- 1427 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Eksik Zamanlar
MONO
Lora
Bütün o yollarda,
Bütün o eksik ve eski kitapların satırları arasında,
Kendine benzediği tek bir gün için…
Hatırlamak, eski ve kırmızı bir şiir gibi hüzne benzemekti. İnsanın, çevresini saran zamandan kendini soyutlama yeteneğini kazanması en az seksen yıl sürüyordu. Hatırlamak, ıslak bir sabaha uyanmaktı biliyordu. Birazdan gözlerini açacak ve yaşlı bir eskici gibi seslenecekti Perihan’a.
Yaklaşık üç asırdır bu şehirde ve bu yatağın içindeydi. Kıyısına köşesine ilişmiş bir yığın hareketsiz nesneden başka kimsesi yoktu. Derin bir boşluğun içinde, her an yaralanıp incinecekmiş gibi hissediyordu kendini. Siyah perdelerin ardında, kalabalık bir yalnızlığa sokulmuş, üşüyordu.
Her sabah aynı sancıyla uyanıyor, aynı kahvaltıyı yapıyor ve aynı şarkıyı dinliyordu: La Foule…
Kırık dökük bir döngünün içinde, paslı nefesini ruhuna üflercesine, kendinden uzaklaşıp başka biri olurcasına yaşıyordu. Bulutsu bir sakinlik vardı üzerinde. Kenarları pirinç kaplama barok tarzı bir yatağın içinde, ağırlaşan göz kapaklarını her gün aynı hareketlerle açıyor ve aynı manzarayı buluyordu karşısında. Ermeni taş ustalarının yaptığı bu binanın her dairesi küçük birer kiliseyi andırıyordu. Tavana işlenmiş Hz Meryem silueti Lora için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Tanrıya inanmıyordu. Korkmadan ölmek istiyordu. Ardını arkasını düşünmeden yaşamıştı. Erkek ve kadın olarak yaşamıştı. Çift kişilikli bir ucubeye benzetiyordu kendini çoğu zaman. Yıllarca soğuk, donuk bir pencerenin içinden bakmıştı yaşama.
Temizlenmek ve bedenine giydiği ne kadar geçmiş varsa çıkarıp hafiflemek istiyordu. Banyonun yolunu biliyordu. Kendisine yardım için gelen Perihan’ı sert bir bakışla geri çevirdi. ‘Şişman bir orospuya benziyor bu kız. Şişman ve azgın…’.
Halen yürüyebiliyor ve kimseye muhtaç olmadan birçok işini kendi başına halledebiliyordu. Her sabah hiç usanmadan yerine getirdiği soğuk su ayininden sonra kurulanıp banyodan çıktı. Perihan tam karşısında durmuş, emir bekleyen bir asker ciddiyetiyle yüzüne bakıyordu. ‘Küstah bir bakışı var bu kızın. Genç olduğu için nazire yapıyor bana. O da her sabah duş alıyor biliyorum. Bütün gece iri bir erkeğin altında köle olduğu için duş alıyor… Saçlarıma neden bakıyor, çalı süpürgesi muamelesi yapıyor saçlarıma aklı sıra. Benim bütün bu biçimsel dünyayı umursadığımı sanıyor. Koca bir ahmak bu kız. Cahil bir ahmak…’.
Nasıl göründüğünün önemi yoktu. Aynaları kırılmış evin kırımızı saçlı kadınıydı o.
- Kahvaltı hazır hanımım, buyrun.
- Teşekkür ederim. Gidebilirsin.
Perihan her zamanki gibi, sanki bir şeyleri kırıp dökmekten korkarcasına ağır adımlarla çıktı dışarıya. Lora’yı bütün huysuzluklarına rağmen seviyordu. Her sabah geliyor ve hep aynı kahvaltıyı hazırlıyordu. Bir de hep aynı şarkıyı kasetçalara koyuyor ve bütün bir sabahın hareketli geçeceğini umuyordu. Dilini anlamadığı bu ecnebi şarkı Perihan’da kalabalık, neşeli bir güne başlama isteği uyandırıyordu. Çevre binalara da temizliğe gidiyordu Perihan. Oradaki hanımları, Lora’ya hiç benzemiyordu. Lora hariç, hizmet ettiği bütün hanımlarının sırlarına vakıftı. İki Bina ötede oturan Sevim Hanım’ın kocası içkiye düşkündü. İçince bambaşka bir adam oluyordu. Aynı binanın sekiz numarasında oturan Neriman Hanım’ın kocası ise karısını genç bir sinema sanatçısıyla aldatıyordu. Üç bina ötede bulunan eski konağın hanımı ise Bihter Solak isminde orta yaşlı bir ressamdı. Kocası iktidarsızdı. Tedavi için Avrupalara kadar gitmiş ama yine de çare bulamamıştı. Ya o kartlaşmış pavyon şarkıcısına ne demeli, bütün semtin gözü bu kadındaydı sanki. Yaşını başını almış, kendi gibi kart bir iş adamıyla birlikteydi. Pavyonlarda şarkı söyleyen Sultan Hanım Perihan’ı çok severdi. Giymediği eski elbiselerini Perihan’a verir, Perihan da üstüne olmayan bu kıyafetleri Bala’daki kız kardeşine yollardı. Elli ya da elli beş yaşında vardı Sultan. Feleğin çemberinden kırk defa geçmiş, sonunda sırtını yaslayabileceği zengin bir iş adamı tavlayabilmişti. Tefecilik yapan bir adama ne derece iş adamı nedir bilinmez ama Selim Bey oldukça zengin ve neşeli biriydi. Takma dişlerinden sıkılmış, vidalı diş yaptırmak için İngiltere’ye gitmişti. Perihan, takma dişli bu adamın Sultan’la öpüşürken neler yaptığını çok merak ediyordu. Acaba öpüşürken dişleri yerinden oynuyor muydu ya da çıkarıp mı görüyordu işini ya da hiç öpmüyordu. Zira Sultan’ın öpülesi dudaklara sahip olmadığı bir gerçekti. Her daim pembe bir rujun altına gizlediği dudakları ekşi ve çürümüş bir meyveye benziyordu. Perihan ise Yaser’in kadınıydı. Yaser, esmer, karacağız, yeşil gözlü ve iri yapılı bir erkekti. Perihan’ı Ankara’nın Bala ilçesinden almıştı. Bundan sekiz yıl önce Ankara’dan