- 1535 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLÜ BALIKLAR DENİZİ
ÖLÜ BALIKLAR DENİZİ
Kumsalda yürüyorum. Yıllardır aradığımın, kendi gerçeğimin peşindeyim. Şehirlerin karanlık ara sokaklarından, ayrıntılarından hayatın, evimden, dostlarımdan, ailemden uzakta kendime ait olanı aramaya devam ediyorum. Sanki üzerimdeki tüm yüklerden, geçmişimden ve hayal kırıklıklarımdan ne kadar uzaklaşırsam aslıma ve geleceğime yaklaşma şansım o kadar artacakmış gibi hissediyorum. Bir şarkı mırıldanıyorum yüreğime. Kulaklarım onu dinleyebilme cesaretinden yoksun sanırım; duyamıyorum. Kalp atışlarımın hızlandığını hissediyorum. Ciğerlerime derin derin çekiyorum bu güzel havayı. Soğuk kış gecelerinden uzakta, her zaman kendimi ait hissettiğim ılıman iklimlere doğru yürüyor yıllardır hapis kaldığım karanlığımdan kurtuluyorum. Zihnimi dolduran gündelik düşüncelerle vedalaşıyorum her adımda. Kumsalın ayak basılmamış yerlerinde yeryüzünde varolma sebebimi arıyorum.
Sabahın erken saatlerinde ulaşabildiğim şehir, kimsesizliği ve durgun deniziyle karşılıyor yüreğimi. Kendi başıma kalmanın verdiği tuhaf özgüven duygusuna sıkı sıkıya sarılıp daha güçlü atıyorum adımlarımı bu yüzden.
Sonra onu görüyorum birden bire. Hangimizin davetsiz misafir olduğunu bilemeden merakla ona doğru yürüyorum. Kumsaldaki şezlonglardan birine oturmuş ufka bakıyor. Biraz yaklaşınca ağladığını görüyorum. Kendi zamansızlığıma öfkelenerek, sanki varlığından haberdar değilmişim gibi sakince yürümeye devam ediyorum. Beni fark ediyor birden, ufka kilitlenmiş gözlerini bana çevirip, yalnızca birkaç saniye bakıyor gözlerime. Sadece o bir tek saniye de göz göze geliyor, sonra iki yabancı gibi kendi iç dünyamıza gömülüyoruz. Sezdirmeden gözyaşlarını siliyor, bende gözlerimi kaçırıp az önce onun sükunetini paylaştığı ufka ardından kumlara gömüyorum bakışlarımı. Sakin davranmaya çalışıyor, iç sesimle konuşuyorum. Sanki kumsalda yapayalnızmışım gibi, sanki biraz ötemde başını önüne eğmiş gözyaşlarını silen kadını hiç görmemiş gibi davranıyorum. İlerideki dağların göremediğim yamaçlarında bir yol arıyor gözlerim. Şarkıyı mırıldanmayı kesiyorum. Birkaç metre kaldı aramızda... Yalnızlıkla aramıza giren bedenlerimizin ilk ve son karşılaşmasına yalnızca birkaç metre kaldı.
Bacaklarımın uyuştuğunu hissediyorum. Bir an için ayaklarım yalpalıyor ama hemen toparlıyorum kendimi. Yanından geçerken içgüdüsel bir merakla son kez bakıyorum yüzüne. Umursamazlığına şaşırıyorum aslında sonra kızıyorum kendime; kim bilir ne düşünüyor sabahın bu erken saatinde, kim bilir aklında neler vardı benimle karşılaşmadan önce. Kendini kaçıp kurtarabildiği tek yerde düşünceleriyle arasına giren birine gülümsemesini nasıl bekleyebilirdim. Bencilliğimi ve beklentilerimi geride bırakmayı başaramadığımı anladım birden, paçalarıma tutunup kaçak yolcular gibi beni takip etmişler, zihnimin kuytu köşelerine saklanmışlardı.
