Bir Kadının Geciken İtirafları -IV-
II. BÖLÜM
Bir Kadın Olarak Ben…
Üniversite yıllarımın yaşamımdaki yeri hiç kuşkusuz çok önemliydi. O yılları, hayatın gerçek yüzüyle karşılaştığım ilk yıllar olarak tanımlayabilirim. Neredeyse her şeyin ilkini o yıllarımda yaşadım, ihanetinden, başarının en katmerlisine kadar olanını. Şimdi, hayatımın ikinci evresinde, itiraf etmekte geciktiğim gerçekleri satırlara aktarıyorum. İtiraflarım yaşamım boyunca beni etkileyen, sarsan olayların direkt olarak kâğıtlara dökülmüş halidir. İtiraflarımda yer alan kahramanlarımla, dostlarımla, arkadaşlarımla ve düşmanlarımla olan diyaloglarımı kâğıda dökerken, kanımca itibarı yüksek ve hayatımda önemli bir yeri olduğunu düşündüklerimi tercih ettim. Üniversite yıllarımı geride bırakarak bu yaşam sahnesinde -“Bir Kadın Olarak Ben”- rolümü üstlenmeye başladım. Hayat denilen bu çark nasıl dönüyormuş, yaşadıkça anladım ve yaşadıkça ona teslim olmamam gerektiğini şiar edindim. Fakat bir kadın olarak ayakta durmanın o kadarda kolay olmadığını her şeyimi kaybettiğimde anlamıştım. Bana kol kanat gerenler sahneden çekildiği anda hayat en acımasız yüzünü işte o zaman göstermişti.
Son Sahne, "Maskeli Balo"
(-Lütfen etrafı boşaltın nefes almakta zorlanıyor. Arabam dışarıda hemen götürmeliyiz! Ambulansı bekleyemeyiz…) ”Bir Kimse”
Bugün Cahit Sıtkı’nın yolun yarısı diye adlandırdığı yaşı tam on yaş ile geçmiş durumdayım. Hayat ne kadarda çabuk geçiyormuş meğer bu durumun farkına yaşadıklarımdan çok, not aldıklarım ile varıyorum. Elimde bir kadeh, maskeli baloda sütunların arkasına gizlenmiş konuşmaya bekleyen Juliet misali bir duruşum var. Nerede Romeo, nerede bu düşman aşık? Gözlerim her yerde onu arıyor, ne zaman yüreğimin kapısını çalacak ve ne zaman kapıyı gıcırdatarak içeriye süzülecek? Ruhumun ihtiyacı olan esrarı ne zaman damarlarıma enjekte edecek? AŞK bu, nasıl tarif edilir ki doğrusu, nasıl kelimelere sığdırılabilir ki acaba ve nasıl arzulanabilir ki fütursuzca?
Üniversite yıllarımdan bu yana aradan uzun yıllar geçmiş ve hayatın akışı içinde bir oraya, bir buraya, bir şuraya koşuşturmuştum. Işıltılı bir yaşama rağmen istikrarlı bir mutluluk serüvenim olmamıştı. Aslında çokta anormal bir durum değildi bu yaşanılanlar. Özgürlüğün özgür olabileceği kadar hürdüm ve canım neyi arzuluyorsa onu yapıyordum. Tıpkı bir hedonist gibiydim. Haz alınabilecek her şeyden başarılı bir şekilde zevk alabilmesini biliyordum. Yıllar ışıltısını üzerimde bırakırken ben sevgi kırıntılarını balolarda toplamaya çalışıyordum. Sevgiye aç bir bedenin hamallığını yapıyordum, hiçbir ücret talep etmeden.
- Hayat ne kadar güzel değil mi Stefan?
-Onu güzel kılan senin ona bakışın, hayatı okuyuşun ve az da olsa onu ciddiye alışın (Kahkahalar)
- (Sarhoş bir eda ile konuşma devam eder) Çok haklısın. Söylesene Stefan, hayat istediklerini sana verdi mi?
- Bazılarını verdi bazılarını ise daha vermedi. Zamanla onları da vereceğini düşünüyorum. Peki sana verdi mi?
-(Küçümsercesine bir gülüş atarak konuşmaya başlar) Bana mı diyorsun! Bana her şeyi verdi vermesine de Stefan, mutluluk kapımı ne zaman çalacak? Gerçek AŞK ne zaman benimle olacak?
- Hayata çok karamsar bakıyorsun. İstediğin her şeye sahip olabilirsin, etrafına bak bir sürü erkek var, hangisi seni reddedebilir ki? Bir gülümsemen yeterli. AŞK ve mutluluk öyle ısmarlama olacak şeyler değil, onlar kendiliğinden insanı bulur. Beklemediğin anda, beklemediğin birisi ile karşına çıkıp dikilir, hazır bile değilsindir oysaki. İşte bu yüzden her an yeni bir ümittir AŞK adına, mutluluk adına.
