- 630 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
FİLİSTİN VE İSRAİL'İN TARİHÇELERİ
FİLİSTİN VE İSRAİL’ İN KISA TARİHÇELERİ
VE BUGÜNKÜ KONUMLARI
Dr. Sadık Özen
Afrika kıtasının kuzeyinde, Akdeniz’in doğusunda yer alan, içerisinde Filistin ve İsrail halklarının yaşadığı bölgedeki verimli topraklar; tarih boyunca İran, Mezopotamya, Grek, Roma, Mısır ve Makedonya arasında sık sık el değiştirmiş ve son olarak Britanya mandası altına girmiştir.
636 yılında Hz. Ebubekir tarafından fethedilen ve İslamiyet’in hakimiyetinde kalan bu bölgenin başkenti üç semai din tarafından kutsal sayılan Kudüs şehriydi. 1516 yılında yapılan Mercidabık Muharebesi ile bölge Osmanlılar’ın eline geçti ve 234 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldı.
Napolyon Bonapart 1750 yılında büyük bir ordu ile Filistin’i kuşatarak Yafa Şehri’ni aldı. Ancak bu şehir 1799 yılında Osmanlılar tarafından yeniden zaptedildi. Bu tarihten, Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı’na kadar Osmanlı yönetiminde kalan Filistin, bu defa da Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından Mısır yönetimi altına sokuldu.
1914 de İttifak Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’na saldırması üzerine; İngilizler harekete geçtiler. Lawrence isimli casusu Arap Ülkeleri ve Filistin’e gönderdiler ve kendilerine bağımsızlık verecekleri vaadinde bulunarak, halkı Osmanlı İmparatorluğu aleyhine kışkırttılar. Bu vaade kanan Filistinliler, İngilizler ile birlikte, tebaası oldukları Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan ettiler. Böylece, müşkül durumda olan Osmanlı Devleti, karşısında açılan Filistin Cephesi ile daha da müşkül bir durumla karşı karşıya geldi. Diğer cephelerde yenik düşmüş olan Osmanlı Devleti’nin savaşı tümüyle kaybetmesinde bu ihanetin büyük etkisi oldu.
27 Haziran 1916 da Mekke Şerifi Hüseyin kendisini Hicaz Kralı ilan etti. Bunun üzerine Ürdün, Suriye ve Filistin dahil tüm Araplar açıktan/açığa veya gizli/kapalı İngilizler’in yanında yer alarak savaşa katıldılar.
1916 da İngilizler Gazze’ye kadar ilerlediler. 1917 de Gazze’yi aldılar ve birkaç ay sonra da Kudüs’ü zaptettiler. 1918 de Kıral Faysal, Arap Birlikleri, Müttefik donanması ve Lawrence elbirliği ederek Filistin’ i İngiliz egemenliği altına sokmayı başardılar. Karşılığında ise İngiliz esaretine girmekten başka bir şey elde edemediler. Bu suretle, İngilizler’in ve Lawrence’in oyunlarına aptalca inanmalarının cezasını çektiler.
1917 yılında Filistin’de 700 bin Filistinli yaşamaktaydı. Bu nüfusun 574 bini Müslüman, 74 bini Hristiyan, 56 bini de Yahudilerden oluşmaktaydı. İngilizler’den gördükleri müsamaha ile Yahudiler, dışarıdan getirdikleri ırkdaşları ile nüfus yoğunluklarını çoğalttılar. 1920 yılına gelindiğinde; Yahudiler, sayılarının üçte bir çoğunluğa ulaşmasını sağlamışlardı. İkinci Dünya Şavaşı’na kadar durum bu şekilde devam etti.