İstanbul’a göç etmiş ve bir akrabasının yardımıyla Teşvikiye’deki bu eski binanın kapıcılığını almıştı. Teşvikiye gibi bir semtte kapıcı olmak ayrıcalıktı. Bu bol para anlamına geliyordu. İnsanın gözleri her zaman açık olmalıydı bu semtte ve arada sırada üçkâğıtçılık yapmaktan geri durmamalıydı. Üstelik kapıcılık denilen meslek eskisi gibi zahmetli de değildi. Doğalgazın gelmesiyle birlikte birçok kapıcının yükü hafiflemişti. Yaser haftalık olarak binanın temizliğini yapıyor, her akşam çöpleri topluyor, kıyıda köşede Perihan’ı sıkıştırıp kalçalarını mıncıklıyordu. Bir de akşam dokuzdan sonra taksiye çıkıyordu. Sekiz yılda küçük bir daire alacak kadar para biriktirmişti. En mutlu olduğu anlar, gecenin karanlığını yarıp Perihan’ın koynunda avını parçalamayı bekleyen bir aslan gibi homurdandığı zaman dilimleriydi. İki haftadır halvet olmamıştı karısıyla. Hastaydı Perihan. Kasıklarına dadanan sinsi bir hastalığa düşmüştü. Kanıyordu…
Ağzına tek bir lokma koymadan bir fincan kahve ile kalktı masadan. Hava biraz serine benziyordu. Belki de yağmur yağacaktı. Üzerinde sadece bornozu vardı. Giyinmeliydi. Giyinmek istemiyordu. Kaşı gözü olan herkese göstermek istiyordu vücudunu. Bacakları halen eski dolgunluğundaydı, göbeği iyice sarkmış, memelerinin içi boşalmıştı. Giyinmeliydi. Dünden kalma ve yakasında mavi puantiyeler olan şık bir hüznü giymeliydi üstüne. Artık sadece kadın olmak istiyordu. Biliyordu, birçok şey için çok geçti. Yine de kadın olmak ve güçlü bir erkeğin ten kokusunu hissetmek istiyordu. Düşüncelerinden utanmalı mıydı? Hayır hayır. Neden utanacaktı ki? Sadece hayal kuruyordu. Hayallerle yaşamak acı veriyordu bazen insana. Artık hiçbir erkek beğenmeyecekti onu. Güldü. Kendini ahmak gibi hissetti… ‘Bu yaştan sonra jigolo mu tutsam…’
Hiçbir dudak yanaşmayacaktı dudaklarına. Kıllı sert bir elin memelerinin üzerinde bırakacağı ince çizgileri hayal etti. Utandı. ‘Kendine gel. Fahişe gibi davranıyorsun…’
Ağır adımlarla salona geçip babadan kalma eski gramofonun önünde bir süre durdu. Şarkılar hiç eskimiyordu. Sesler, notalar, dokunuşlar eskimiyordu. Eskiyen sadece madenin kendisiydi. Kendinden geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Oysa babası müzisyen olmasını çok istemiş, piyano hocalarına bir servet harcamıştı. Pişmandı. Yetenek dahil her türlü imkâna sahipti. Viyana’ya gidebilir ve alanında tek isim olan birçok hocadan ders alabilirdi. 1955 yılında Fransa’da bir söyleşiye katılmış ve Édith Piaf’ı yakından görme imkânına sahip olmuştu. Dünyanın en harika seslerinden birinin beş metre yakınında olmak ilginç bir duyguydu. Édith Piaf hakkında birçok şey duymuş ancak hiçbirine inanmamıştı. Morfin bağımlısı Piaf’ın titreyen elleri o gün Lora’nın zihninde siyah beyaz bir filmin son karesi olarak yer etmişti. 1962 yılında Mısır Piramitleri’ni yakından incelemek için Mısır’a gitmiş ve orada Ümmügülsüm’ü dinleme fırsatı bulmuştu. Piaf ve Gülsüm, iki farklı coğrafyanın iki farklı insanıydılar. Hayata bakışları, kültürleri, dini inanışları farklı bu iki bayan arasında derin bir bağ kurmuştu Lora. Bu iki kadın, sanki aynı melodinin içinden çıkmış gibiydiler.
Hafif bir yağmur başlamıştı. Köşedeki geniş camın önüne gelip durdu. Özlemeye benziyordu bu şehir. Bir kadının başka bir kadını öpmesine benziyordu. Her an kırılıp dağılacakmış gibi karşısında duruyordu İstanbul. Kristal bir vazoya benziyordu ve sessiz, naif bir kadının bacak arası kadar yalnızdı. Kaderine boyun eğmiş bir şehirdi burası, uysal, sessiz… Sessizliğin kendine has bir kokusu vardı belki de. Kalabalıklaştıkça değişen bir şehrin tarihini, sahip olduğu kokularla anlatmak mümkündü. Yaşına aldırmadan oturup anlatacaktı bu şehri. Kıvrımları her gün bir önceki günden daha fazla belirginleşen yüzünü cama dayayıp, kırışık dudakları arasına gizlediği şehrinden bir gün ayrılmak zorunda kalacağını düşündü. Ayrılacak ve toprak olacaktı. Bedeni yosun ve deniz kokacaktı. Toprakta eskiyecek ve kaybolacaktı. Ardında hiçbir şey bırakmadan gidecekti.
Ardında bir şey bırakmadan gitme düşüncesi onu her zaman rahatsız etmişti. Yaşamın bir anlamı vardı ve o bu anlamın peşine altmışından sonra düşmüştü. Yetenekli bir mimar olarak yaşamını sürdürmüştü. Kalburüstü davetlerde boy göstermek en büyük zevkiydi. İnsanların uzaktan onu seyretmesi, vücudunun çeşitli bölgelerinde gezinen bakışların bedenine bir ok gibi saplanması hoşuna gidiyordu. Saçmalıklar üzerine kurulmuş bir sosyal yapının içinde, kendiyle alay edebilmek adına yapıyordu belki de bunları. ‘Öteki’ olmaktan korkuyordu. Yabancı olmaktan, muhalif olmaktan korkuyordu. Üzerindeki gençliği ucuza bozdurmuştu belki de. Kendini beğenmiş, şımarık, geçimsiz ve kaprisli bir gençlik bırakmıştı ardında. ‘Erkeksi bir geçmiş’ diye söylendi kendi kendine.