Ondan uzaklaştıkça yüzünün ilk andaki kadar yabancı gelmediğini, sanki bir yerlerden onu tanıdığımı düşünmeye başlıyordum. Hafızamın delik deşik olmuş geçmişinde paylaşılmış bir şeyler olduğuna eminim gibiydim aslında. Yürümeye devam ederken, dış dünyanın tüm seslerine kulaklarımı tıkamış düşüncelerimin soyut hale gelen zamanlarında onu arıyordum. Dudaklarım kilitlenmiş gibi, yanlışlıkla dökülecek tek bir kelime bir anda sihrini bozabilirmiş gibi geliyor bu yakınlığın. Sessizleşiyorum. Yanından geçip gidiyorum. Ardımda bıraktığıma inandığım geçmişimden gelen bu tuhaf ziyaretçinin kim olduğunu bilmeden ama tanıdıklığın verdiği korkunun üzerimde yarattığı anlaşılmaz heyecanla merak içindeki yüreğimi kontrol etmeye çalışarak geriye dönüp bakmadan yürümeye devam ediyorum. Uzaklaşıyorum ondan...
Plajın bitiminde çalılıkların ötesinden görünen ormanlık alana girmeden bir an duruyor, derin bir nefes daha çekiyorum ciğerlerime. Bu derin nefeste kendi kararlılıklarımı, arayışımı sorguluyorum sanırım. Davetkar görkemiyle beni çağıran geleceğime doğru yürümeye devam etmeye karar veriyorum sonra. Bu yola girerken aklımdaki tüm sorular yanıtlarını bulmuştu, içimde korkuya, şüpheye, endişeye gerek olmadığına karar vermiştim günler önce. Şimdi ulaşmak üzereyken varoluş sebebime “Unut onu” diyor iç sesim. “Zaman devrini tamamladı. Artık yalnızım” diye cevaplıyorum kendimi. Zihnim her adımda biraz daha yeniyor yüreğimi, ormanın derinliklerine doğru yürümeye başlıyorum.
Kuş cıvıltılarını duydukça tahminler yapıyor kendimi sınamaya başlıyorum. Bu sayede az önce yaşadığım o anlaşılmaz karmaşadan uzaklaşmayı ümit ediyorum. “Saka olmalı bu, evet kesinlikle saka kuşu.” Patikadan yukarı tırmanmaya karar veriyorum sonra. Tüm dikkatimi önümde ayaklarımın altında ezilen orman tabanına veriyorum. Biraz ilerde büyük bir karınca yuvası görüyorum. Yıllar önce çok farklı bir zamanda benzerine rastladığım için heyecanlanıyor sonra şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak karıncalardan, yoluma devam ediyorum. Ağaç dalları zaman zaman yürümemi engellese de, kararlılığımı kaybetmemeye çalışıyorum. Sanki büyük bir yarıştayım. Sanki yarışta sona kalmışım gibi hissetmeye başlıyorum zamanla; yeniliyorum. Durup sakinleşmesini bekliyorum nefesimin. Geriye, dönüş yoluna bakıyorum. Bir işaret bekliyorum gökyüzünden. Hava kararmaya başlamış bile, saatlerdir yoldayım. İlerleyebilecek miydim, ilerlemeye cesaretim kalmış mıydı? Korkum içsesimi susturmuştu. Ormanı dinlemeye başladım. “Biraz daha dayan” dedi içsesim. Deliriyordum, geri dönüş yolu kapanmaya başlamıştı çünkü. İlerlemeye karar verdim. Üstelik ne kadar kötü olabilirdi. Ne kadar yorulabilirdim ki;
Tepenin başına vardığımda bacaklarım artık beni taşıyamaz olmuştu. Bir kayaya oturdum. Nefes nefeseydim. Yüreğim kendi dışında bir yerlerde atıyordu sanki. İç sesim burada ne aradığımızı soruyordu. İsterik tekrarlarına kulak tıkayamaz hale geldiğimden cevap vermek zorunluluğunu hissettim. “Anahtarı arıyoruz.” Hayatın anahtarı başka nerede olabilirdi ki? Burada, kayalık orman tabanında, belki gecenin bir köşesinde, çam ağacının dallarının arasında bir yerlerde asılıydı. Onu bulmamı bekliyordu. Hiç ayak basılmamış bir mağaranın dehlizlerindeydi belki. Belki inanılmaz bir tesadüfle üstüne basıyordum tam şu an... Eğildim yere toprağı karıştırmaya başladım. Burada mıydı, burada olabilir miydi? Yani insanın en büyük amacına bu kadar kolay ulaşması mümkün müydü? İç sesimin kahkahalarla güldüğünü duyuyordum. “Yenildin!” dedi. Gülmeye devam etti gürültüyle. Başımı önüme eğip sessizce onu dinledim.
