Dostoyevski Etkisi
30.01.2006
Saat üç: Saat geceyi gösteriyor ve karanlık şimdi tam istediğim gibi içimi kaplıyor. Kitap okuyorum: Karamazov Kardeşler… İvan psikopatlık derecesindeki bir bunalım içerisinde hayal görüyor. Evine, odasına nasıl girdiğini bilmediği bir “misafir” ile konuşuyor. İvan’a göre bu sadece kendi benliğinin farklı bir yansıması, misafire göre ise şeytanın kendisi. Bir iç hesaplaşma yaşıyor İvan; onunla birlikte de ben… Bunalımın etkisiyle duygularının dışa vurumu çabuk ve etkili oluyor. Karanlık bir oda, akıl karanlık; davetsiz bir misafir, düşünceler beklenmedik ve bulanık düşüncelerle bulunan gerçeklik... Dostoyevski’yi beğeniyorum: Eserlerinde karamsarlığı bir büyü gibi kullanıyor, ben ise bu karamsarlık denizi içinde kaybolmaktan hoşlanıyorum…
Kitabı elimden bırakıyorum, birkaç saniye sonra en sapıkça fantezilerin aklımı doldurmasıyla irkiliyorum; korkmaya başlıyorum. Kısa zaman sonra ne sapıklıktan eser kalıyor, ne de korkudan. Gecenin içinde olduğumu hatırlayarak bundan zevk duymaya başlıyorum: Bir belirsizlik ve kendimle baş başa olma duygusu… Düşünüyorum sadece, tek fiziksel faaliyetim oturmak. Birazdan annem giriyor içeri, kapının sertçe açılmasıyla irkiliyorum; ama bu irkilme korku dolaylı değil, biliyorum. “Normal değilsin sen” diyor: Belki yatma saatimin gittikçe gecikmesinden, belki de bilgisayar başında uzun süre kalmamdan…. İşte o an tamamen başka bir düşünceye savruluyorum, karanlık içinde sonunu bilmediğim başka bir yöne… Düşünüyorum ve normal olmadığımı gittikçe artan bir kesinlikle kabul etmeye başlıyorum. “Normal insan” diyorum kendi kendime, zihnimde bir çağrışım uyandırması için birkaç kez aynı şekilde tekrar ediyorum. Belli belirsiz, bana neredeyse tamamen zıt bir model. Sokaktaki adamdan tut da her gün yüzünü gördüğüm en yakınlarıma kadar… Geceden belirsizliği nedeniyle korkan, her şeyi kanıksamış, yaşamı sadece refleksif hareketlerden oluşan; düşünmeyen, kendine dayatılanları sorgusuz sualsiz kabul eden, insan olma ayrıcalığının akıl yürütmekten geçtiğini çoktan unutmuş… Off, duyguları körelmiş canlılar normal olarak adlandırılıyor. Şöyle bir bakınca ise bana ne kadar uzak olduğunu rahatça anlayabiliyorum bu modelin. Sanırım her şeyi uç noktalarda yaşıyorum artık. İnsan sevgisiydi bana öğretilen: şimdi sevdiğimi ölesiye seviyorum, kendimden önce insanlığın çıkarlarını düşünüyorum. Mütevazılıktı bana öğretilen: hiçbir konuda övülmekten hoşlanmıyorum, utanıyorum. Doğruluktu bana öğretilen: hiçbir şekilde yalan söyleyemiyorum… öğretilen çok şey oldu; ama aşık olmak öğretilmedi bana, “normal” insandım ve orta hallisinden yaratacaktım kendime aşkı. Benden beklenen buydu. Ben ise ilk aşık olmaya başladığımdan beri hep kör olurcasına kayıtsız, korumacı ve düşüncesizce bağlandım sevdiklerime. Karanlıkta yolculuk gibiydi her aşkım: her sevdiğimde karanlıkta biraz daha kayboluyor; ama her kayboluşumda benliğime biraz daha yaklaşıyordum. En uç noktada seviyordum. Aşkım gibi düşüncelerim de uçlarda oldu hep. Keşke dedim, eksiksiz, tüm insanlık mutlu olsa; açlık, susuzluk kalmasa… halen daha böyle düşünüyor ve böyle aşık oluyorum. Bu yüzden “normal” değilim ben, kendimi yaşamın akışına bırakmıyorum çünkü…