Altmışından sonra kitaplara sarılmış ve 19. Yüzyıl Osmanlı Mimarisi üzerine ciddi bir çalışma yapmıştı. Pek çok klişeyi ortadan kaldırmak ve akademik çevrelerde ses getirmek amacıyla kitaplaştırdığı çalışmasını birçok yayınevine götürmüş ancak olumlu yanıt alamamıştı. Yayınevlerinin kitabı basmak istememelerinin sebebi içerik değil, tamamen ekonomikti. 1500 sayfalık renkli bir kitabın basım maliyeti oldukça yüksekti. Üstelik kitap dar bir kitleye hitap ediyordu. Yani en fazla 150 adet satabilirdi. Lora kendi imkânlarıyla kitabından 200 adet bastırıp İstanbul ve İtalya’daki çeşitli akademisyenlere yolladı. Kitabının ilgiyle karşılanacağını ve insanların kendisini takdir edeceklerini düşünüyordu. İtalyan mimar Pierre Lucci dışında kimseden tek bir ses çıkmadı. Lucci ise Lora’ya yazdığı mektupta kitabı ağır bir dille eleştiriyor, kitapta anlatıldığının aksine Osmanlının hiçbir yerden etkilenmeden kendi mimari tarzını oluşturduğunu belirtiyordu. Mektubu okuduktan sonra Lora’nın dudaklarından tek bir kelime çıktı: ‘cahil’.
…
Değerli meslektaşım. Öncelikle kitabımı okuyup bana mektup yazma zahmetine katlandığınız için şahsınıza teşekkürlerimi iletmeyi bir borç bilirim. Ancak ne yazık ki görüşlerinize katılmadığımı ve şiddetle karşı çıktığımı bilmenizi isterim. Sizin gibi Doğu mimarisi üzerine uzmanlaşmış bir bilim adamından doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir eleştiriyi beklemiyordum.
Sevgili meslektaşım, öncelikle, Osmanlının hiçbir yerden etkilenmeden kendi mimari tarzını oluşturması mümkün değildir. Böyle bir savı ortaya atmak ya cehalettir ya da Osmanlıya atılan bir çamurdur. Bizans’tan, Anadolu’dan, İran’dan etkilenmeyen bir Osmanlı mimarisi mümkün mü? Nasıl olur da Osmanlı, çevresindeki güzelliklerden etkilenmez? Sağır, kör, duygusuz bir yapının içinde kendini eritmiş bir İmparatorluktan bahsetmiyoruz. Söz konusu imparatorluk cihana hükmetmiş bir geçmişe sahiptir. Ordusu, sadrazamı, askerleri devşirme olan bir devlet dünyadan etkilenmemiş olabilir mi? Aslı Rum olan Mimar Sinan’ın köklerine bakıp ilham almadığını kim söyleyebilir? Osmanlı Mimarisi İslam’dır, Bizans’tır, İran’dır, Anadolu’dur. Bu savın kanıtlarını uzun uzun yazacak değilim. Zira kitabımda bunların hepsini belirtmiş bulunuyorum. Sizi saygıyla kucaklıyorum.
Lora Taşçıyan
Yüzyıllardır bu şehirdeydi. Çok dilli, çok sesli, çok renkli bir toprağın parçasıydı. Şehri çevreleyen her taşın altında Osmanlıya sonuna kadar sadık kalmış atalarının izleri mevcuttu. Sıradan bir Türk vatandaşı kendisinden daha fazla sevemezdi bu şehri. ‘Gittikçe kalabalıklaşıyor’ diye söylendi kendi kendine. Kalabalıklaştıkça özünden uzaklaşan, başkalaşan, içinde barındırdığı milyonlarca insana yabancılaşan bir şehir burası…
Ey Şehir
Ey üzerine yalnızlık duvarını kefen etmiş şehir.
Yoksun. Ve ben, seninle birlikte ölmeye hazırım.
Eskimek ve yitip gitmek istemiyordu. Dokunduğu tüm cümleler hayat bulsun ve şehrin gözlerine ilişsin istiyordu. Ermeni bir babanın tek kızıydı. Oldukça varlıklı bir ailesi vardı. Annesi din değiştirip Anadolulu bir tüccarla kaçmıştı. Bu olaydan sonra babası ani bir kalp krizi geçirmiş ve yaşamını yitirmişti. Babasının ölümünden annesini sorumlu tutan Lora, onu bir daha hiç görmedi.
‘Yabancılaştırdılar bu şehri. Kirlettiler. Kocaman organlarını çıkarıp ulu orta tecavüz ediyorlar her gün ve kimseden tek bir ses çıkmıyor. Mimarlar, mühendisler, sivil toplum örgütleri, bürokratlar, hükümet… Herkes susuyor… Herkes kendi yalnızlığı içinde kendiyle cebelleşiyor. Kimsenin umurunda değil. Herkes kendi penceresinden bakıyor. Hükümet köyleri boşaltıyor ki terör ortadan kalksın, halk destek vermesin örgüte. Toprağından kopan, bu şehrin surlarını aşıp var olan ne varsa talan etmek için büyük bir kinle akıyor sessizliğin tam ortasına. Lanet, iğrenç bir savaşın tüm ceremesini bu şehir çekiyor. Kimsenin umrunda değil. Koca bir tarih yok olup giderken, kimse gördüğü yıkımın önüne geçemiyor.’…
Farklı bir sayıklamaydı belki de zihninden derin bir akarsu gibi akıp dudaklarına ilişen. Kimi suçluyordu? Köyünden göç edip İstanbul’u kendi köyü yapan insanları mı? Sanki bir şeylerden korkar gibi usulca fısıldadı kendine sorduğu sorunun yanıtını: ‘hayır.’ 1984 yılında Kars’a gitmiş ve Ani Harabeleri’ni gezmişti. Harabelerin hemen karşısında bulunan köy kahvesinde muhtar ile yaptığı bir sohbet onu dehşete düşürmüştü. Köydeki bazı evlerin, harabelerden çalınan taşlarla yapıldığını söylemişti muhtar. Talan etmek için göç olmaya gerek yoktu işte. Cumhuriyet inkılâplarını hazmedememiş bir güruh, halkı cahil bırakmıştı. İşte suçlu: İnkılâplara sözde bağlı kalan, ülkeyi toprak ağalarına peşkeş çeken bir zihniyet… ‘Onca inkılâptan sonra nasıl oldu da ülkeyi güya demokrat geçinen toprak ağalarına peşkeş çektiler?’. Babası bu durumdan İsmet Paşa’yı sorumlu tutuyordu. Paşa güya Mustafa Kemal’in vasiyetini yerine getirmek için çok partili hayata tekrar geçmiş ve iktidarı Demokrat partiye altın tepside sunmuştu. ‘Madem Amerikan mandasına geçilecek, o zaman mücadeleye, savaşa ne gerek vardı? Onca insan ne için öldü? Demiryollarını yapanlar bile bu ülkenin milletvekiliydiler: Hükümetten rüşvetle ihale alan toprak ağaları… Günümüzde iş adamı olarak ortalıkta gezinen birçok insanın ülkeyi soyma geleneği çok eskilerden geliyordu. Boşunaydı gazete köşelerinde ahkâm kesmek. Gücü olan gider ve bu ülkeyi batağa sürükleyenlerin yakasına yapışırdı. Bu konuları üst kattaki Kemal ile konuşmalıydı. Kemal 1980 öncesi meydana gelen karışıklık yüzünden yurt dışına çıkmış, yıllar sonra ülkesine dönebilmiş eski bir devrimciydi. Uluslararası bir firmanın çeviri işlerine bakıyordu. Bir an Kemal’in aslen Kürt olduğunu hatırladı. Evet evet bu konuları Kemal’le konuşmalıydı. Boğuluyordu. Eskimelere tahammülü yoktu. Yıkımlara, acılara… Değişmiş miydi? Beynindeki bu muhalif insan kimdi?