Bulamamıştım. Yıllarımı verdiğim bu tuhaf ve sonuçsuz araştırmamın cevabı ne yazık ki burada değildi. Sinirlenmiştim. Kendime kızıyordum. Gece iyice bastırmıştı, hafif hafif yağmur çiseliyordu. Havadaki deniz kokusuna teslim edip bedenimi, sakinleşmeyi bekledim. Ama yüreğim izin vermiyordu buna. Tüm hayatım geliyordu gözümün önüne. “Belki de” dedi iç sesim. “Bizi buraya sürükleyen yaşlılığımızdır, son günlerimizdir. Belki de bu aldığımız son nefestir. Kendini kandırıyor bizi de peşinde sürüklüyorsun.”
Kendi kendime saçmalıyordum işte. İç sesime çenesini kapamasını söyledim. “Sus” dedim ona. “Sus ve biraz düşünmeme izin ver.”
Üzerimdeki ceketi nemli toprağa serip uzandım. Uykum vardı. Gözlerim direnmedi. Sessizliğe derin bir yolculuk alıp götürdü kollarımdan. Uyandığımda her şeyi unutmuş olmayı umut ediyordum.
Sabah yüreğimde tuhaf bir korkuyla uyandım. Korkuyordum. Nedenini bilmediğim bir korkuydu taşan bedenimden. Üşümüştüm. Ormanın sinsi sabah soğuğu hasta hissettiriyordu. Ayağa kalktım. Evime gitmek istiyordum. Uzun yolculuğumdan kafamda düş kırıklıklarım, bedenimde yeni başlayan marazi bir hastalıkla dönüyordum. Hayatın anahtarı o ormanda mıydı bilmiyordum. Hiçbir zaman bilemeyecektim. Korkularımı unutma ümidimi yitirmiş, iç sesimin öfkeyle konuştuğunu duyuyordum. Susmuyordu, gürültüsü ormanda çınlıyordu sanki. Midem bulanıyordu patikadan aşağı inerken. Adımlarımı hızlandırdım. Koşuyordum. Bu kabusun bitmesi için koşuyordum, denizi görünce rahatladım. Biraz yavaşlayabilirdim artık.
Plajın ilerisinde kalabalık bir grup görünce şaşkınca durup, kendime gelmeyi bekledim. Yavaş adımlarla onlara doğru yürümeye başladım. Dünden beri kimseyi görmemiş, kimseyle konuşmamıştım. Kalabalığın içinde tüm düşüncelerimin, aklımın normale döneceğini, insanların arasında başarısızlığımı, iç sesimin ormanda yankılanan kahkahalarını ve yalnızlığımı, evet en çok ta yalnızlığımı unutmayı ümit ediyordum. Yaklaştıkça bazı kadınların ağladığını fark ettim. Polisler kendi aralarında bir şeyler konuşuyor bir yandan da çevrede biriken insanları sakinleştirmeye, kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı. Şaşırmıştım. Siren seslerini duyunca irkildim birden. Polis memurlarından biri yaklaşan ambulansın şoförüne yaklaşması için işaret ediyor, bir taraftan da kalabalığı dağıtmaları için arkadaşlarına sesleniyordu.