İkinci Dünya Savaşı sona erdikten ve taşlar yerine oturduktan sonra, bölgede durum birdenbire değişti. 1947 yılı sonlarında Yahudiler Filistin köylerine saldırdı. ABD ve bazı Avrupa devletlerinin desteği ile İsrail’in devlet kurması gündeme geldi. Bu konudaki çalışmaların yoğunlaşması üzerine; 1948 yılında, İngiltere Filistin üzerindeki yönetimine son vereceğini açıkladı. Bu kararın alınmasında ABD’nin baskısı, Araplar ile Yahudiler arasındaki silahlı çatışmalar ve İngiltere’nin asker kaybı gibi nedenler rol oynamıştı.
15 Mayıs 1948 de Tel-Aviv^de İsrail Devleti ilan edildi. Yahudiler bu günü “Kutsal gün” ilan ederken, Filistinliler de “Felaket günü” olarak kabul ettiler. Gerçekten de öyle oldu. Ama Filistinliler, Osmanlılar’a yani Türkler’e karşı bulundukları ihanetin bedeli olarak bu sonucu hak etmişlerdi.
Araplar dini inançları gereği Yahudiler’in devlet kuramayacağı inancında idiler ve Kuranı Kerim’de böyle yazdığını iddia etmekteydiler. Dolayısıyla İsrail’in devlet kurması, Filistinliler için başlı başına bir yıkım olmuştu. Bütün uğraşlarına rağmen kendi devletlerini kuramamış olmaları, duygularını daha da yoğunlaştırdı ve hatta habisleştirdi ve büyük bir kindarlığa dönüştürdü.
Filistinliler, İsrail Devteti’nin kurulmasına destek veren bütün batı devletlerini ve İsrail’i tanımış olan Türkiye’yi de kara listelerine aldılar. Böylece, zaten eskiden beri terör olaylarına alışık olan Filistinliler ile; tarihleri boyunca yaşadıkları eziyetler ve uğradıkları soykırıma kadar varan felaketlerle sürekli olarak ezilmiş olan Yahudiler, karşılıklı terör eylemlerine başladılar. Öyle ki, bir süre sonra bölge adeta terör odaklarının merkezi haline geldi.
Filistinliler, bağımsızlık mücadelesi adı altında terör örgütleri kurdular ve eylemlerini bu örgütler vasıtasıyla bölge dışında da sürdürerek dünyayı kana buladılar. Bu arada Türkiye de bu terör örgütlerinden nasibini aldı. Filistin’deki terör kamplarında eğitilen teröristler Türkiye’ye ihraç edildiler ve Türkiye’yi bölebilmek için her türlü şer eylemlerini sürdürdüler. Hala da sürdürmekteler.
İsrail ise devlet terörünü benimsedi ve Filistinliler’e karşı insanlık dışı saldırılarda bulundu. ABD ve Emperyalist Avrupa devletlerinin destekleri ile emperyalist bir devlet olma yoluna girdi. Her iki tarafın, insanlık dışı akıl almaz terör eylemleri, o günlerden başlayarak günümüze kadar süregelmiştir. Ve daha artarak devam etmektedir.
Kurulduğu topraklarla yetinmeyen İsrail, yayılımcı bir politika izleyerek topraklarını genişletme kararı almıştı. ABD ve Avrupa ülkelerinden yani Hristiyanlar’dan maddi/manevi her türlü desteği alarak iyice palazlandı. 1967 yılı sonlarında aniden Ürdün, Mısır, Suriye, Lübnan ve Filistin topraklarına saldırdı. Altı gün süren savaşla Arap devletlerini hallaç pamuğu gibi attırmıştı. Araplar kendi aralarında bir birlik bile sağlayamadan teslim bayrağını çekmişlerdi. Bu durum Arap ülkeleri için ebedi bir zul kaynağı olup, bugün bile hala rüştlerini ispat eder duruma gelememişlerdir. Çünkü onlar için, başlarındaki Arap Şeyhleri’nin zenginlikleri önemlidir. Çünkü tarih boyunca başkalarının boyunduruğu altında yaşamaya alışmışlardır ve emperyalistlere karşı çıkma gücünü kendilerinde bulamayacaklardır.