Ruhunda derin, isimsiz bir ağrı vardı. Yıllar olmuştu kendini izlemeyeli. Aynaları saklanmış bir evin yalnızıydı o. Dudakları uzun değildi; kırmızı ya da mavi değildi. Bedeni ruhunu taşıyamıyordu. Korktu. Ölüm yaklaşıyordu ve tek gerçek de buydu. İki ay önce seksen yaşına basmıştı. Bir ay önce ise tıpkı babası gibi ani bir kalp krizi geçirmiş ancak erken müdahale sonucu hayatta kalabilmişti. Doktorlar bir hafta hastanede yatmasını istemişlerdi. Kalp krizi sonrası meydana gelen bazı sorunlar Lora’nın da başına dert olmuştu. Krizden sonra kalbi hasar almıştı. Yüksek tansiyonu vardı ve bu, sorunlu bir kalbin başına gelebilecek en büyük tehlikeydi. Zira tansiyonunun fırlaması durumunda kalbi ani bir yetmezliğe girebilir ve solunum arest yaşayabilirdi. İlaçlarını saati saatine kullanmalı ve asla ihmal etmemeliydi. ‘Yakında öleceğim. Bu şehri yazabilecek zamanım var mı?’.
Usul, kısa adımlarla dolaşmaya başladı evin içinde. Bir ara, eski bir tanıdığının yurt dışından getirdiği rom şişesine takıldı gözleri. İçmek için oldukça yaşlıydı. Kapı çalındı. Gelen Yaser’di. Bir şeye ihtiyacı olup olmadığını soruyordu. Çok şey borçluydu bu insanlara. Yine de onlara karşı otoriter bir tavır takınmaktan geri durmuyordu. Ne paylaşabilirdi ki Perihan’la? ‘Bu kız çok azgın biri’ diye söylendi kendi kendine. ‘Koca memeli, koca kalçalı çirkin bir kadınla ne paylaşabilirim ki…’. Acele bir tavırla savdı Yaser’i. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Bir başına kalmak ve kendiyle hesaplaşmak istiyordu.
Çirkindi. Gençliğini özlüyordu. Tekrar aynı yıllara dönse bambaşka bir kadın olacağını hisseti… Atilla İlhan’ın ‘Soğuk Kadınlar Baladı’ isimli şiirini hatırladı birden.
…
kimbilir kaç yalnızlık eskittiler
yoksa bir büyü mü baktığın zaman
hem bir çoktular hem bir tektiler
yorulmuş bir yanlışı yaşamaktan
epeyce kadın gizlice erkektiler
Kadın olduğu zamanlarda üç beş çapkınla gönül eğlendirmiş, onlarla yatarken kibrini avuçlarına alıp kutup soğukluğuna bürünmüştü. Erkek kokusu nasıl bir şeydi? Gizlice erkekken başka bir erkekle yatmak kimden, neyin intikamını almaktı? Dik başlı, geçimsiz, kendini beğenmiş, dediğim dedik bir gençlik giymişti üzerine. Oysa esmer, karacağız bir Anadolu delikanlısına âşık olmayı istemişti hep. Ruhuna yapışmış ve adına özgürlük dediği o aldatmacanın bir gün kendini yapayalnız bırakacağını hiç düşünmemişti. Koca bir ağrı vardı içinde ve ilginç bir şekilde bu ağrının kendisini telaşlandırmadığını hissetti. İnsan altmışını geçtikten sonra kendini yavaş yavaş alıştırıyordu ölüme. Biraz Baudelaire okursa rahatlayacağını hisseti… Aç kurtlar gibi bacaklarına dadanmış romatizma ağrısı tüm bedenini esir alıyordu. Göğsüne büyük bir okyanus oturmuş ve onu nefessiz bırakmıştı. Saat on ikiyi çeyrek geçiyordu.
Di
Perihan
Pembe, sulu bir akıntı içinde boğuluyordu. İçinde bir şey, kadınlığını kemiriyor, beyninden başlayıp kasıklarına kadar dehşet veren bir ağrı çekiyordu. Sekiz yılda dört çocuk düşürmüştü. Sevdiği erkekten ve kendinden dört parçayı bedeninden söküp almıştı yaşam. Çocukluğundan beri fiziksel sıkıntıları olmuş ancak hiçbirini sorun etmemişti. Oldum olası şişman bir kadındı. Evlenmeden önce bir süre hormon tedavisi görmüştü. Tedavi masrafları ağırlaşınca tedaviyi yarıda kesmiş, Yaser’i de bu sıralar tanımıştı. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi önünde simit tezgâhı işleten Yaser, ayda en az beş sefer hastanenin yolunu tutan Perihan’ı ilk gördüğü anda âşık olmuş, bir şekilde Perihan ile iletişime geçip onu alacağını söylemişti. Hastane kapısında simit satan bir adam… Daha ismini bile bilmediği bir adam karşısına geçmiş ve seni alacağım demişti. Perihan ilk önce Yaser’i pek dikkate almamış, ancak hastaneye gelip gittikçe Yaser’in, yakasından düşmeyeceğini anlamıştı. Her şeyden öte Yaser, Perihan’ın en sevdiği artiste yani Tarık Akan’a benziyordu. Bu yeşil gözlü simitçiye gönlünü hiç düşünmeden bir çırpıda vermişti. Yine de kendini uzun süre -evlenene kadar- suçlu hissetti. Babasının yanında, gizli saklı, bir başkasıyla kırıştırmış olmak ona yakışan bir şey değildi. Elini çabuk tutan Yaser kısa bir nişan süresinden sonra kendi memleketi olan Ayaş İlçesi’nde yapılan bir köy düğünüyle kavuşmuştu ay yüzlü hanımına. Perihan, değme sanatçılara taş çıkartacak ölçüde güzel bir yüze sahipti. Bembeyaz bir tenin şişmanlıkla bezenmiş mavi bir hali vardı Perihan’ın üzerinde.