Birden aklıma dün sabah plajda yürürken gördüğüm kız geldi. Telaşla kalabalığa yaklaştım. Ne olduğunu sormak istiyordum, içimdeki kötü his yüreğimi öylesine kaplamıştı ki tepede bıraktığım yanıtsız kalan sorularımı düşünemiyordum bile...
Ambulansın arkasına sedyeye koydukları birini yerleştiriyorlardı. Yüzünü örttüklerini görünce birinin kumsalda öldüğünü anladım. Tüylerim ürperdi. Kalabalığı bölerek ambulansa iyice yaklaştım. Polislerden biri arkadan kolumu çekti. “Yaklaşmayın” dediğini duydum. “Ben, ben tanıyorum onu” dedim. Tanıyor muydum? İlerlemeye devam ediyordum. Rüyada gibiydim. Belki de dün akşam yattıktan sonra bir daha hiç uyanmamıştım. Kabus devam ediyordu belki de. Kendi kendime şaşıyordum üstelik. Yüzünü görmediğim, kim olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan bu insanı tanıdığımı ileri sürmüştüm az önce. Tanıyor muydum gerçekten. İç sesimin öfkesi dinmişti. Sessizce olanları seyrediyordu. Sedyenin yanındaydım artık. Doktorlardan biri “boğulmuş” dedi. Gözlerimdeki yaşlar boşalmak üzereydi, biliyordum dışarıdan nasıl göründüğümü. Örtüyü açtılar yavaşça. Bir anda tüm gözlerin bana doğru çevrildiğini hissettim. Geçmişe dair tanıklığıma ihtiyaçları vardı ama bugün ben hiçbir şeyin cevabını bilmeyen, tüm düşünceleriyle beraber zihninin geride kalan zamanlara ait yüzlerini de unutmuş bir yabancıdan başka biri değildim.
Göz yaşlarım akmaya başladı. Sedyedeki kız dün akşam plajda yürürken gördüğüm kızdı; tükenmiştim. Nedendi içimdeki bu depremin sebebi. Dün sabah plajda yürürken yanına gitmekten çekindiğim, sessizliğini bozmaktan korktuğum dün yaşayan yüreğinde ama bugün bir sedyede ölü bedenini gördüğüm bu kızı özünde tanımadığımı ama sanki geçmiş yıllar içerisinde bir yerlerde, kim bilir belki bir fotoğraf karesinde aynı saniyenin küçük bir kesitinde karşılaşmış olabilir miydim? Oysa yüreğim bana sadece küçük bir rastlantının hatırasını yaşamadığımı, onun benim çok iyi tanıdığım, ismini bildiğim, acılarına sevinçlerine zaman zaman ortak olduğum birisi olduğunu söylüyordu.
Yüzünü örttüler...
Kalbimin çarpıntısı o kadar hızlanmıştı ki; bir an nefes alamadığımı, çaresizliğin aslında beni de tükettiğini hissetmeye başlamıştım. Bir yerde durmalıydım.
Ambulansın arka kapılarını örttüler...
Gidecekti. Yüzünü birkaç saniyede ezberlediğim bu kızı bir daha hiç göremeyecektim. Adını hatırlayamıyordum.
Kendime en doğru soruyu sormaya çalışıyordum. Biçimini yitirmişti hayatım. Geçmişi unutmak isteğim güç kazanmış ve kendi kendime dağın tepesinde böyle bir ödül vermiş olabilir miydim? Hayatın anahtarı bu olabilir miydi? Tüm geçmişten ümidini kesmeli, geleceğe bakmalı, aradan uzun bir vakit geçince tekrar buhranlardan kurtulmak için kendini dağların en tepesinde unutmalı... Belki de anahtar; yeniden başlayabilme gücünü yüreğinde bulabilmekteydi.
Ambulans gürültüyle ayrıldı plajdan...