- Stefancığım, sen iyilik meleği filan mısın? (Kahkahalar) Yıllardır bekledim gelmedi, ama yine de sana güveniyorum dediklerini ciddiye alıyorum. (Kahkahalar)
-Güven bana, ümidini kesme. Haydi gel dans edelim.
- Elbette canım. Şu kadehi bırakıp hemen geliyorum…
Stefan’ın yanına gidememiştim. En son hatırladığım şey ayaklarımın yerden kesilmesiydi. Bedenim yılların serkeşliğini kaldıramamış, bir çırpıda yere yılmıştı. Parlak yaşantıları olanların sonunu sönmüş kandillere benzetirdi annem. Ne kadar da haklıymış meğer. Sönmüş bir yıldız olarak yaşam sahnesindeki yerimi almaya namzettim artık. Bir kıvılcım ile hayata dönmek içten bile değildi; lakin o kıvılcımı çakacak kim vardı, kim olacaktı? Bu yere yığılış ışıltılı yaşama veda edişimin ilk sinyalleriydi. Güçlü bir iş kadını olarak yükümü çokta uzun süre taşıyamayacağım gibi gözüküyordu. Hayat ummadığınız yerden umulmayan her şeyi bir anda karşınıza çıkarıyordu.
…
" Biz Ayrılamayız,"
Her birimizin okulu bitmişti. Hayat okulunu okumaya namzet çaylaklar olarak yerimizi almıştık yaşamın içinde. Herkes, mesleğini icraat edeceği limana yanaşmaya başlamıştı. Yavru güvercinlerin yuvadan uçma vakti gelmişti, kendi yuvalarını kurmak adına. Ben yaşadığım bu şehri çok seviyordum ve hayatım boyunca burada kalmak istiyordum. Şairin dediği gibi: “Bir semtini sevmek bile bir ömre bedel...” sanki içimi okumuş gibi kaleme almıştı şair bu satırları. Bu şehir bir başkaydı ve hep öyle kaldı. Zeynep ve Kübra ile yollarımız ayrılacaktı, bunu biliyordum; lakin arkadaşlarımı yaşadığım güzel anlar ile yâd edecek ve hatırlayacaktım.
- Kızlar yolun sonu geldi, artık demir almak geldi bu limandan.
- Haklısın Zeynep, yolun sonu göründü. Şimdi hepimiz kim bilir nerelere gidip yaşantımızı sürdüreceğiz.
- Kızlar ben hiçbir yere gitmiyorum. Doğru, ayrılacağız ama ben hep bu şehirde kalacağım. Çünkü bu şehir ben, ben O’yum.
- Ah keşke ben de kalsam, kim bilir neresi olacak görev yerim.
- İyi yere çıkar Kübracığım, takma sen kafana birkaç yıl çalışıp dönersin.
-İnşallah iyi bir yer olur Zeynep. Sen ne yapmayı düşünüyorsun?
-Şu an için birkaç yere başvurdum, cevap bekliyorum. Bakarsın burada kalırım hiç belli olmaz.
-Ne güzel olur Zeynep yine ikimiz kalırız.
- Kübra senin atamanda buraya çıkıyormuş ne güzel olur değil mi?
-İnşallah dediğin gibi olur Zeynep. Önemli olan gittiğin ve kaldığın yerde doğru ve iyi olanı anlatmak ve yaşantınla örnek olabilmektir.
- İyi ki ileride olacakları bilemiyoruz, yoksa hayatta yaşamanın ne heyecanı ne de anlamı kalırdı.
Ne Zeynep ne de Kübra bir daha bu şehre dönmedi. Dönüşleri yalnızca tatil ve iş için olmuştu. Tatil ve iş için geldiklerinde görüşür, eski günleri acısıyla tatlısıyla eğlenerek yâd ederdik. Hayat işte, akıntı sizi nereye sürükler hiç belli olmaz, yalnız kürekleriniz varsa istediğiniz yere ulaşmanız çok daha kolaylaşır. Bu küreklere sahip olmanın esprisi, neyi istiyorsanız kararlılıkla istemektir. Benim o küreklerim vardı; çünkü ne istediğimi biliyordum ve aldım. Tüm yaşamım boyunca âşık olduğum bu şehirde küreklerimi çektim ve bir naat misali bu şehirden bahsettim, Onu kıskanan sevgililerime. Biz aslında hiç ayrılmadık kızlarla, hep beraberdik bu şehrin büyüsünde.
"Damat Adayları Kapımda,"
-…anne anlatamıyorum her halde, ben evlenmeyeceğim yaa!