Her Ankaralı gibi Perihan’ın da Ankara’ya karşı anlamsız bir bağlılığı vardı. Yaser İstanbul’da iyi bir iş bulmuş ancak Perihan pek sevinmemişti.
- Ankara’da da kapıcılık yapabilirsin.
- Ankara’yla İstanbul hiç bir olur mu? İstanbul’un insanı başkadır. Hele hele zengini bambaşkadır. Ankara’da kapıcı olup da ne yapacağım? Topu cimridir bu şehrin. Topu…
- Anamı özlerim ben.
- Özlediğin zaman seni yollarım. Biraz kalır dönersin. Hem bebek de yaparız. İstanbullu olur çocuğumuz fena mı?
Çocuk kelimesi Perihan’ı ikna etmeye yetmişti. Yedi saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Teşvikiye’ye, yeni yaşamlarına adım atmışlardı. Binanın eski ve küçük olması ilk başta Yaser’de derin bir hayal kırıklığı yaratsa da anlayacaktı ki, bu semtte herhangi bir binada kapıcı olmak büyük bir şanstı. Yan tarafta bulunan üç binanın da çöpü ve temizliği Yaser’e aitti. Perihan da çevredeki zenginlerin evlerine temizliğe gidecekti. Çok para kazanacaklardı çok…
İlk çocuğunu bir pazar günü düşürdü. İkinci çocuğunu yine bir pazar günü düşürdü. Üçüncü çocuğunu yine lanet olası bir pazar günü düşürdü. Dördüncü çocuğunu…
Pazar günlerini sevmiyordu Perihan. Yine de Yaser’i kırmayıp dışarıya çıkmayı kabul etti. Güzel bir dönercide karınlarını doyurduktan sonra bir süre Beyoğlu’nda gezinip bir pastanede oturmuşlardı. Terlemişti Perihan. Apartman sınırları içinde başına sadece bir yemeni takan Perihan dışarı, gezmeye bir yere gittiklerinde türbana giriyordu. Yaser onun türbanlı halini seviyordu.
- Halen kanıyor musun?
- Kan mıdır bilmem. Pembe bir şey… Akıyor işte arada sırada.
- Doktora gidelim?
- İstemem. Geçer elbet. Çok çalışıyorum belki ondandır.
Doktora gitme fikri Perihan’da müthiş bir öfke oluşturuyordu. Bir daha çocuğunun olmayacağı fikri onu psikopatça bir deliliğin sınırlarına getiriyor ve yaşamının son çizgisine yaklaştırıyordu. Korkusu, doktorun ona bir daha çocuğunun olmayacağını söyleyecek olmasından ileri geliyordu. Böyle bir ihtimal vardı çünkü aynı sıkıntıyı dayısının kızı da yaşamıştı. Tek fark, dayısının kızından pembe bir akıntı hiç gelmemişti. Zaten kafasına takılanda buydu. Bu akıntı ne zaman başlasa, beyninden kasıklarına kadar müthiş bir ağrı yayılıyordu.
- Seni sinemaya götüreyim mi?
- Olur.
Perihan’la halvet olamamak Yaser’in canını oldukça sıkıyordu. Eşinde birden bire ortaya çıkan bu cinsel soğukluğun tek nedeni Perihan’ın çektiği acıydı. Hanımına destek olmalıydı. Aç köpekler gibi Perihan’ın kıyısında köşesinde dolanmayı bırakıp, onu sağlığına kavuşturmalıydı. Varsın olmasın, önemli olan hanımıydı.
Perihan içinde bulunduğu sıkıntıyı pavyon şarkıcısı Sultan’a anlattığında beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Sultan, derhal doktora gitmeleri gerektiğini, şayet gelmezse zorla götüreceğini söyledi. Görmüş geçirmiş kadındı Sultan. Anadolu’yu kerhane kerhane dolaşmış, sonunda yüklüce bir para biriktirip bırakmıştı mesleği. Gençlik yıllarından beri içinde uhde olan şarkıcılık hevesini birinci sınıf pavyonlarda gideriyordu.
Sultan derhal Yaser’i çağırtıp bir güzel azarladı.
- Ulan! Neden götürmüyorsun bu kızı doktora?
- Estağfurullah abla. Olur mu öyle şey. Ben kaç kez dedim gidelim diye. Kendisi gelmiyor.
- Kes, hemen al bu kızı bir doktora götür. Ha dur dur. Ben de geleceğim sizinle.
Orta yaşlı, güzel bir kadın doktoru tarafından uzun uzun muayene edildi Perihan. Bir hafta hastaneye gelinip gidildi. Bir yığın tahlil yapıldı. Bir yığın söz söylendi. Sultan Perihan’ı bu süreçte hiç yalnız bırakmadı.
Kanser…
Korkmasını gerektirecek hiçbir şey yoktu. Rahim kanseri rahatlıkla tedavi edilebilecek bir hastalıktı. Yalnız hastalık biraz ilerlemişti. Bu yüzden ameliyat edilmesi gerekiyordu. Bir daha çocuğu olmayacaktı.
‘Bu dünya orospudur be kızım. Kime nasıl ne vereceği belli değil.’ diye söyleniyordu Sultan. Kararan havaya aldırmadan bir nefes daha çekti sigarasından: ‘Orospudur bu dünya…Orospu…’
TİRİ
Kemal
Seni kendi dilinde seviyorum ben: S’ayapo
Yoğun sigara dumanı altında, isten renk değiştirmiş duvarlara aldırmadan yazıyordu Kemal. Ne yazdığının önemi yoktu. Rahatlamak ve kafasına üşüşen düşüncelerden uzaklaşmak istiyordu.
Kadınları ve şarkıları eskitilmiş bir şehrin gözlerinden bakıyorum sana.
Ona bir pazartesi günü rastlamıştı. Çerçeveleri eski bir resme benziyordu. Soluk beyaz bir tenin ardında, kızıl bir öfke gibi duruyordu şehrin tam ortasında. Hareketli bir kalabalığın en dikkat çekici imgesiydi. Kemal onu görür görmez uzaklaşmak istemişti.
