PERİ KIZI PERİHAN
PERİ KIZI PERİHAN
Burası bütün yorgunluğumu gideren ve alıp götüren bir ırmaktır. Önümde boğazın suları, dalgaları, geçen vapurları, gemileri; beni alıp çok uzaklara götürüp dertten tasadan kurtarırmış gibi gelir. Kabataş’ta küçük bir parktır. Yanımızda Devlet Güzel Sanatlar Akademisi. Burası benim bahçem. İstanbul gibi her gün beton yığına dönüşen bu kentte biz insanların tek bahçesi bu parklardır. Biraz bakımsız ama olsun. İsten çıkışlarda biraz yürüyüş yapar kendimi bir banka bırakıp, boğazı seyre daldığım zaman eve gittiğimde oldukça rahatlamış olurum. Bütün iş stresini alıp gider bu dalgalar.
Yıllık iznimi kullanmasam yanacak. Mecburen almak zorundayım. Yirmi beş gün izinliyim. Tatile gidecek durumum hiç olmadığı. İstanbul gibi yerde tatile insan pek gereksinme duymuyor. Ya da ben öyleyim. Eskiden denize her yerden girebiliyordun. Hatta tehlikeli olan Sarayburnu’nda bile yüzüyorduk. Deniz kirlendi. Yazarın dediği gibi “Deniz küstü”. Artık eskisi gibi fazla balıkta vermiyor. Bu kentten bir gün ayrı kaldığım zaman özlüyorum. Nefret ettiğim Kalabalığını bile özlüyorum. Sanki kalabalık olmasa İstanbul olmayacak. Nüfus sayımlarında genelde görevli olurum. Bütün İstanbul evde ben dışarıda cezalı gibi hissederim kendimi.
Kendime bir tatil programı yaptım. Şu yukarıda Gümüşsuyu’nda oturuyorum. Sabah eşortmanlarımı giyip, Beşiktaş mı olur, Ortaköy mü olur, Bebek mi olur. Spor yapacağım. Arkasında hafif bir kahvaltı da yaparsam çok güzel olacak. Yanıma kitaplarımı alırım. Üç dört kitabı alıp dönüşümlü okurum. Yolda da gazete aldım mı? Keyfime diyecek yok. Sonra evde bir duş alıp, istirahat edip akşam yine çıkacağım.
Planladığım gibi yaptım. Öğleden sonraları kendime bir ziyafet hazırlardım. Bir şişe şarabı alıp. Yanında da bir az meze. Oh gel keyfim gel. Tatildeyim, olacak o kadar. Beş yıldızlı otelde değilsem de, bende zevk sahibiyim. Şarap içmeye bayılıyorum. İçmesini de biliyorum. Öyle fıçılıklardan değilim. Fransız gibi içerim. Çakırkeyif olunca, mesaiyi bırakırım. Doğrusu da budur bence. Şarap içince, bir de Hayyam’dan rubailer okumanın tadını herkese öneririm.
Bazen yönümü çevirip, Karaköy tarafına giderim. Galata köprüsünü geçip, Eminönü’nde balık ekmek yemek, her İstanbulluya nasip olmaz. Eminönü”nden saray önüne yürümek ne kadar güzeldir anlatamam. Gülhane parkında dinlenmek, denizi dinlemek, ceviz ağacı olası gelir insanın.
Günler böyle geçerken, bir gün ceketinin cebinde gazete kâğıdına sarılı şişesiyle bir adam yanaştı. Kırkını aşmış, bekli de, ellinin üstünde idi. Yaşını belli etmeyen bir tipti. Ateş istedi. Sigara içmediğimi söylediğimde şaşırdı. Beni şarap içtiğimi görmüştü. Şaşırmakta haklı, içki içildiğinde en güzel meze sigaradır. O zevki de tattım. Ama bıraktım. Bütün sıkıntılara rağmen içmeyeceğime söz verdim. Direnmekte de başarılıyım. Bu büyük şehrin bütün sıkıntılarına rağmen ağzımı sürmedim. Adam izin isteyip yanıma oturdu. Sigara içmediğimi görünce o da vazgeçti. Derbeder bir hali vardı. Kendisinden çekinmediğimi görünce rahatlamıştı.
