- 777 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ VE YENİ MÜZİK-MANY
Gözlerini pastoral bir ortama; kulaklarını, kaydedilmiş müziğin o günün koşullarında pek de söz konusu edilemeyeceği gramofon melodilerine açmış bir insan olarak müzik hakkında söyleyebileceğim şeyler var, sanıyorum. Cılız ve nazlı bir çocuk olarak ağlayışlarım ne kadar melodikti, bilemem tabii; ama kendimi fark etmeye başladığım günlerden beri şarkılar türküler dinleyen, dinlediklerini kendince mırıldanan, mırıltılarına az çok dinleyici bulan bir insanım.
Adana’nın hemen yanı başında, çocukluğumun ilk yıllarını yaşadığım köyüde, o yıllarda sadece iki radyo vardı. Köyün iki kahvesinde. Müziğin bize ulaşma yolu da radyodan geçerdi. “Akümülatör” denen, radyonun kendi büyüklüğünde bataryayla çalışırdı. Bulundukları kahvelerde, daha çok “ajans” dinlemek için açarlarmış onları. Ara sıra türkü dinledikleri de olurmuş. Tabii bu nesneler birer enerji oburu oldukları için uzun süre açık tutulmazmış.
Kahvecilerden başka kimsenin dokunma yetkisi olmayan bu nesneler, biri İnönücülerin diğeri Menderesçilerin devam ettiği iki kahvehanenin müstesna birer köşesinde yer alırdı. Bizim onları dinleme şansımız hiç yoktu. Çünkü o kahvelere ancak dedeler, babalar, amcalar girebilirdi. Ağabeylerin bile, önünden geçebilmesi söz konusu değildi. Ama kahvelerden biri sonraları aynı zamanda bakkal dükkânı da olduğu için, bir şeyler almaya gittiğimizde radyoyu görür, o acayip nesneden gözümüzü alamazdık. Bir de açıkken rastlarsak, dükkâna ne almak için geldiğimizi bile unutur, oracıkta kalakalırdık. O kutunun içinde konuşan, türkü söyleyen insanların oraya nasıl girdiklerini merak eder, ama bir türlü akıl erdiremezdik.
Bir gün evimize, bir yönüyle sandığa bir yönüyle kutuya benzeyen harika bir âlet geldi. kahvelerdeki radyolardan değildi ama, sanırım daha ilginç bir şeydi. Üstte zengin Hıristiyanların tabutlarındakine benzeyen bir kapağı, önünde de hoparlörü açan iki kanatlı kapısı vardı. Yan tarafındaki bir deliğe takılıp da çevrilerek içindeki güç kaynağını kuran bir de kolçağı bulunuyordu. Evimizin önündeki traktörün çenesine takılıp çevirince motoru çalıştıran kolçağın minik bir benzeriydi. Onunla, onu getiren ağabeyimin dediğine göre, makinenin içindeki “zemberek” kuruluyor, zemberek de üst kapak açılınca görülen ve üzerine plak yerleştirilen diski döndürüyormuş.
Plaklar, sonraki yıllarda tanıyacaklarımla kıyaslandığında hem birkaç kat daha kalın, hem çok sert, hiç esnemeyen, ağırca bir nesneden yapılmıştı. Belki bu yüzden “taş plak” deniyordu onlara. Öyle ki, onun üzerindeki yivlere kaydedilmiş sesleri okuyan iğneler bile ancak bir plağın iki yüzünü çalacak kadar dayanabiliyor; hemen aşınıyor ve bir başka plak için değiştirilmesi gerekiyordu. Üç cm kadar uzunluğunda, çuvaldızdan kalın, çelik iğnelerdi oysa. İşte müzikle bu büyülü âlet sayesinde tanıştım, yakınlaştım ben.
Gramofonla birlikte bir bavul dolusu plak da gelmişti. O dönemin ne kadar şarkıcı, besteci, sâzende.. ünlüsü varsa hepsinden örnekler dinliyordum. Onları taklit ederek başladığım şarkıları, türküleri yakın zamanların nefrete dönüşen ilgisiyle ezberliyor, söylüyordum. Öyle ki, birkaç yılda edindiğim zengin repertuarımla, ağabeylerim beni radyo gibi yanlarında taşımaya başladılar. Tarlaya bağa, dağa oduna giderken bile beni yanlarında götürür, çalıştıkları yerlerde ileri bir yere oturtur, bildiklerimi ciyak ciyak bağırarak söylememi isterlerdi. Sadece bizimkiler mi, komşu tarlalarda çalışanlar bile dinlerdi çocuk sesimle ciyakladığım o türküleri, şarkıları. Bayağı “meşhur” olmuştum! Ama çocukluğumun böylesi şöhreti beni çok yoruyordu. Dedim ya, cılız bir çocuktum. Beş altı yıl sonra “çanta radyo”lar çıktı da, benim yerime onları taşımaya başladılar, ben de o sayede bu radyoculuk oyunundan kurtulmuş oldum.
Şimdi çevremde “hayatı müzik olmuş gibi” görünen insanlara bakıyor ve müzikten nefretimi kışkırtıp duruyorum. Çok kötü bir müzik dinleme kültürü gelişti maalesef. Bu kültürün ne yaptığını bilmeyen havalı müzik dinleyicileri yüzünden toplutaşıma araçlarından nefret eder oldum. Annesinin elinden tutarak yanında gezdirdiği çocuklardan topsakallı entellere kadar hemen herkes, daha koltuğa oturmadan, kulaklıklarını takıyor ve –güya gizlice- müzik dinliyor. Araçtaki bütün kulaklıklardan sızan bulaşık suyu kıvamındaki karmakarışık cızırtılar yüzünden beyinler de müzik zevkleri de tırpanlanıp duruyor. Müzikle doğup müzikle büyümüş benim gibi bir insanı, müzikten nefret ettirdiler...
Müziği sonraki yıllarda çeşitlenerek çoğalan medya-multimedya araçlarıyla değil de gerçek müzisyenlerin yakınında bulunarak tanısaydım, sanırım bugün ülkemin müstesna ses sanatçılarından biri olacaktım. Müziğin bizi rahatlatan, içimizdeki gerilimi yok eden yanını ben de kabul ediyorum. Ama bir şeyi daha kabul ediyorum; müzik, insanın içindeki fazla elektriği topraklamakla kalmıyor, verimli kullanması gerek enerjiyi de alıp götürüyor. Bu yönüyle müzik, nefret ettiklerim arasına girmek üzere. Sokrates haklı galiba...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.