Kapatılan bir tekstil fabrikasının işçilerine destek amaçlı düzenlenen bir yürüyüşün içindeydi. Sendikaların ve bazı sivil toplum örgütlerinin destek verdiği bu yürüyüşün bir yerinde, yüzü çillerle kaplı kızıl bir kadının hayali gözlerinin önünden kısa süreliğine geçip kayboldu. Korktu ve uzaklaşmak istedi. Yiana kalabalığın tam ortasında durmuş, avazı çıktığı kadar bağırıyordu: ‘Kahrolsun Faşizm.’. Kemal sesin nereden geldiğini biliyor ancak sahibini görmek istemiyordu. Belki de eski bir hatıranın zihninde yeniden canlanacağını ve günlerce sürecek bir acının içinde kendini yitireceğini düşünüyordu.
Bulutları ve duvarları karalanmış bir şehrin gözlerinden bakıyorum sana.
Üniversite yıllarında tanımıştı onu. Delicesine sevmişti ve bir gece öylece bırakıp gitmişti… Gitmiş ve kendine yarım yamalak bir yaşam kurmuştu. Yaklaşık dört yıl olmuştu ülkesine döneli. İyi derecede Fransızca ve Almanca biliyordu. Mardinli bir mühendisin tek çocuğuydu ve en iyi okullarda okumuştu. Babasını beş sene önce kaybetmişti. Annesi halen yaşıyordu. Türkiye’ye döner dönmez eski arkadaşlarını aramaya koyulmuş ancak daha sonra vazgeçmişti. Uluslararası bir firmanın çeviri işleri sorumlusuydu. Arada sırada kendince yazılar yazıyor ve yalnızlığını cümlelerle paylaşıyordu. Yiana ise Burgazadalı Levanten bir ailenin kızıydı. Güzel sanatlarda okumuştu ve en büyük hayali ünlü bir ressam olmaktı. On iki Eylül öncesi aynı oluşumun içinde yer almışlar ve birbirlerine âşık olmuşlardı. Her türlü eleştiriyi göze alıp, hem ülkelerini hem de birbirlerini sevmişlerdi.
Sende kendimi tekrarlıyorum ben. Sende, ağrılı bir hastalığın tüm günlerini yaşıyorum.
Kemal, akşamın üzerine düşen o sessiz gölgeyi ardında bırakıp, dağılan kalabalığın içinde Yiana’yı takibe koyuldu. ‘Halen eskisi gibi güzel’ diye söylendi kendi kendine. Yaklaşmaya cesareti yoktu, dokunmaya, koklamaya, ağlamaya ve gülmeye cesareti yoktu. Onu o kadar çok sevmişti ki… Cihangir’de restore edilmiş tarihi bir binanın önüne kadar takip etti onu. Evlenmiş miydi? Uzun süre köşede bir yere gizlenip Yiana’nın girdiği binayı gözledi. Bir ara üçüncü katın ışığı yandı ve Yiana birden bire camda belirdi. Onu görmüş olabilir miydi? Hayır hayır, saklanmıştı. Onu görmesi mümkün değildi. Yiana ağır hareketlerle perdeleri çekip kayboldu. ‘Zaten kaybetmemiş miydim onu? Siyah bir duvarın önünde onu öylece bırakıp giden ben değil miydim? Şimdi, onca yıl sonra, burada, bu isimsiz mahallede ne işim var? Çıksam karşınına ne değişecek? Neden buradayım? Onu görür görmez kaçmalıydım. Uzaklaşmalı ve kendi kabuğumda kendimi çürütmeye devam etmeliydim. İçimde insan olduğumu kanıtlayacak hiçbir duygunun yer etmesine izin vermemeliyim…’
Saçların, kırık bir şarkının uzantısıdır.
Kemal, iki hafta hiç bıkmadan takip etti Yiana’yı. Kendini ele vermeden, sanki istihbarat elemanıymış gibi bilgi topladı Yiana hakkında. Evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmuştu. Tekstil İş Sendikası’nda çalışıyordu. Kocası bir mimardı. Sekiz senedir Cihangir’de yaşıyordu. Sert bir kadın olarak tanınıyordu çevresinde. Kocası umursamaz adamın tekiydi. Şarap, vazgeçemediği tek tutkuydu. Yine de başarılı biriydi. Oturdukları binayı kendisi restore etmişti. Hali vakti yerindeydi. Kızları on beş yaşındaydı ve Galatasaray Lisesi’nde okuyordu. O da annesi gibi asi bir karaktere sahipti. Okul müdürü kendisinden sıkça şikâyette bulunuyor ve genç bir kıza yakışmayacak ölçüde dik kafalı biri olduğunu söylüyordu.
Duvarlara yazmıştım seni. Uzak bir ülkenin tüm ‘seni seviyorum’ deyişlerine yazmıştım.
- Merhaba.
Saklandığı köşede donup kalmıştı Kemal. Yiana tam karşısında durmuş, yeşil gözlerini zehir gibi dikmişti Kemal’in üzerine.
- Beni takip ettiğini biliyorum.
Onca yıl sonra ne demeliydi bu kızıl kadına. Ne söylese geçmişi geri getiremeyeceğini biliyordu.
- Gösteride gördüm seni. Yanına gelmeye cesaret edemedim. Neden takip ettiğimi bilmiyorum. Galiba seni görmek hoşuma gidiyor.
- Ne için? Ne için göreceksin beni? Neyi öğrenmek istiyorsun? Evet, âşık olmadan evlendim. Kocama delicesine bir tutku beslemiyorum ama ona saygım var. İstemediğim halde çocuk yaptım. Hayal ettiğim gibi ünlü bir ressam olamadım. Hoşlanmadığım bir işte çalışıyorum. Sahte bir yaşam kurdum kendime. Herkes gibi yapmacık bir hayatım var işte. Peki, sen neden gittin? Hani ülkenden kopamazdın? Hani ülkeni sevdiğin gibi seviyordun beni? Şimdi günlerdir peşimde bir gölge gibi dolaşmanın anlamı ne? Hayatıma girip beni geçmişe sürükleyerek ne elde etmek istiyorsun?
- Bir şey elde etmek istemiyorum. Sadece nasıl bir yaşamın olduğunu görmek istedim.