Cebinden çıkardığı şişesiyle şerefe der gibi bir hareket yaptı. Yanımda ki gazete ve kitaplara bakarak, rahatsız edemiyorum ya dedi. Sıkılmıştım. Biraz ara vermek farklı bir uğraş, bir insanla sohbet iyi gelecekti. Ortak nokta arıyordum. Çok geçmedi buldum.
- Senin şarap nedir?
- Yudum
- Güzel, onun kırmızısını çok severim.
- Senin ki de fena değil.
- Eh idare ediyor.
- Senin derdin ne hemşerim, sen neden içiyorsun.
- Sevdiğimden içiyorum.
Adam yine şaşırmıştı. Dalga geçtiğimi sandı. Şöyle tepeden tırnağa bir süzdü.
Gazeteme kitaplarıma baktı. İkna olmuş gibi sesini çıkarmadı. Kalktı, ilerde sigara içen birinden ateş istedi. Sonra yanıma gelirken suçlu gibiydi. Pardon, siz içmiyordunuz. Rahatsız olur musunuz diye soydu. Bu açık havada pek rahatsız etmez dediğimde rahatlamış, yüzüne bir tebessüm gelmişti. Sıra bende idi. Ben sordum.
- Senin derdin nedir hemşerim. Biraz dertli gibi görünüyorsun.
- Belli ediyor muyum?
- Hem de nasıl.
- Ne sen sor ne ben söyleyelim.
- Anlat. Anlat. Belki rahatlarsın.
Biraz çekingen bir şekilde düşündü. Yeni tanıştığı bir adama derdini dökmeyi
tartıyordu sanırım. Sigarasında derin bir nefes çekti. Şişeden de bir fırt şarap çekti. Birde arkasında derin bir ah çekti. Anladım ki, çok görmüş, geçirmiş, çekmiş bir adamdı. Manzarayı izlediğimden anlamış olacak. Ayrıca sezgileri güçlü bir adama benziyor. Hazırlanıyor bir şeyler anlatacak bir hali var. Ve başladı.
- Bu şehri seviyorsun, bende bu şehrin büyüsüne kapıldım. Kars’tan kalkıp, geldim. Çocukluğumdan beri buradayım. Ondört – Onbeş yaşında babam ölmüştü. Yedi sekiz çocukla kalan dul anamı, kardeşlerimi bırakıp, kaçıp geldim. Bir daha da dönmedim. Gençlikte sanki bütün İstanbul”u bana vermişlerdi. Mesleksiz adam yarı aç adamdır. Mesleğim olmadığı için simitçilikten tut da, çaycılığa, garsonluğa kadar ne iş varsa yaptım. İstanbul”a geldiğim o yıllarda gençlik raconu kabadayılığa özendim. Sık sık kavga ediyorum. Çalıştığım her işten kovuluyordum. Para kazanmak ne kadar zormuş meğer çok para kazanıp anneme kardeşlerime göndermek istiyordum. Evdeki hesap çarşıya uymuyordu. Girdiğim her işi elime yüzüme bulaştırıyordum. Bu yüzden cezaeviyle erken tanıştım.
Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Bir süre suskunluğa büründü. Anladım,
Ceza evi diyince aklı oraya kaydı. Baktım üzüntüsü bir kat daha artmıştı. İstersen bırak anlatmayı diye ısrarla yeterlilik istedim.
- Yok, seni sıkmıyorsa anlatmamda bir sakınca yok.
- İyi anlat o zaman. Yarın da devam edebiliriz ben bir süre buralardayım.
