- 1120 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
K O R K U L U K (ÖYKÜLERİM)
K O R K U L U K
Hasan emmi tarlanın üst başından, büyük bir hışımla kopup geldi. omzunda; güneşin yakıcı sıcağından korunmak için, sekiz köşeli şapkasına sarıp bağladığı, altın renginde dallı güllü işlemeli yağlığı vardı.
Yanlamasına, iki ucu iki yana atılmıştı. Kasketin yukarıya kaldırılmış kalağının altından, saçları derinlere doğru dökülmüş, kel alnı görünüyordu.
Boncuk boncuk birikmiş terler, tüm yüzünü yaşlar içinde bırakıp, yanaklarından sızıyor, keten gömleğin yakalarını ıslatıyor, bir miktarı da bıyıklarından çenesine süzülüp, bağrına akıyordu. Gömleğinin bağır kısmı, sırtının yargınları da yamyaş olmuştu. Omzunda taşıdığı 12’lik kırma tüfekle, zaman zaman belindeki harbilikten çıkardığı kuru sıkıları havaya doğru ateş ediyor, buğday tarlasındaki kuşları ürkütüp kaçırmaya çalışıyordu. Biraz önce ateş ettiği, kuru sıkıların boş hartuçlarını kırma tüfeğinin mekanizmasından çıkarıp yerine, yenilerini koydu.Kırma tüfeğini kapattı. Buğday tarlasının başakları arasında güçlükle ilerliyordu. Birkaç adım daha zorla ilerledikten sonra tüfeğini yeniden havaya doğru yöneltip, arka arkaya iki kuru sıkı daha yaktı.
-Cav! Cavvv…
Tarlanın üstünde; durgun deniz gibi duran gökyüzü, bir süre, Siyah-Gri tonunda dumanlarla kaplandı. Doğada o an esmekte olan, hafif, ılık, tatlı rüzgarla dumanlar, kısa bir süre içinde dağılıp, gökyüzü eski berraklığına döndü. Bu sesin üzerine; iki alay serçe ve sığırcık kuşlarının havaya yükseldiği görüldü. Yüzlerce, binlerce kuş iki-üç alay şeklinde, Hasan emminin buğday tarlasından kalkıp yan tarafındaki, az ötedeki Mehmet dayının buğday tarlasına kondular…
Hasan emminin buğday tarlasının batıya doğru köşesinde, bir çardağı vardı. Kesiklerdeki öbek öbek çıkmış olan Karıngeç ve kargılar dan yaptığı, dört çatal üzerine dört-beş ağaç bağladığı, üstüne de kargılar atıp, meyankökü çalısıyla kapattığı, bir gölgelikti bu çardak…Yanı başında da, bir buçuk tonluk, saçtan yapılmış, içi galvanizli, bir su tankeri duruyordu. Onun da üstü, gölgelik çardağı ile örtülmüştü.Öyle olmasına rağmen; güneş ışınlarından saç tanker kızınca, içindeki su, banyo suyu gibi ısınıyor, sıcak oluyordu.
Hasan emmi sinirinde, olduğu yerde tir tir titriyordu. Oğlu Hüseyin, tarlanın öbür başında durmadan teneke çalıp, buğdaya gelen kuşları ürkütmeye, korkutup kaçırmaya çalışıyordu. Kuşlar ise; korksalar da, bir tarladan kalkıp öteki tarlaya geçiyor, oradaki buğdaylara konup, olgunlaşmaya yüz tutmuş tanelere saldırıyorlardı. Kuşların her konduğu başak kelleleri, gelin gibi öne doğru eğiliyor, çaresizce boyun büküyordu. Kuşların her konduğu buğday başaklarından yüzlerce, binlerce buğday tanesi eksiliyor, telef oluyor
du. Bir o kadar da başağın dibine, yere dökülüyordu. Ayrıca; buğday tarlasında belirli mesafelerde, üç-dört tane de korkuluk vardı. İnsan büyüklüğünde, giysiler ve şapka giydirilmiş bu korkuluklar, karşıdan bakıldığında, kollarını açmış dinelen bir insana çok benziyorlardı. Ama kuşların tınladığı, umursadığı yoktu.