Gürültüsü, hatırlamak istediğim ama bir türlü hatırlayamadığım geçmişimde açılan yarayı derinleştiriyordu. Göz yaşlarımı sildim. Şezlonglardan birine oturup, kalabalığın sessizce dağılışını seyretmeye başladım. Birkaç dakika sonra yapayalnız kalmıştım. Ayağa kalkıp evime gitmek istiyordum. Yatağıma uzanıp uyumak ve son iki gündür yaşadıklarımı da beynimin en derinlerinde unutulanların arasına gömmek istiyordum.
Kalkamadım.
Yorgun hissediyordum kendimi. Şezlonga uzandım. Sessizlik hakim olmuştu kumsala. Martıların gürültüsüzce uçtuğuna şaşırmış, dalgaların kıyıya çarparken bu kadar sakin davranmasının üzüntüme saygı duymalarından kaynaklandığını düşünmeye başlamıştım.
Gözlerimi kapattım.
Bir rüyanın eşiğindeydim. Gözleri geldi gözlerimin önüne. Saçları savruluyordu rüzgarda. Dudakları morarmıştı. Boğulduğunu, öldüğünü, ve az önce bir hastanenin morguna kaldırıldığını anımsamak istemediğimden onu böyle canlı görüyordum. Yine de kendi hayalim ihanet ediyordu bana. Yaşayan, nefes alan biri değildi artık.
İntihar etmişti.
Nasıl olabilirdi bu? Bir insan nasıl böyle bir yerde öldürebilirdi kendisini? Şehrin karmaşasından, yoğunluğundan kurtarmışken kendisini, bu temiz ve berrak gökyüzüne bakıp sonra kendini yok etmek, tüm yaşanmışlıkları bir kenara atıp, kendi hayatına ihanet etmek mümkün müydü?
Ona yaklaşamamıştım. Ürkmüştüm. Oysa biraz cesarete sahip olsaydım, onunla konuşabilseydim, belki de bu kararından vazgeçirebilirdim.
Korkaktım; artık biliyordum bunu. Korkularımın esiri olduğum için yaşamıyordu; nefes almıyordu... Gitmişti; uzaktı artık hayata. Üstelik kendi kendime kabul etmem gereken bir gerçeği miras bırakarak kaçmıştı...
Denizin kıyısında onu ilk gördüğüm yere baktım. Yavaşça kalkıp yerimden, sessizce ağladığı yere yürüdüm. Eğilip toprağa dokundum. Sıcaktı kumlar. Burada son kez oturup karşıdaki dağları seyretmiş, sonra denize doğru yürümüştü. Sanki ayak izlerini görebiliyordum, keskin soğukkanlılığıyla adım adım denize doğru yürüdüğünü görüyor, kendi iç sızımla plajda oturmuş onu izliyordum. Yıllardır yapmak istediğim ama korkularım yüzünden yalnızca denemelerle geçiştirdiğim; bazen bilerek bazense farkında bile olmadan küçük oyunlarla kendimi sınadığım ölüme karşı o büyük bir kararlılıkla yürüyordu ve ben adını bile anımsamaktan yoksun olduğum bu gizemli kadının kendi hayatına son vermeye karar verdiği yerde oturmuş ağlıyordum. Gözlerim açıktı; rüyada değildim ama bir düştü, bir rüyaydı, belki de bundan sonraki hayatım boyunca her gece göreceğim kabusumdu. Daha fazla bakamayacaktım. Arkamı döndüm.
Ayağa kalktım, toparlanmalı ve evime dönmeliydim. Yola çıkmak için yürümeye başladım. Bu geceyi kendi evimde geçirmeliydim. Ardımda bıraktığım her şeyi yeniden anımsamalı, yıkıntılarım arasında yeni bir başlangıç yaratmalıydım. Kıyısından geçmiştim yaşamın, varolmaya devam etmem için gereken gücü tüm uğraşlarıma rağmen bulamamış, zihnimde karmaşa ve öfkeyle ama yine de kendi evime, kendi zamanıma gitmeliydim.