- Cezaevine düştüm. Ceza evi bir kurtlar sofrası. İstanbul”u bir diğer yüzü. Yaşlı bir damı dövüyorlardı. İzin vermedim vermediğim gibi orada da kavgaya girdim. Ceza evi müdürü dosyama bakmış beni çok iyi tanıyor. Odasına çağırdı. Bana baba nasihati verdi. Bu gün gibi hatırlıyorum. Oğlum sen iyi bir çocuksun, yiğitsin. Az bir suçun var, sık dişini çık. Bu ite kopuğa yakayı kaptırırsan ömür billah çıkamazsın buradan. Hasımlarımın kindar bakışları karşın dişimi sıktım. Çıkmam lazımdı. Çıkıp, iş bulup para kazanmalıydım. Annem birçok çocukla yalnız başına ne yapardı. Üç dört yıl olmuştu beş kuruş para gönderememiştim. Üstelik cezaevinde eniştemden yardım istemiştim. Eniştemde kız kardeşimim hatırına üç beş kuruşu göndermişti.
Sonra bir süre duraksadı. Elindeki şarabı göstererek, bu meret çişimi getirdi. İzin
ver bir su dökeyim. Benim de başka bir programı vardı. Sen işini gör, benim de işim var yarın anlatırsın. Demim boynunu bükerek olur gibi bir işaret yaptı. Yarın öğleden sonra buradayım diyerek randevu verdim. Aslında sabah sahil yolunda spor yapıyordum. Sabahta gelmesini isteyebilirdim. Adama güvenemedim. Bu kafayla sızıp geç gelebilirdi. Ertesi gün öğleden sonra benim için de bir şişe kendi şarabından almış gelmişti. Yanında bir küçük kese kağıtla kuruyemiş almış. Benimde çantamda kendim için aldığım şarap vardı. Adamın geleceğine emin değildim. Gerçi adam ilk tanışmamızda, açılıp derdini anlatıyordu. Ama olsun adamı fazla tanımıyordum. Bir bankın bir ucuna ben diğer ucuna o oturduk. Nevalelerimizi aramıza ufak bir çilingir sofrası yaptık. Ufak bir havadan sudan sonra başladı anlatmaya.
- Cezaevinden sonra en kolay iş, inşaatlarda amelelik yapmaktı. Cezaevinde angarya ile de olsa inşaat işlerinde çalışarak zaman geçirmiştim. Birkaç inşaat işinde amelelik yaştım. Amelelik işi yatıp kalkma işini de çözüyordu. İnşaat de kalıyordum. Bu inşaat sahibinin de işine geliyordu. Parasız bekçilik. Tövbe edip kendimi işe verecek, bir daha cezaevine düşmeyecektim. Kaçıncı tövbe ise, bela gelip buluyordu. Ceza evine girmedimse de hiçbir işte dikiş tutturamadım. Para biriktirip memlekete göndermeyi bırak. Elimdeki avucumdakini ona buna dağıtıyordum. Cezaevinde bir ağabey söylemişti. “Açtan kabadayı olmaz.” Derken askerliğim geldi. Zaten her yerde karşıma çıkmaya başlamıştı. Sabıkanın yananda bir de askerlik yapmamak ikinci bir eza idi. Askerliği yapıp yeni bir hayata başlamak istiyordum. Şansımdan askerliğim de İstanbul’a çıktı. Askerliğin de cezaevinden kalır yanı yoktu. Orada da kavga dövüşler. Askeri cezaevleri baktım benim askerlik bitmeyecek bir kere daha her türlü zora karşı dişimi sıkıp, terhis olup gitmeliydim. Öyle de yaptım.
Bir yandan şarabımızı yudumluyoruz. Bir taraftan denizi seyrediyorum. Arada bir
vapur sirenleri araya giriyorsa da, susmasını bekliyoruz. Baktım anlattıkça rahatlıyor. Anlatımı da oldukça akıcı bende dinliyordum. Bir sigara yaktı. Şarabında bir yudum aldı. Ağzını elinin tersi ile sildi. Bir taraftan da gözünün altından bana bakıyor. Hareketini ayıplıyor muyum? Sonra tekrar anlatmaya koyuluyor.