-Kızım niye öyle söylüyorsun, bak okulun da bitti evlenmeyip de ne yapacaksın?
- Hayatımı yaşayacağım, daha okul yeni bitti hangi çağda yaşıyoruz yaa!
-Kızım bunun çağ ile ne alakası var, evlenmek ne zamandır demode olmuş!
- Demode olmuş filan demiyorum ben anne, zamanı şimdi değil.
-Ne zamanmış peki zamanı?
- Şöyle biraz çalışayım, kendime göre birini bulayım, prensiplerime göre olmalı.
- Kızım sen öyle ince eleyip sık dokursan evde kalırsın benden söylemesi.
-(Baba odaya girer) Yaa! Baba şu anneme bir şey desene, hemen evlendirmek başından atmak istiyor beni (Sırnaşarak)
- Kızım aslında annen haklı, fakat çokta sıkboğaz etmeye gelmez bu durum. Sen biraz sakin kafayla düşün ilerleyen günlerde kararını verirsin.
-Sen de üzerine varma kızın Şadiye Hanım.
- İyi bakalım biraz düşünsün, bak görücüler kapımızı aşındırıyor haberin olsun.
- Tamam anne, tamam!
Tam bir mahalle baskısı yapıyordu ailem, özellikle de annem. Özgürlük budalası bir kıza nasıl evlen denilirdi anlamıyorum, gerçi nereden bilebilirlerdi ki hayatımı kendime buyruk yaşamak istediğimi. Evlenmek kavramı benim için çok yabancı bir tabirdi o zamanlar. Hayata kendi başıma tutunmayı o kadar çok istiyordum ki. Her istediğim yere gitmek, her istediğimi yapmak, kimseye hesap vermemek ne kadar güzeldi. Evliliği hürriyetime pranga vurmuş bir gardiyan olarak düşünüyordum. “İstediğim zaman istediğim kişiyle beraber yaşayabilir, istemediğim zaman çekip gidebilirdim, neden evlenmeliyim ki?” diye sorardım kendi kendime. Evet dediğim doğruydu ve yaptım da; lakin aile kavramının yalnız evlilik ile olabileceğini yıllar sonra anladım.
"Hoşçakal Kübra,"
- Artık ayrılma vakti geldi arkadaşlar.
- Otobüsüm saat 23.00’de kalkıyor. İyi kötü günlerimiz oldu. Bazen kavga ettik bazen eğlendik; ama en önemlisi biz hep aile gibiydik. Çok çok müteşekkirim yaşadıklarım ve yaşattıklarınız için.
- En çok da benle kavga ettin sanırım. (Mahcubiyetle karışık gülümseme) Her konu da anlaşamasak da, söylediklerinle hayata tutunmamı sağladığın için çok teşekkür ederim. Seni dediğin gibi diyeyim: “Allah yolunu açık etsin”.
- Kübra, sevgili arkadaşım. Aynı sokakta oturduk, aynı liseye gittik, aynı üniversiteyi kazandık ve aynı evi paylaştık. Hayatım neredeyse tamamında hep sen vardın. Ben dostluğu senle öğrendim, doğru sözün acısının dostu olgunlaştırdığını senle tattım. Yolun açık olsun canım, kardeşim, arkadaşım. Allah arzuladıklarını yapmayı nasip etsin. Veda etmesini sevmem bilirsin o yüzden görüşürüz diyorum.
-Zeynep ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Kelimeler değil duygularım anlatır beni sana. Senin gözlerinin bakışı anlam katar bana. Hoşçakalın, Allah’a emanet olun. Görüşmek ümidiyle.
O gün Kübra öğretmenlik görevini yapmak için Konya’ya gidiyordu. Gözlerimizdeki yaşın anlamı o gün bir başkaydı. İlk defa hayatımda bir kişiyi uğurladığımın farkına varmıştım. Çok farklı bir histi bu ve dramatik bir tadı vardı. Kübra hep Konya’da yaşadı, bir daha hiç dönmedi bu şehre. Kübra’nın yeri çok farklıydı benim nazarımda. Doğruluktan ve gerçeklikten sapmayan sözleri ile hayatta tutunmama yardımcı oldu, ben ona ne kadar çok kızmış olsam da. Vakur bir duruşunun aksine mütevazı bir yaşantısı olduğunu söylesem yeridir. Farklıydık; fakat bu farklılık yaşantımıza ayrı bir tat katıyordu. Kübra’yı özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi doğrusu; lakin uzaklaşan otobüsten el sallarken, benim için önemli olan bir değerden yoksun kaldığımı fark etmiştim. Gözlerim doldu ve sessizliğimi bir hıçkırık bozdu.
"Bu Dansı Bana Lütfeder Misiniz?"
Fatih Mehmet Mirza
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.