Çöplerin toplandığı yerde küçük mavi bir çanta dikkatimi çekti birden. İçimi kemiren tuhaf suçluluk duygusuna rağmen eğilip yerden aldım. Kimsenin fark etmemiş olmasına şaşırmıştım doğrusu. Üzerindeki tozları silkelerken bu seferde merak duygusuna yenik düşmenin ezikliğiyle açtım çantayı. Küçük deri bir cüzdan, yarım paket sigara, kibrit ve deri bir kese. Cüzdanın içinde kime ait olduğunu gösterecek herhangi bir şey bulmayı ümit ediyordum sanırım. Sadece birkaç ufak not ve bir fotoğraf. Titremeye başlayan ellerime hakim olmaya çalışarak ağlamaya başladım yeniden. Bu ölen kızın fotoğrafıydı. Durduramıyordum, hakim olamıyordum kendime. Göz yaşlarım fotoğrafa damlıyorlar, sonra kumların arasına gömülüyorlardı. Etrafıma bakındım. Kimsenin beni izlemediğine emin olmak istiyordum...
Sigara paketinden bir tane çıkarıp yaktım. Derin bir nefes çektim ciğerlerime. Başım döndü bir an; sigara içmeyeli uzun zaman olmuştu... Ardından bir nefes daha... Ellerimin uyuştuğunu hissediyordum. Deri keseyi çıkardım ardından. İçinde küçük bir ayna vardı... Üstündeki lekeleri gömleğimle sildim. Aynaya baktım.
İç sesimin “hayır” dediğini duydum bir an; plajda çığlığım yankılandı. Kulaklarımda, beynimin, yüreğimin en derinlerinde cevap buldu sesi...
Artık bu deniz kenarında ölen kızı nereden tanıdığımı biliyordum. Göz yaşlarım geçmişimi ve yarınımı bir anda hatırlamanın buruk sevinciyle kendinden geçmişti. Artık durmayacaklarını biliyordum. Uzandım... Kapattım gözlerimi.
Sakinleşmeyi bekledim.
.......
Son görüşmelerim geliyordu aklıma, son vedalaşmalar, yarım kalan sözler, biçimsiz bakışlar gözlerde; hep böyle mi olmalı ayrılıklar; sonsuza kadar görüşmeyecekmişiz gibi bir daha; yüzünü göremeyecekmişim gibi mi olmalı? Böyle mi yitirilir en derin sevgiler, sonu gelmez gibi görünen dostluklar, yaşama ait amaçlar bir anda böyle mi yitirilir, anlayamıyorum. Nerede yalan söylüyordum, nerede yanıltıyordum insanları. Düşünüyordum. Düşündükçe oynadığım oyuna daha çok kaptırıyordum kendimi. Gidiyordum, kararlıydım gitmeye. Günlerdir ayarı bozuk saatli bir bomba gibiydim. Hiçbir şey düşünemiyor, hiçbir şeyden tat almıyordum. Yüreğim sıkışıyor, içimden geçenleri anlayamıyordum. Sevdiğim insanlar gidiyordu bir bir. Dünyam boşalıyordu. Oysa hüznü sevdiğimi sanmıştım yıllarca; arayışta olmanın; onu hep olmayacak yerlerde aramanın özleminin yıllarca beni ayakta tutacağına inandırmıştım kendimi. Bir parçamın uzaklarda, hep uzaklarda kalmasını sevmiştim; ne olursa olsun varolduğunu bilmenin yeteceğine inandırmıştım kendimi. Oysa yakın zamanda anlamıştım ki uzaklıklar tüketiyor, özlemler içimdeki yaşama iç güdüsünü zayıflatıyordu. İnsanları tanımak istemiyordum ama her zaman iyi bir sırdaş olmak görevi nedense bana düşüyordu, bu yüzden dostlarıma ihanet edemez, problemlerine, sıkıntılarına kulak tıkayamaz, her yeni gün yanına yenilerini eklediğim sorunlar gibi biriktirirdim zihnimde yakınlıklarını. Kaçamaz, uzaklaştıramazdım kimseyi kendimden. Başıma gelecekleri her zaman bilmeme rağmen terk edemezdim anlaşılmaz biçimde.