- Bir gün böyle bir parkta oturuyorum. Yaşlıca bir kadın çiçek koparıyor. Parkın bakıcısı, kadına yapmadığını bırakmadı. Nerede ise zavallı kadını dövecek. Dayanamadım, serde kabadayılıkta var. Kalkıp gidip yakasından tuttum. Bana bak bir çiçekte bir şey çıkmaz. Ne uzatıp duruyorsun, üstelik özür de diledi. Kafamı bozma bütün çiçekleri koparır ağzına tıkarım. Adam çekip gitti. Kadın bana teşekkür etti. Sohbete başladık. Beni tanımak istiyordu. İş buldukça çalışan, işsiz güçsüz bir apartmanın bordum katında yatıp kalkan bir adamdım. Yalan söylemeyi beceremediğim için olduğu gibi anlattım. Gerçekte bu idi. Kadın, bak delikanlı ben insandan anlarım. Senin nine yaşındayım ve bir ayağım çukurda. Benimle evlen, hiç olmasa ölünce servetim senin gibi iyi bir insana kalsın. Yüzüm kızarmış pancar gibi olmuştu. Bunu yüzümün alev almasında anlamıştım. Yüzüm gözü yanıyordu. Bak Teyze dedim. Ne sen söyledin, ne de ben duydum. Dedim. Kalktım gidiyordum. Bir kartvizit uzattı. Başın sıkışınca işte adresim. Kartviziti ayıp olmasın diye aldım. Hiç okumadan cebime koydum.
Anlatmak o kadar hoşuna gidiyordu ki; arada bir suratıma bakım nasıl bir
tepki gösteriyorum diye bakıyor. Bende gönlünü okşamak için demek hayatının şansını teptin dedim. Evet, kendime yakıştıramadım. Dedi. Sürdürdü anlatımını.
- Sonradan kadının verdiği kartvizite baktım. Doktormuş? Jinekolog. Allah var o an aklımı bu kadın çok kürtaj yapmıştır. Parayı da oradan vurmuştur. Diye düşündüm. Bir gün, günlerce iş aradım yok. Cepte kuruş yok. Kadının evinin önüne gittim. Beykoz da denize nazır bir yalıda oturuyordu. İçeri giremeye cesaret edemedim. Geçerken bir fırının önünden geçiyordum. Ekmek öyle koktu ki. Anlatamam. Fırına girdim, adama işsiz olduğumu söyledim. Bir ekmek verir misin? Dedim, adam hiç üstelemeden çıkarıp verdi. Soluğu bir parkta aldım. Aç kurt fırın delermiş derler ya. Bende fırından dilencilik etmiştim. Dilenince iş istemini daha onurlu bir davranış olduğunu düşünerek, kadının evine gittim. Beni iyi karşıladı. İsteğimi de olumlu karşıladı. Beykoz Paşabahçe cam fabrikasına yerleştirdi. Hayatta ilk defa doğru düzgün işim olmuştu. Onun kıymetini bilecektim.
Bir ara kalktı çevredeki izmaritleri toplayıp, çöpe attı. Gidip elini denizde yıkadı. Bu
davranışı çok hoşuma gitti. Attığı izmaritler de kendisine ait değildi. Çevreye saygılı bir adamı dinlemek, ona gösterilecek en güzel saygı olmayıydı.
- İşim olmuştu bir de iyi, temiz süt emmiş bir kız bulursam evlenecektim. Ceza evinde Çorumlu bir arkadaş söylemişti.”Yiğit adamın karısı çirkin olacak, başı belaya girdiğinde başına bir şey gelmesin” Ondan etkilenmiştim. Belki bu yüzden evleneceğim kişide güzellik aramıyorum. İyi bir aile kızı olsun yeter. Derken günlerden bir gün bir baktım yaşlıca bir kadın pazardan geliyor. Aldıklarını taşımakta zorlanıyor. İzin istedim, yardım edebilir miyim? Dediğimde zaten yorgun olan ve işten geldiği belli olan, bu yaşlı kadın ısrarsız fileleri bana verdi. Evine kadar taşıdım. Bizim mahalleye yakın bir apartmanda oturuyordu. Oğlum yoruldun bir yorgunluk çayı iç diyince kıramadım. Kapıyı bir genç kız açtı. Kız o kadar güzeldi. Anlatamam. Kelimeler yetersiz kalır. Yıldırım aşkına yakalanmıştım. Arkadaşımım söylediği söz umurumda değildi. Kız çay hazırlarken, biz de annesi ile sohbet ediyoruz. Kadının kocası ölmüş, üç kız çocuğu ile baş başa kalmış. Kızın ismi Perihan’dı ve evin en büyük kızı idi. Aklım onda kalmıştı. Sohbette annesinin anlattıklarından aklımda kalan sadece, kocası ölmüş üç çocuklu dul bir kadın olduğu.