Görüşlerimin Arap düşmanlığı tarzında değerlendirilmeyeceğini umut ederim. Atatürkçü kişiliğim ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine bağlılığım itibariyle bütün komşularımızla ve insan haklarına saygılı bütün uluslarla en iyi dostluk münasebetleri içinde olunmasına inananlardanım. Dile getirmeye çalıştığım şeyler tarihi gerçeklerdir.
1947 den bugüne kadar, sözü edilen coğrafyadaki siyasi gelişim şu şekilde olmuştur.
1947 de İngiliz idaresinde bulunan Filistin toprakları Birleşmiş Milletlerce taksime uğratılmıştır. Buna göre; Batı Şeria, Gazze ve Mısır sınırına yakın sahil bölgesi “Arap Bölgesi”, geri kalan kısımlar “Yahudi Bölgesi”, Kudüs ise uluslar arası bölge ilan edilmiştir. 1948 de İsrail Devleti, işte, Birleşmiş Milletler tarafından Yahudi Bölgesi ilan edilen bu yerde kurulmuştur.
1967 de İsrail, 1947 de Arap Bölgesi ilan edilen yerin tamamını, uluslar arası bölge ilan edilen Kudüs’ü ve bunlara ek olarak Mısır’a ait “Sina” ile Suriye’ye ait “Golan” ı da işgal etmiştir. Sina 1976-84 arası Mısır’a peyderpey geri verilmiştir.
1999 da yapılan uzun görüşmelerden sonra; Batı Şeria ve Gazze “Filistin Özerk Yönetimi” ne devredilmiş olup Golan hala İsrail işgalinde bulunmaktadır.
Filistin – İsrail anlaşmazlığının daha çok uzun yıllar süreceği sanılıyor. Zira, İsrail Museviliğin bu topraklarda doğduğunu, dolayısıyla bu toprakların kendilerine ait olduğunda ısrarlılar. Filistinliler ise tarihin en eski devirlerinden beri atalarının bu topraklarda yaşadığını ve bu toprakların kendi hakları olduğunu savunuyorlar. Her iki taraf da eğer birazcık özveride ve insanca yaklaşımda bulunabilmiş olsalardı, bu gün, bu kadar vahim bir durumla karşılaşılmayabilirdi. Özellikle de; her iki dince kutsal sayılan Kudüs’ün hakça paylaşımı ve müşterek kullanımı hususunda kabul edilebilir bir paylaşım sorunları ortadan kaldırabilirdi.
Ancak her iki taraf da, karşılıklı olarak, uzlaşmayı değil birbirlerini yok etmeyi yeğlediler. Barışçıl bir çözüm bulmak yerine terörizmi seçtiler. Kendilerine, dünyayı haram etme ve cehenneme çevirmeye devam ediyorlar. Çünkü, ölmek, öldürmek ve öldürülmek onlar için bir yaşam biçimi oldu. Bana göre, iki taraf da aynı ölçüde suçludur. Birinin diğerine tercih edilen tarafı yoktur. Gücü daha çok olan, gücü daha az olanı ezmektedir.
Ne yazık ki, mesele diğer uluslarca dinsel ve ırksal olarak ele alınmaya başlamıştır. Oysa işlenenler bir insanlık suçudur ve İsrail Devleti, devlet terörüne yönelmiştir. İşin bu yönü itibariyle İsrail’i daha çok suçluyor ve kınıyorum.
Konuyu kendi ulusumuz açısından değerlendirecek olursak; yukarıda anlatılanlardan anlaşılacağı üzere; Filistinlilder’in Türkiye nezdinde “Temiz” ve masum kabul edilecek bir sicilleri yoktur. Dolayısıyla, Filistin’de yaşanan olumsuzluklar, dini ve ırki açıdan değil, tamamiyle insani boyutları itibariyle ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Aksine izlenecek politikaların ulusumuzu ve ülkemizi zora sokacağı bilinmelidir.
13. 06. 2010
www.fikirplatformu.net
www.edebiyatdefteri.com
www.antalyabugun.com
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.