“Ben baharları değil, kışları sevdim; bitmeyecekmiş gibi duran uzun gecelerin hatırına.
Çevremdekilerin benimle birlikteyken yaşadıkları yalnızlığın nedenini tam olarak bilemem elbette. Ama benim şu berbat yalnızlığım, onu anlatacak birileri olmadığından değil, korkularımın eseridir yalnız…”
Yaşama ait ne varsa hepsini kendime karşı kullanıyordum. Kalabalıklarında kaybolmak için şehirlerin yalnız dolaşıyordum geç saatlere kadar sokaklarda, dostlarım vardı soyadlarını bile bilmediğim, bir tek sevgili de bulamadım hiçbir zaman diğer yarımı; bu yüzden her kapıdan sonra gidebileceğim bir diğer kapım oldu ve sandım ki bu şekilde dengeleyebilirim sevgiye aç yüreğimi. Ama yine de yalnızdım, korkularımla başbaşaydım ve anlıyordum ki artık kendi yaşamım değildi bu, kendim bile değildim belki. Her yeni gün başka bir yere ait olduğumu düşünerek uyanıyor, ardından günün gelişen olayları içinde nefes alıp, bedenimle ruhumla buralı olduğumu anlıyordum. Üzülüyordum kendime. Üzüntüm hissizleştiriyordu yüreğimi. İlişkilerimde çift taraflı düşünüp, sonrada kendime kızıyordum. Sanki iki tarafta ben gibiydim. İki kişiydim ama ayırtına vardığımda aslında yalnızca bendim. Tutkuyla bağlanacağım adamın gidişinden sonra kör, sağır, dilsiz kalmıştım. Söyleyeceklerim anlamını yitirmişti, duyduklarım bana bir şey ifade etmiyordu artık; tüm sesler kuru gürültüydü. Tıkamıştım kulaklarımı, duymuyordum. Göz bebeklerimden süzülen görüntüler kendini tekrar ediyor; yoğun karmaşanın dışında, gerçeğin ötesinde bir takım hayali, anlamsız izlere dönüşüyordu. Nefes almaktan utanıyordum. Bir süre akciğerlerimde biriktiriyordum soluğumu; yenisini eklemeden ne kadar idare edebileceğimi sorguluyordum. Gözleri aniden geliyordu aklımın bir köşesine, sonra unutuyordum. Gözlerinin içine gizlenmiş duyguları çözememiş bir kez daha kendime yenilmiştim. İç sesim terk edip gitmişti bir gece. Sıkılmıştı, yorulmuştu bu kör dövüşten. Sinirleniyordu. Yönlendiremediğini anlayınca beni uzaklaşmaya, gitmeye karar vermişti. Bedenim buradaydı artık ama ruhumu yitirmiştim. Giderken vedalaşmamıştık. Vedalaşamamıştık, sevmiyorduk çünkü. Yüreklerimizin derinliklerinde duyduğumuz öfke engel oluyordu buna, üstelik korkuyorduk bir daha görüşememekten.
Vedalaşmalarım böyle olmak zorundaydı belki de. İçsesim susmuştu. Gürültülü konuşmalarına, kendinden emin ve güçlü tavırlarına alışmıştım oysa. Zaman, zaman şikayet etsem de bana ait gibi göründüğü halde aslında bana hiçbir zaman ait olmamasıydı belki de ona olan tutkumun sebebi. Zıt kutuplar gibiydik aynı yüreğe sıkışıp kalan. Üzgündüm onun gittiği sabah. Anlayamıyordum gidişinin sebebini. Sesinin kulaklarımda çınlamasını, içimde yarattığı depremi özlemeye başlamıştım şimdiden. Kimsesiz kalmıştım iyice. Herkesin sessizce terk ettiği biriydim, anlamak zor değildi bunu; sadece kabullenemiyordum. Ağlamadım. Ağlamak için çok geçti. Uzun zamanlar geçmişti ağlamayalı.
