocuksu hayallerin güzelliği ve gözyaşının verdiği ağırlıkla uykuya daldı…
Uyandığında kendini başka bir mahallenin soğuğunda buldu. Yaşadıklarını gördüğü rüya sandı ilk önce ama daha sonra gerçek olduğunu anladı. Hava kararmıştı, etraf gözükmüyordu. Peki, babası nerdeydi? Tüm bu düşünceler Memo’yu oyalarken kapı açıldı ve Haydar Usta arabaya bindi. Elinde iki simit ve küçük boy iki meyve suyu vardı. Simitçinin sabahtan kalan son simitlerine yetişebilen Haydar Usta simitlerden en yumuşak ve en büyük olanını oğluna uzattı. Memo burnunu çekeleyerek yediği simitle biraz olsun kendine geldi. İkiside konuşmuyordu. Simitler küçük ısırıklarla bitirildi ve Haydar Usta bir türkü patlattı. Bir yandan türküyü söylüyor, diğer yandan oğlunun üstünü sıkıca örtüyordu. Derken Memo’nun elindeki bakır oyuncağı fark etti. Biraz bakındıktan sonra türküsüne devam etti Haydar Usta. Memo ağzını kıpırdatmadan bir şeyler sayıklıyordu. Ağzından dökülen iki hece onu sabaha kadar uyutmaya yetti; Zeynep, Zeynep…
Rüyaların kısa olduğunu söylerler. En uzun rüya on beş saniye sürermiş. Memo uykusunda bunu düşünüyordu ve ne kadar çok uyuduğunu. Kendini uyanmaya şartladı ve birden koltuktan zıpladı. Etrafına baktığında dışarıdan Onu seyreden bir sürü çocuk gördü.
Sarhoş gibiydi. Arabadan bir hamlede indi ve onu bekleyen çocukların yanına gitti. Haydar Usta mahallenin en gözde yerine tezgâhını kurmuş gelecek tencereleri, çaydanlıkları ümitle bekliyordu. Burası eski mahalleye hiç benzemiyordu. Bu zamana kadar birçok yer gezmişti Memo. Ama burası başkaydı. Kendini sağa sola itilen kanadı kırık bir kuş gibi hissediyordu.
Zeynepsiz yarım kalmıştı. Yeni arkadaşlarıyla bir bir tanıştı Memo. Bu mahallede sadece üç ay kalacağı için onlarla fazla samimi olmak istemiyordu. Onlara da bağlanıp ayrılmak Memo için zor olabilirdi. Arkadaşlarına ‘Ben sonra gelirim’ dedikten sonra babasının yanına vardı. Babasına sıkı sıkı sarıldıktan sonra ‘Babam’ deyişi Haydar Usta’nın yüreğini titretmişti.
Sağındaki büyük kayanın üstüne oturdu. Etrafın kokusunu derince içine çekti. Bu yeni yere alışmaya çalışıyordu. Ama burada ağır baharat kokuları yoktu. Denizin hırçın dalgalarından gelen yosun kokuları da yoktu. Birden gözü bacağına takıldı. Zeynep için kopardığı yara yeniden kabuk tutmuştu. Bunu kabullenemedi Memo. O yara açık kalmalıydı. Ne kadar acı duysa da yarayı yeniden kazıdı. Artık Zeynep’i unutmaya çalışıyordu. Belki de Onu unutmanın en iyi yolu çalışmaktı. Babasına canını dişine takıp yardım etti. Tüm mahallede çalınmadık kapı bırakmadı. Kapıyı açanlara ‘Mahalle meydanına kalaycı geldi ’ demekle yetiniyordu. Kabını kacağını toplayan şişman Anadolu kadınları bir bir meydana toplandı. Memo kendini işe iyice kaptırmıştı. Babasının çok para kazanmasını istiyordu. Bir yandan da Zeynep’i unutmak ve bir an önce kendine gelmek istiyordu. Saatler birbirini kovalıyordu. Memo ocağın başından hiç ayrılmıyordu. İlerleyen saate rağmen karnının acıktığını hissetmiyordu. Birden aklına Zeynep’in verdiği bakır asker geldi. İlk önce nereye koyduğunu hatırlayamadı sonra arabada olduğuna karar verdi ve arabaya doğru yürüdü. Kapıyı usulca açtı ve koltuğun üzerinde duran oyuncağı aldı. Aklına bir fikir gelmişti. Oyuncağı aldıktan sonra hızla babasının yanına koştu. Babasına;
—Baba, bu oyuncağı benim için kalaylar mısın? Bak çok kararmış. Parlamasını istiyorum, dedi.
—Bu Zeynep’e yaptığımız bakır asker değil mi? dedi Haydar Usta.
—Evet.