- Peki neden, vicdanını mı rahatlatmak istiyorsun? Saralı bir kızım var. Şarap içip ev restore etmekten başka bir şey düşünmeyen bir kocam var. Bana verdiğin hayat bu işte. Günahlarını giymek istemiyorum senin. Bakışlarını üzerimde hissetmek istemiyorum. Yaşamımın hiçbir yerine dokunmanı istemiyorum. Ne için gittin kahrolası? Bizler de aynı kavganın parçasıydık. Çok acı çektik. İşkence gördük. Ama bak, halen buradayız. Senin gibi koca bir bencilliği üzerimize giyip defolup gitmedik. Ben aşkımı öldürdüm. Ben bir katilim. İçimdeki tüm umutları öldürdüm…
Unutulmuş zamanlardan çıktım ben. Gövdem küçücüktür, sesim kısık ve çocuksu…
Unutulmuş filmlerin en gözde kahramanıydım. Tenine küçük bir yağmur bulutu bıraktım. Uykuların, düşlerin, gülüşlerin olmak için çıktım bu yola. Sen, ey kızıl kadın: Buhranlı bir şarkı sesi gibi kulaklarımda büyük bir esaret sürersin. Hastalıklı bir ruhtur benimkisi, dokunamam ellerine. Nefesine dokunamam. Gündönümünde koca bir kayıkhaneyi yaktım. Neron’a özendim besbelli. Bu kaçıncı kaçışımdır bilmem. Kaçıncı kez söndü fenerlerim? Kaçıncı kez kayboldum her gün uğradığım sokağımda? Dilimde paslı bir geçmiş gizlidir. Anlatamam resimlere nasıl eğreti durduğumu. Sen, ey kızıl ve suskun kadın, senden habersiz gözlerini çaldım ben. Ruhuna dokunmaya korktum çünkü benim değildi biliyordum. Kalbinin tam üstüne kör kütük sarhoş bir adam bıraktım. Duvarlarından akıyor gözyaşlarım bu şehrin. Tüm çanları, tüm minareleri yıktım ve sana benzedim. Sarhoşum işte. Saçlarım yok. Ellerim, bacaklarım yok.
Seni kendimde bıraktım. Unutmak olmazdı zaten unutamazdım. Seni, kendi dilinde seviyorum ben: S’ayapo
Uzak bir karanlığı giydi üstüne Kemal. Teşvikiye’ye kadar yürüdü. Ömrünün en uzun yoluydu. Eve girerken yanına gelen Yaser’in yüzüne bakıp ‘beni öldürmüş’ dedi.
TETRA
Sultan
Eline ne geçiyorsa fırlatıp, parçalıyordu. Evde kırılmadık cam eşya bırakmamıştı. Öfkesinin tarifi yoktu. ‘Orospu çocuğu, senin ananı sikerim ulan’…
Küfür dolu bir gecenin içinde sıkışmıştı. Kolları güçsüzleşmiş, ensesindeki damarlar sertleşmişti. Uyumak ve bir daha uyanmak istemiyordu. Bir küçük rakıyı tek başına bitirdiyse de öfkesi bir türlü yatışmadı. Evin içinde hızlı adımlarla yürüyor, öfkesini yönelteceği yeni eşyalar arıyordu.
- Pezevengin evladı. Her şeyimi satmış orospu çocuğu.
Siirtli bir ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya gelmişti Sultan. Okutulmamış, konuşturulmamış ve kendine çizilen kadere boyun eğmesi istenmişti. On iki yaşında köyün en zengin ailesine gelin gitmişti. Kocası genç ve yakışıklıydı. Kendini diğer kızlardan daha şanslı hissediyordu. Zira çocuk denilecek yaştaki kızların babaları yaşındaki erkeklere verilmesi bu topraklarda sıkça görülen bir şeydi. Narin ve korkaktı Sultan. İlk gecenin ne olduğunu bilmiyordu. Erkekleri tanımıyordu. Her ne kadar anası bir şeyler anlatmışsa da on iki yaşın çocukluğu bunları anlamakta zorlanmıştı.
Savunmasız bir kuş gibi yatağa uzandı. Üzerine abanan kıllı gövde onu birazdan parçalayacak, kanatlarını kıracaktı. Üç saatlik bir örselenmişti her şey. Yapış yapış olmuştu dünyası. Kanamamıştı.
Esat üç saatin sonunda yorgun ve boşalmış bedenini Sultan’ın bedenine yığıp sabaha kadar uyudu. Sabah, öfkesi ayyuka çıkmış bir kartal gibi Sultan’ın saçlarına asılıp, dehşet veren bir çılgınlığa büründü.
- Orospu musun ulan sen? Kimle yattın daha önce?
Daha önce kimseyle yatmamıştı. Çocuktu o. Hayal ettiği bez bebeklerinin arasından çekip almışlardı onu. Dünyasını çalmışlardı. Neden kanamadığını bilmiyordu. Olmamıştı işte. Esat, Sultan’ı babasının evine götürmemiş, olaydan da kimseye bahsetmemişti. Tam üç sene Sultan’a etmedik eziyet bırakmamıştı. Üstelik çocukları da olmuyordu.
Üzerine kuma geldiğinde on altı yaşındaydı Sultan. Esat artık yatağına gelmiyor, o yokmuş gibi davranıyordu. Kader böyle bir şeydi işte. Bir ömür boyu yalnız yaşamak, başucundaki erkeğin her şeyinden iğrenmekti…
Kuması doğum yaptığında Sultan başına gelecekleri anlamış ve babasının evine kaçmıştı. Akşam Esat gelmiş ve Sultan’ı Allah huzurunda boşadığını babasına söylemişti. Peki şimdi ne yapacaktı? Antepli bir saman tüccarına apar topar satıldı Sultan. Adam ayyaşın tekiydi. Üstelik bir yığın sapıklıkla çıkıyordu Sultan’ın karşısına. Bir keresinde Sultan’ı yere yatırmış ve üzerine beyaz bir çarşaf örterek ‘sen artık ölüsün’ demişti. Ve bir ölüye defalarca tecavüz edip, Kars genelevine yüklüce bir paraya satmıştı.
Sultan uzun yıllar memleketin dört bir yanında çalışmış, aynı zamanda kendini eğitmişti. İnsan okuyarak mı eğitir kendini yoksa yaşayarak mı? Çevresinde gördüklerinden, işittiklerinden, duyduklarından dersler çıkaran ve hatalarını tekrarlamayan bir yapısı vardı Sultan’ın. Olgun bir kadın olmuştu ve sürekli biriktirdiği para banka hesabında koca bir özgürlüğe dönüşüyordu. Çeşitli şehirlerde arsalar ve daireler alıyordu. Daimi bir müşterisi sayesinde İstanbul’da güzel bir ev satın almıştı. Ticaretteki tek kural markalaşmak ve sürekli müşterilere sahip olmaktı. Orospu pazarında marka olmuştu Sultan. Bedenini örselemiyor, mümkün olduğunca yaşlı müşterilerle yatıyor, yatmakla kalmayıp aralarından zengin olanları donlarına kadar soyuyordu.