Gözlerimi kapattım. Yorgunluğa yenik düşmüştüm.
Bir gece rüyamda gördüm onu; kumsalda yürüyordu. Sevindim birden. Sakin görünüyordu, düşünceliydi, yalnızdı…
Bu onu son görüşüm oldu…
İşte o gece karar verdim artık ait olmadığımı bu hayata, mekanların dışında bir yerlere gitmeli, devam etmeye çalışmaktan vazgeçmeli, kendi senaryomda yeni bir başlangıçla kendimi yaratmalı ve ardından akıp giden nehirde son vermeliydim yaşantıma.
Kumsalda bir süre daha oturdum. Güneş yeni doğuyordu kimsesiz yalnız ufukta. Başım dönüyordu. Bir yudum daha aldım şaraptan. Buruk tadını artık duyumsayamıyordum. İçimden öfkeli bir düşünce geçti. Nefret etmek üzereydim herkesten. Dizginlemeye çalıştım kendimi. Uzanmak, uyumak istiyordum kumsalın sessizliğinde…
Ayak seslerini duyunca irkildim.
Biri geliyordu yürüyerek. Kıpırdamadım. Yanımdan geçip gitmesini bekledim. Göz yaşlarımı sildim fark edilmesinden korkarak. Başımı eğip, korumaya çalıştım kendimi meraklı gözlerden.
Ayak sesleri uzaklaştı.
Kafamı kaldırıp, ardından baktım. Yalnız bir kadındı. Tuhaf görünüyordu yürüyüşü. Belki de sarhoş olduğum için her şey dramatikleşmeye başlamıştı. İyice uzaklaşmasını bekledim.
Hava kararmaya başlamıştı.
Sigara paketinden bir tane çıkarıp yaktım. Derin bir nefes çektim ciğerlerime. Başım döndü bir an; sigara içmeyeli uzun zaman olmuştu... Ardından bir nefes daha... Ellerimin uyuştuğunu hissediyordum… Tüm bedenim sanki yıllardır bu büyük kutlamaya hazırlanıyordu. Artık ödülünü alabilirdim hayatımın.
Ayağa kalktım.
Önce elimde sigarayla yürümeye başladım. Sonra tuhaflığını anladım davranışımın. Attım elimden. Son yolculuktu benimki. Bundan sonra bir adım, bir yol olmayacaktı.
Sessizdi kumsal; büyük bir tufan bekliyordum ben oysa. Büyük bir deprem gelmeliydi ardından, yolumdan çevirecek bir felakete, bir işarete ihtiyacım vardı. Ama yine de sessizdi kumsal.
Soğuk deniz suyu aniden sarmaladı bacaklarımı. Denizin soğuğuna, derin dalgalara karşı yürümeye çalışıyordum.… Attığım adımlar ağırlaşıyordu sanki her seferinde. Köreliyordu hislerim. Su seviyesi belimi geçtiğinde artık hiçbir şey hissetmiyordum. Derin bir uykudaydım. Rüyanın sarhoş edici ahengi ile dans ediyordu bedenim. Suyun yükselişini ve bedenimi sarışını görüyordum. Dönmek fikrini aklıma bile getirmiyordum. Dönemezdim artık… Sular yüzüme çarpmaya başladığında tüm algı kapılarının açıldığını görmeye başladım. Düş gücümün eserimiydi bu, ne kadar derin bir rüyaydı; ne kadar derin bir düşe mahkumdum artık bilmiyordum. Ufka baktım. Kayıptı yeryüzüne ait her şey. Hiçbir şey göremiyordum. Gece oldu ardından…. Gece en derin noktasındaydı gündüzün…
“Korkarak yaşıyorsan, yalnızca
hayatı seyredersin. Öyle bir hayat
yaşadım ki, son yolculukları erken
tanıdım. Öyle çok değerliymiş ki
zaman hep acele etmem
bundandı. Anladım...”
A. HAZEL TURAN