Başka hiçbir şey konuşmadılar. Haydar Usta oğlunun isteği üzerine güzelce kalayladı oyuncağı. Pırıl pırıl olmuştu. Memo’ya uzattı. Memo oyuncağı aldı ve ‘Sağ ol baba’ demekle yetindi. Bu oyuncak Memo’nun hikâyelerini duyduğu Kurşun Asker’e benziyordu. Ama bu bakır askerdi. Zeynep’in Memo’ya ölümsüz hatırasıydı. Memo oyuncağın parlamasını istedi, çünkü zamanla kirlenecek, aşınacaktı. Bunun için babasına kalaylattı. Peki hayatta böyle olabilir miydi? Hayat bizi de aşındırmasın, karartmasın diye bir şeyler yapabilir miydik? Memo uzun uzun bunları düşündü.
Akşam yavaş yavaş çökmeye başladı. Haydar Usta ilk gün çok yorulmuştu ve epey para kazanmıştı. İlk gün olduğu için işler yoğundu. Hep böyle olurdu zaten. Sonraki günler bazen hiç iş olmazdı. Parayı en çok ilk gün kazanabilirdi. Bu para harcadığı benzini anca karşılar, üste birkaç lira Memolara kalırdı.
Memo hala harıl harıl yanan ocağın başında bekliyordu. Derken okuldan gelen çocukları gördü. Okula giden çocuklar bir süre sonra mahalle meydanına toplanmaya başladılar. İlgiyle Memo’yu seyrediyorlardı. Çocuklar Memo’ya nasıl bir kötülük yaptıklarının farkında olmadan ‘ Şu çocuğa bak okula bile gidemiyor’ diyorlardı. Memo bunları duyunca ağlamaklı oldu. Arkasını dönüp çocuklara içinden geldiğince bağırıp çağırmak, sonrada ağlayarak arabaya gitmek istedi, yapamadı. Okula gitmiyordu ama gidenlerden daha çok şey biliyordu. Bunu herkese ispatlayabilirdi. Memo söylenenleri duymamaya çalışıyordu. Büyüyüp iyi bir iş sahibi olmak, adam yerine konulmak istiyordu. Küçük yüreği olanlara daha nereye kadar dayanabilirdi? Memo kalbine kızgın bir demir gibi değen lafları unutup inadına ateşi harladı. Ateş delirmişçesine yanıyordu. Henüz kurumamış odunların çığlıkları mahallenin çocuk sesleriyle karışıyor, ortaya çıkan hüzünlü notalar kulaklarda asılı kalıyordu. Deliren ateşin dumanları gözlerini ağır ağır acıttıkça Memo, Zeynep’i hatırlıyor, daha da üzülüyordu. Olanlara daha fazla dayanamadı. Ellerini yamalı şortunun altından yumurta gibi çıkan dizlerine koydu ve hafifçe doğruldu. Bir hamlede dumanlar arasından sıyrıldı ve arabaya doğru hızla yürüdü.
Haydar Usta kendini işe öyle bir kaptırmıştı ki arkasında olanları fark etmedi. Arkasını döndüğünde oğlu Memo yoktu. Gözleri Memo’yu aradı ve sonra Onu arabanın içinde başı öne eğik olarak görebildi. Arkasında duran okullu çocukları kibarca kovaladıktan sonra oğlunun yanına gitmek istedi. Arkadan bir kadın bağırdı:
—Hadi kardeş, şu tepsiyi de hallet işim acele.
İçinden bir ‘offf ’ çektikten sonra işinin balına dönmek zorunda kaldı. Kadının tepsisini de çabucak kalaylayıverdi. İşi bittiğinde saat dokuzu gösteriyordu. Hava kendini karanlığa çoktan teslim etmişti.
Haydar Usta ateşi söndürdü ve malzemelerini topladı. Küçük Memo arabanın içinden bir keski bulmuştu. Elinde ki bakır asker gözüne parıldıyordu. Keskiyi eline aldı ve Zeynep için koparttığı yarayı keski ile yeniden kazıdı. Canı bu sefer çok yanmıştı ve gözündeki damlalar sıklaştı.Keskinin ucu kan kızılına boyanmıştı.Sonra bakır oyuncağını önündeki tahtaya yatırdı.Sol eline kanlı keskiyi, sağ eline de bir çekiç aldı.Keskiyi bakır askerinin boğazına dayadı ve çekici hızla keskinin tepesine indirdi.Bakır askerin başı gövdesinden ayrılmıştı.Keskinin ucundaki kan oyuncağın boynuna sürüldü.Eline kopardığı oyuncağı aldı ve hayal kırıklığı içinde susuzluktan yapışan dudaklarını araladı . O an Memo’nun ağzından sevdanın ve çaresizliğin şairane dile gelişi çıktı.Şöyle dedi ;
— Almazlar hayattan ne bir haber ne bir haz; Her yeri kırılır da bu oyuncakların kalpleri neden kırılmaz? …
Serdar Evrem...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.