Son durağı Karaköy’de fazla durmadı Sultan. Artık gitme vakti gelmişti. Kimseye verecek hesabı yoktu. Kimse onu zorla tutamazdı. En az patronları kadar zengin olmuştu. Şarkı söylemek istiyordu. Teşvikiye’de satın aldığı eve yerleştiğinde, bu nezih semtin nezih insanları tarafından kabul görmeyeceğini biliyordu. Kısa sürede genelev kadını olduğu söylentisi tüm semte yayılmış ve herkesin gözü üstüne çevrilmişti. Uzun yıllar önce tanıdığı hatırı sayılır bir müşterisin Pavyonunda haftada üç kez sahne alıyor ve acı bir arabesk ruhu yayıyordu kendisini izlemeye gelen masalara. Ağa Sultan’a çıkmıştı ismi. Erkeklerin çekindiği bir kadındı. Zengindi ancak yine de kendisine kol kanat gerecek, parasını yiyebileceği zengin bir erkeğin kollarında olmak istiyordu. Yaşamın ne getireceği belli olmazdı. Selim Bey’i görür görmez aradığı adamı bulduğuna kanaat getirmişti. Ön masalardan birinde yalnız başına oturan bu yaşı geçkin adam, üst üste şampanya patlatıyordu sahnedeki Sultan’a. Hiçbir erkeğin masasına oturmayan Sultan, programından sonra Selim Bey’in masasına gitmiş ve o geceyi onunla birlikte geçirmişti. Erkekleri etkilemekte mahir bir kadındı. Bir erkeği kendisine bağlayabilmek adına yapamayacağı şey yoktu. Gaddardı ancak yeri geldiğinde yoksula acımasını bilir ve yardım etmekten geri kalmazdı. Selim Bey karanlık işlerin adamıydı. Tefecilik ve ufak çapta silah satıcılığı yapıyordu. Kel, göbekli ancak sevimli biriydi. Ve ameliyatlıydı. Ancak bunu kimse bilmiyordu. Yıllardır her türlü erkeğin altında köle olmuş Sultan bile onun ameliyatla penisine ilişme taktırdığını çok zor anlamıştı.
Dört çocuk babası olan Selim Bey, eşini yıllar önce kaybetmişti. Üç kızı yurtdışında yaşayan gurbetçilerle evlenmişti. Oğlu ise cezaevindeydi. Ortaköy’de büyük bir villada yaşıyordu.
- Sultanım, neden benim evimde yaşamıyoruz.
- Burayı bırakamam. Seviyorum bu semti.
Sultan, anlam veremediği, isimlendiremediği bir güven duygusu hissediyordu Selim Bey’e karşı. Karanlık işler yapan ancak aynı zamanda aile babası görünümünde olan bu adamda farklı bir şeyler vardı ama ne? ‘Neden güveniyorum ki bu koca göbekli şapşala. Ne oluyor bana? Neden ona karşı sert olamıyorum? Kimseye benzemiyor bu herif. Bir kadını nasıl mutlu edeceğini çok iyi biliyor. Tüm varlığımı biliyor. Hangi şehirde nerede evim var. Arsalarımın değeri ne kadar… Ömrüm, erkeklere kin gütmekle geçmedi mi? Peki neden şimdi kendimi çırılçıplak ve savunmasız bir şekilde sunuyorum bu adama, neden?’
Selim Bey’le Sultan’ın ev hali, sıradan bir aileninkinden farksızdı. İkisinin de yaşı ilerlemişti ancak oldukça hareketli bir cinsel hayatları vardı. Her şeyden önce Sultan kendine çok iyi bakmış ve yaşından çok genç gösteriyordu. Selim Bey asla dışarıda yemek yemiyor, evde yemek yapması için de Sultan’a baskı yapmıyordu. Perihan vardı ve her öğlen gelip akşam için yemek yapıyordu. Sultan’ın dert ortağıydı. Sultan Perihan’ı ne kadar çok seviyorsa Perihan da ondan o kadar uzak durmaya çalışıyordu. Ne de olsa Sultan orospuydu. Kendisini kötü yola sürükleyebilirdi.
Son zamanlarda oldukça düşünceli görünen Selim Bey, Sultan’la çok az konuşuyor, gözlerini sabit bir noktaya dikip kocaman bir puroyu bir çırpıda bitiriyordu. Sultan, sıkıntılı bir erkeğin tek ihtiyacının sıcak bir kadın bedeni olduğunu düşünüyor ve Selim Bey’in dikkatini çekmek için her akşam evde yarı çıplak dolaşıyordu. Ancak Selim Bey artık ayrı bir dünyada yaşıyor ve farklı şeyler düşünüyordu. Bursalı bir ahbabının önerisiyle büyük bir işe ortak olmuş, hatta tüm parasını bu işe yatırmıştı. Bursa’nın ilçelerinden birinde toplu konut inşa etmişler ancak evleri satamamışlardı. Zengin Bursalılar bir türlü şehirden kopup sakin bir site hayatına yönelmiyorlardı. Koca koca binalar bomboş duruyordu. Batmışlardı. Üstelik işe yatırdıkları para yetmemiş ve bir yığın borç içine girmişlerdi.
- Sultanım İçelim mi bu gece?
Bütün gece içtiler. İki büyük rakının ardından bir şişe şarap bitirdiler. Alkole bulanmış bir gecenin içinden küçük bir kâğıt paçasının çıkacağını bilseydi Sultan… İçer miydi?
Selim Bey alkolün etkisiyle kendinden geçmiş Sultan’a, kendisine her türlü tasarruf hakkını veren bir vekâletname imzalatmış ve bir hafta içinde Sultan’ın haberi olmadan tüm varlığını satmıştı.
On iki yaşında çalmışlardı yaşamını ondan. Teşvikiye’deki evden çıkıp, Karaköy’e döndüğünde, gecenin karanlığına aldırmadan bir sigara yakmış ve gençten bir oğlanı odasına almıştı. ‘Orospudur bu dünya’ diye söylendi kendi kendine. Genç oğlan ne olduğunu anlamadı. İşini görüp gitti.
Tarkan Toka 2009 Mamak
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.