Sanki; söz birliği, ağız birliği yapmışlar gibi gelip, korkuluğun yanındaki başaklara konuyor, sanırsınız, sizinle alay ediyorlardı…
Zavallı Hüseyin; iki ucundan bağlı bir iple, boynuna asılmış tenekeyi, elindeki kamıştan sopayla çala çala tarlanın o başından, öteki başına kadar yürüyor, tekrar geriye dönüp kuşları kaçırmaya çalışıyordu. O zavallım da, yorgunluktan güçsüz düşmüş, babası gibi terden sırılsıklam olmuş, canı burnuna gelmişti. Babası çardağın yanında; iki parmağını ağzına götürüp bir-iki defa fıyık (ıslık ) çaldı. Elinin birini havaya kaldırıp oğluna doğru sallayıp “ Gel!…” işareti yaparak, yanına çağırdı.
Saat; öğle namazı vaktine yaklaşmış, civciv sıcak tabir edilen, tüm bunaltıcı hararetiyle yakmaya başlamıştı. Babalı oğullu zavallılar, sabahın alacakaranlığından beri buğday tarlasında, o köşe senin, bu köşe benim cirit atmış, koşturup durmuşlardı. Çok yorulmuşlardı. Karınları da, iyiden iyiye acıkmıştı. Oturup; biraz yemek yemenin vakti çoktan gelmişti. Hasan emmi, onun için oğlunu yanına çağırıyordu. Öğlen yemeği yiyeceklerdi…
Hüseyin, babasının yanına gitmekte olsun, Hasan emmi, eline plastik su kabını aldı.Tankere su almaya yöneldi. Çenesinden akan terleri, bir elinin parmaklarını birleştirip, çenesinden sıyırıp silerek, toprağa doğru sallayıp attı.Hiddetli hiddetli, kendi kendine :
-Olmuyor yahu!...Olmuyor.Hayvancıklar, bizim tarlanın ekinini bitirmeye kavilleşmişler sanki…Dönüp, dönüp alayla bize geliyorlar.Ne yapsak nafile…Yok, yok…Çare yok” diye, söyleniyordu.
Hüseyin, babasının yanına yaklaşırken çıkardığı ses ve çaldığı teneke sesinden havalanan büyük bir alay serçe, sığırcık kuşunu babasına göstermek için,
-Buba!...Bubaaaa! diye, bağırdı. Hasan emmi; tankere yönelmişken durdu. Sesin geldiği yöne, oğluna doğru dönüp baktı. Oğlunun eliyle havadaki kuş alayını gösterdiğini fark etti. Hemen, elindeki su plastiğini doldurmadan çardağa döndü. Elinde tuttuğu su plastiğini oraya bırakıp, çift kırma tüfeğini aldı. Gözüyle de, havadaki kuşları takip ediyordu. Kuş alayı, karabulut gibi gökyüzünü kaplayıp üzerinden geçtiler. Çok yüksekten uçtukları için uçarıya sıkı yakmak istemedi. Yalnızca gözleriyle, kuş alayının ne yöne gittiğini izledi.
Kuşlar; az ötedeki iki tarla arasında bulunan, kesiklerin üstünde olan, Karıngeç ağaçlarının üstüne kondular. Ağaçların enli yaprakları arasında kayboldular. Yüzlerce, binlerce kuş yapraklar altında cıvıl cıvıl ötüşmeye başladılar. O sırada Hüseyin de babasının yanına gelmişti. Boynunda asılı olan tenekeyi çıkarıp, çardak direğinin dibine koydu. Babasının hareketlerini izlemeye başladı. Hasan emmi; bir elinin işaret parmağını dudaklarına götürüp, oğluna “Sus!...” işareti yaptı. Sessiz olmasını, alçak bir ses tonuyla söyledi. 12’lik tüfeğini kırıp içindeki kuru sıkı hartuçlarını çıkardı. Yerine, saçma doldurulmuş iki hartucu tüfeğine yerleştirdi. Yavaş ve sessizce, temkinli adımlarla kesikte, karaağaçlarda toplanmış kuşlara doğru yaklaşmaya başladı. Sabahın alacakaranlığından buyana onları uğraştıran kuşların bir kısmını avlamak, hıncını alıp öfkesini yatıştırmak, yorgunluklarını dindirmek istiyordu.