Zaman ilerliyor, yazma isteğim düşünceler kafamda biriktikçe artıyor. Karanlık iyice çöküyor üzerime ve artık, ancak ses yordamıyla arıyorum kendimi. Görüntüler gittikçe belirsizleşiyor. Göremedikçe daha iyi anlıyorum kendimi, dinliyorum pür dikkat. Kesik cümleler kuruyorum. Sonları olmuyor. Birinden diğerine atlıyorum. Başım dönüyor. Tüm düşündüklerim birer birer dolduruyor beynimi. Üst üste biniyor. Aklım karma karışık. Beynim bulanıyor. Kusmak için yer arıyorum. Kalem kağıda gidiyor ellerim. Defterim… her zamanki gibi karma karışık. Eski bir şiirime takılıyor gözlerim, beğeniyorum… tüm bu karanlıkta zaten siyah yazan kalemimin deftere dokunmasından itibaren boşalıyor düşüncelerim yavaş yavaş; rahatlamaya başlıyorum. Bir süre sonra fark ediyorum ki yazımın karalığı ve beynimin karanlığı birbirine karışıyor; ışık bulamayacak bir geceye dönüyor. Ben ise dönüp duruyorum gece içinde bir şeyleri anlatma derdiyle. Tek özgürlük alanım, sokaklar, boş: Kimse yok… Ne bir çöp yerlerde, ne bir kuru yaprak… “Kaldırımlar” dahi görünmez oluyor, bilinmezliğimden korkarcasına kaçıyorlar… Sadece sokak lambaları… Havada sis… Lambaların güçsüz, loş ışığı ve sis birleşince keskin karanlık hangi renge çalacağına karar veremeyen bir belirsizlik haline geliyor. Görüntüler gittikçe bulanıklaşıyor. Sadece yürüyorum elimdeki sigaramla; istemsizce çekip nefesleri, düzensiz adımlar atıyorum. Bu karanlık, sabahını bulamayacağa benziyor; ben de benliğimi… Keskinlik yerini griliğin belirsizliğine bırakıyor, kayboluyorum…
Sanırım bir beyin humması da ben geçiriyorum İvan ile birlikte. Sevdiğim yanımda olsa diyorum, ancak henüz bunun tam anlamıyla aşk olup olmadığını dahi bilemiyorum; duygularımı seçemiyorum… Kötüyüm diyorum bir an için, ama sadece herkesten farklı olmak ve kendi doğrularını yaşamanın kötülüğünü kanıtlayamıyorum kendime. Birçok düşünce geçiyor aklımdan, iki saniye sonra yok olup gitmesi dolayısıyla “kelebek etkisi” yapan beynimde; hatırlamak için not alıyorum. Yavaş ve sessiz kayboluyorum kendi içimde, tek bir şey dışında hiçbir şeyin gerçekliğini kanıtlayamıyorum artık kendime: bu karmaşanın çabuk bitmesini istemiyorum…
Eski bir nazım sadece. Yazıldığı unutulduğu gibi üzerinde hissedilenleri de unutulmuş olan…
Gece çökmüş, yatağım boş
Boş da kalacak bu gece
O yalnız, ben yalnız…
Gece türkümü söyler, yalnızlığımı sessizliğiyle
Koca kentimde yapayalnızım yine
Tek avuntum hayalin, tek düşüncem sen…
Ve ölesiye istiyorum dokunmayı ellerine
Kentim uyuyor siyah geceliğiyle
Sabah olur mu, gün ışır mı bilinmez bu karanlığın ardında
Karanlıkta ben, içim karanlıkta
Karanlık… Sonsuz bir karanlık
Işık göremeyecek bir karanlık…