- 1177 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Al Götür Beni Düşlerine
Her sabah ışıksız odalarıma dolar gözlerinin şafağı
Sevdanın kuş tüyü yastıklarından kaldırırım başımı
Çağrılarınla aşarım ben çelişkili yaşamın yollarını
Al götür beni düşlerine, aşkla değiştireyim çağlarını
Bazen olmadık duruşlarımızla meydan okuruz dağlara. Sevdanın sessiz fısıltılarından en lüzumsuzlarını seçer, en saklanasıları duymazdan geliriz. Gecenin köstekleri göğsümüze vurdukça yaman ağrılarla döneriz kendimize. Yaşam sularında her dalgadan bir nota atınca gönül sepetimize şarkımız olur, fırtınalı bir sevda mevsiminde gül tohumları en soylu yüreğinde büyür. Sabırsız sarmaşıklara dolanan sevdam er geç gözlerini bulur, ellerinin koylarında huzurla uyur.
En güzel duygularla senden gitmelere hazırlanırken bir ansız yele uyanırdı ellerin. Bakışlarındaki büyünün damarlarına tutunacak dal ararken ben, sen bir gerçeğin kayışlarına dalar giderdin. O an sular basardı yüreğimi, hızla akan nehirlere atarak kendimi kendimden çekerdim. Kokun gelirdi ardımdan, sözlerinin duvarlarına çarpar, denizlere dökülürdüm, yanardı göğsüm, kanardı ömrüm, ben sevdanı görmezden gelirdim.
Yamalı bir bedenle toprağına yüz sürdüm ey yar. Kaldır başını ve avuçlarıma ver sevda kozasını. Yaralı bir gönülle çaldım saraylarının kapısını ey yar, yak ataşını, ısıt gülüşlerinle aşkının eşkıyasını. Irmaklarına sevda gemilerini, denizlerine nasırlı ellerini, kentlerine gülüşlerini salmaya geldi bu can. Ey yar, sarmala sancılarımı, okşa avuçlarımı ve kadın kokunla donat çarşaflarımı, ölümsüz damarlarınla besle kurumuş dudaklarımı.
En koyu deminde özlemin, yapışkan bir ağdayla parçalanır gecenin döşü. Dudakta durmaz kan, ağrılı bir bedene enjekte ederek bölüşür gücü. Ruhumuzun dalgalı denizlerinden toplarken ansız güneşi, göz tutkuyu süzer, kalp harlar ateşi. Çıngılarla karanlık oynaşır, ter çarşafa dolaşır, ağrı diner, inleyiş biter, düğmeler kancaya geçer. Islanır an, ayaz bir geceyle yeniden titreyişlere durur dam ve sorgusu tamamlanmış bir tutuklu gibi hücresine döner adam.
Ufkumuzun gel/git/li mahmuzlanışlarında kanayan bir geç kalmışlıktır iğnelerden aşk’ı geçirmeye çalışmamız. Her mevsimin dönen/ce iklimleriyle yıkadıkça yüzümüzü, aynı döner dünya, aynı bakışlarla demlenen ve kendini saran bir hüzün yumağınca. Yıldızların ötesinde bir koy vardır belki de, sevdaya sarmak için bizi bekleyen. O mutluluk şafaklarını biriktiren, o sevgi cemrelerini ruhumuza gönderen yerdir belki de. Unuttuğumuz her var oluş türküsünün asil sözleridir, yüce dağlar gibi bize gülümser, üzerindeki karlar erimese bile.
Ağrılı bir günün kanatlarını sallıyor rüzgâr, gıcırtılar özlemin pervazlarını sallamakta. Madımak türküler kulağımda. Tarlada tütün, tabakada hasrete dolanır hep bütün. Dil kavrar tutkuyu, el sarar utkuyu, göz yangın yerinde sarar ıslanmış bir havluyu. Gecenin dansı yamandır, kanaması dinmeyen şuuru kayıp bir hastaca yatandır. Kendi öfkelerimizin çıngılarıyla harlanan sevda ateşiyle yanar, asılsız kurguların hançer sokuluşlarıyla aşk için asırlarca, içten içe kanarız.
Bütün derinliklerin yol ayrımlarında bir taşın yuvarlanışı ve düşüşü gibidir hayatın akışı. Yolculuk düşlerine yazgımızı sararken kelimelerle dağlarız yanık yüreklerimizi. Sen kırmızıyla lila renkleri kaynaştırıp mor yüreğime gülümserken, ben menekşeler ekerim sevgiyle sevdana. Aşk olur özlemimiz, bir başka yeşerir sevda bahçemiz, dallarımıza kuşlar tüner, vakit hızla günü terk eder, yıllar delicesine geçer ve sana olan tutkum mutlu çocuklar gibi parkları saray eder.
Kimselere soramadığımız, kimselerle paylaşamadığımız yangın adreslerimizin kırıkları arasında dolaşırken mevsimler geçer üstümüzden. Sıvı bir dökülüşle yağmurlar akarken yüreğimizin saçaklarından kırıktır şarkılar bize, bir ağıt gibi buğulanır bedenimiz, sorgular kana bulaşır, sevinçler kirpiklerimizle oynaşır ve biten bir günün ardından gerçeğin kalabalıklarında her şey uçup bilinmezliğe yükselen bir duman olur.
Şimdi sarhoşsun. Geç kalmış bir yanıtta gizlenirken sorular sen gerçeğin kadehlerinden kahır içkini yudumluyorsun. Yardımlar beklediğin tanrını da hissetmiyorsun yanı başında. Bilmek istediğin her şey bir muamma, bir çelişki aslında. Sorgumuz kendi içimizde yeşeren bir buğday tanesi gibi güne hasret, güneşe özlemli ve toprağa sarılıyor mevsim bahar olmasa da. Üşümüş bedenine, okşanmayan tenine, dokunulamayan ellerine şefkat diliyor, ruhunun artçı depremlerini duymak istemiyorsun.
Oysa, yaşama ayarlanmıştır sen bilmesen de tüm saatler. Hızla tükenen zamanın tiktaklarıyla kapıdadır gözün, yaşamaktır tek özün. Yüreğinin yara bereleriyle grizular patlarken içerinde ipekten bir öpüşle, ruhani bir düşünüşle sevdanın en yakın adresinde konaklıyorsundur. Hüznün bütün istasyonlarında sisler dolaşır, yeryüzünün bütün suları bir gün kaynağına ulaşır ve takvimler düşe düşe tenimiz eninde sonunda kendine ulaşır.
işte böylesi anlarda hüzne emdirdiğin dudaklarını rüzgar okşar. Oyulmuş çehrende gülücükler yerine düşünüşler oynar. Her insanın şiir şiir döküldüğü bu çağlayanlardan nabzına yüreğini dayamazsan, müfreze sevdalara yalın kılıç dalmazsan, ufkundaki çelişkilere meydan okumazsan asla bir var oluşun tümcelerini haykıramaz dilin.
Haydi gül bakışlı, bir daha sokul tanrıya, dilinde biriken anason kelimelerle önünde diz çök ve yeniden yaşam dile gözlerine bakarak. Bütün yılgınlığını kutsal ayaklarının altına ser ve yürü en ölümsüz çiçeklerin arasında. Tanımsız güzelliğini yansıtan aynalarla dost ol, mutluluk kadehiyle sevginin sırdaşı ol. Kahkahalarınla, dilindeki en onulmaz şarkılarınla, bu yerkürede olumsuzluklara meydan okuyan ölümsüz bir savaşçı ol.
Selahattin Yetgin