- 716 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Mevsimlerin Gözyaşları
Bir Nisan goncası gibiydin titrerken
Yüreğimdeki şelâlelere attın bedenini
Düşüncelerin karanlıkta şafağa durmuştu
Meryem’in bakışları donuk kaldı gözlerinde.
Nasıl da unutmuştum seni sevmeyi. Fırtınalarımın sükûta kavuştuğu, acımın fırdöndü ilmeklerinden kurtulduğu bir anda yeniden dikildin karşıma. Gözlerini unutmayı her istediğimde, kör bıçaklarla taa kornea tabakama kadar işlediğinde divane bir sarsılışla yeniden sokuldun içerime.
Yılların hesabını görmeye niyet ettiğimizde bir Kasım yangınıydı içimizde durmadan yanan. Bedenin bir Nisan goncası gibi titriyor, yüreğin Ağustos yediverenleri gibi deşiliyor, kapıda dikilen zalim Şubat iliklerimizi donduruyordu. Eylül bizden izin isteyerek ayrılmış, Ekim’in sarı yaprakları üzerinde yürüyüşlerimiz puslu bir odada bizi terk etmişti. Şiirlerimizi altımıza serip, söylenmemiş tüm sözlerimizi birbirimize söyleyip karanlıkta birbirimizi bulmuştuk.
Dudaklarımız yıllardan öç alırcasına acımasız mevsimlere kızgın, Nisan goncaları gibi patlıyordu. Ellerimiz kenetlenmiş, Mart’ın çözümsüz çığlıklarında direncimizi yitirmiştik. Aynı odada, aynı karanlıkta menekşeler, çiğdemler, nergisler, yaseminler demet demet çiçeklerle girdiler içeri ve mayısın rengârenk izdüşümünde usulca bırakıp gittiler kucaklarındakileri.
Açılmıştı göğsün, entarin yavaşça sıyrılmıştı ayaklarından. Dağlar sallanıyor, ırmaklar tersine akıyor, mevsimler gözyaşı döküyordu sessiz iniltilerle. Sevdamızın istasyonundan kalkan tren gıcırdayarak ilerliyordu dünyanın öbür ucuna. Dumanlar dağılmış, içimizin fırtınaları yıllardır sığındığımız limandan ayrılmış, gönlümüzün sarı ovaları yemyeşil oluvermişti.
Beklediğimiz yağmurlar da yağmakta geç kalmadı. Az sonra bardaktan boşanırcasına yağan yağmur kahır yıllarımıza damlalarını döktü uzun uzun. Saçlarını toplayıp yavaşça kalktın şiirlerimin üzerinden. Giyinmen ve yeniden eski kalıbına dönmen çok sürmedi. Gözlerin yine kapıya ilişti ve bir sigara dumanı gibi kıvrılarak uzaklaştın benden.
Oysa bir nisan goncası gibiydin titrerken. Yüreğimdeki şelâlelere atmıştın bedenini. Düşüncelerin o karanlıkta şafağa durmuş, Meryem’in bakışları donuk kalmıştı gözlerinde. Öpüşlerinle, sarılışlarınla ve kokunla bedevi yalnızlığımı bitirecektin. Bir teselli olmak isterken sana, aynı teselliyi kendimde hissedecektim.
İşlenmiş bir günahsa boz kanatlı bir atın yelelerine yapışmamız, ninnilerimizi kimselere söyleyememişsek, yatağımızdaki güller hiç solmamışsa, cüzzamlı şiirlerim bir daha gün ışığına çıkmasın sakın. Dudağımızdaki bayat kelimeler kahve telvelerinde yorumlanmasın. Sana buncadır pembe bulutlardan bir rota çizmedim. Bir yangınım vardı içimde bir beni yakan, saçlarının yelinden medet uman bir sevdalıydım kendi dairemin içerisinde yaralı bir aslan gibi kükreyen.
Bir sabah uyanıp bakacağım yeniden şu masmavi gökyüzüne. Denizin maviliğini çözeceğim. Bir saman çöpünü salıp nehirlere peşinden koşacağım. Kana kana içeceğim gerçek aşk’ın sularını. Mevsimlerin değişken görüntüsüne inat çığlık çığlığa soğukta, sıcakta, bulutla, güneşle sohbete duracağım. Beni böyle kavruk, çelimsiz bırakan mevsimlere meydan okuyup sensizliğin şiirlerini yazacağım inatla.
İşte böyle küçüğüm. Mazinin koordinatlarında küçücüktür albümler. Nasırlı bir ayaktır uğruna yürümeye çalıştığın. Ve hüzünler sürünüp gözlerine, serpilirsin yollara, sevişmeye gidersin korkusuz, kurtlar sofrasına. İçindeki serkeş fırtınalar sensizliğe yakalandığında, adımı unutmaya başladığında, dokunmaya korktuğun bedenimi de sensizlik ormanlarında yitireceksin. Sevdaya soluksuz duruşların, ihtiraslarına yön veremeyişlerin ve söylemeyi unuttuğum ne varsa, o asla beni bulamadığın zaman labirentinde kaybedeceksin.
Selahattin Yetgin