Heyecanla, merakla babasının hareketlerini izleyen Hüseyin, bu avın sonucunu düşünüyordu. Kuşlara acıyordu ama, sabahtan beri verdikleri eziyeti de, aklından çıkaramıyordu. Çok yorulmuşlardı. Günlerden beri de bu savaşları, her gün ayni zorluklarla devam edip gelmişti. Hasan emmi ayni tempoyla karaağaçlara biraz daha yaklaştı. Kuşların üst üste yığıldığı ağaçlar, atış menziline girince, tüfeğini doğrulttu. Kuşların en yoğun olduğu dallara doğru nişan aldı. Sonra tüfeğin tetiğinin boşluğunu yavaşça alıp çekti. O öğlen sıcağında kulakları yırtan bir patlama oldu. Az sonra ağaçlardan yere düşen kuşlar oldu. Geriye kalan kuşlar, yine bir alay halinde ağaçlardan kalkıp alt taraftaki Mehmet dayının tarlasına doğru uçup gittiler.
Hasan emmi ile oğlu Hüseyin koşarak karaağaçlara gittiler.Ağaçların altına dökülen sığırcık kuşlarını toplamaya başladılar. 7-8-10 derken,15’e yakın vurulmuş kuş topladılar. İçlerinde serçe kuşları da vardı. Az ötede; elinde birkaç kuş ile yaralı kalan kuşların peşinden koşmakta olan Hüseyin’den, acı bir ses yükseldi.
-Bubaaaa! Buba koş. Yılan…Kocaman bir yılan var, diyordu. Hasan emmi, kucağındaki vurulmuş kuşları yere atıp tüfeğiyle, oğlunun yanına yetişti. Yerde; 3-4 metre uzunluğunda, bilek kalınlığında, kocaman bir “ “BOZÜREK” yılanı vardı…
Yaralıydı. Ölmek üzerey di. Olduğu yerde yarı baygın, halsizce yatıyordu. Ağzında da, bir serçe kuşu vardı. Yarıya kadar yutmuş, tamamını yutamamış, bir çok yerinden saçma almış, yere düşünce de bel zinciri parçalanmıştı. Hasan emmi, oğluna seslendi.
-Sakın yaklaşma. Beri gel. Buraya, yanıma koş, dedi. Hüseyin hemen koşarak babasının arkasına geçti. Hasan emmi, tüfeğini yeniden yılana doğru doğrultup, ona ateş etti. Yerdeki yaralı yılan ikinci bir sıkıyı da alınca, param parça olup cansızca olduğu yerde kalakaldı. Ama, kuyruğu hala olduğu yerde kıpırdı yordu. Kesikten kalın ve uzunca bir kargı kesip yılanı, öldüğü yerden aldılar. Kesik kenarında derice bir çukur kazıp, yılanı içine koyarak gömdüler. Ardından da, vurgulan kuşları toplayıp çardağın yanına gittiler. Kuşları temizleyip güzelce yıkadılar. Bir yer ocağı yakıp kuşları çöplere geçirerek pişirdiler. Yemekleri vardı ama, hepsi kaldı. Afiyetle o kuşları yediler. O gün kendilerine bir kuş ziyafeti verdiler. Az sonra tarladan, yine kuş sesleri yükselmeye başladı. İki yorgun savaşçı, yine buğday
tarlasına daldılar. Bu serüven böylece, bir sezon boyu sürüp gitti. BİTTİ.