Konu aşka gelince iyice efkarlanıp, sigarasında öyle bir nefes çekti ki. Sigaranın
ucu, karanlıkta kedi gözü gibi parladı. Şarabı da kafasına dikti. Sende benim gibi bardakta iç şu mereti dedim. Ben öyle tat almıyorum demez mi? Tat almaktan ziyade, bardakla kanmıyordu.
- O günden sonra evdeki herkesin çevresinde döndüm. Perihan’ı elde etmek için her vesileden yararlandım. Perihan, bir küçük terzi atölyesinde çalışıyordu. Ben ondan önce işten çıktığım için onu bekliyor. Evin yakınına kadar getiriyordum. Mahalleye yaklaşınca ayrılıyorduk. Ona bir zarar gelsin istemiyordum. Bu onunda hoşuna gidiyordu. Ben o zamanlar çivi gibi bir delikanlı idim. Yakışıklıydım, saçlarım böyle dökülmemişti. Burnumda böyle dayaktan yamulmamıştı. Seven insan belli eder derler ya, ben de kendimi ele vermiştim. Kızın annesi anladı. Oğlum sen Perihan’ı sevdin. Konuşun anlaşın. Kızım da isterse, yakınlarını getir istesin. Sevinçten deliye dönmüştüm. Bir yanım sevinç bir yanım hüzündü. Memleketim uzaktı. Hayatta bir tek anam var, oda çok uzaklarda idi. Duysa çok sevineceğine eminim. Onlarda biliyordu, üstün körü olsa da, anlatmıştım. Anlattım dediysem, onları orada bırakıp, çalışmaya geldiğimi söyledim. Kayınvalidem, çok anlayışlı bir insandı. Onun böyle iyi insan olması, beni Perihan’a daha da bağlıyordu. Kadın, oğlum sende bizim gibi fakir bir ailedensin davul dengi dengine. İstersen sade bir nikah yapalım. Sen Perihan”ı al, memleketine götür, annen ve kardeşlerinle tanıştır. Biraz gezer çıkıp gelirsiniz. Dediğinde bir kere daha sevinçten deliye döndüm.
Sustu, yorulduğunu dinlenmeye gereksinme duyduğunu anladım. Bir taraftan da
acelesi var gibi anlatmıyordu. Bu da dinleyen birisini yakalamış olmasından kaynaklanıyor sanıyorum. Ara da bir sigarasını tazeleyip, benim sigara içememenden çekinir bir hali vardı. Zaten yakınca utangaç bir çocuk gibi izin istiyordu.
- Her şey istediğim gibi gelişiyordu. Beni fabrikaya yerleştiren Doktor Feride Abladan yardım isteyecektim. O da evlenmemi çok istiyordu. Belki benim için düğün bile yapardı. Perihan’ı görünce çok seveceğine inanıyordum. Bu kimsesiz kadın beni oğullu gibi sevmişti. Feride Hanım derdim. İçinden hanım demek geliyorsa de. Ama bu resmiyeti kaldıralım. Abla demen daha hoşuma gider. Kendimi bir kardeş sahibi sayarım. Kolay değil, İstanbul gibi bir yerde binlerce insanı tedavi et, arkasında sahipsiz kimsesiz kal. Bu İstanbul’a özgü bir talih mi diyeyim, ne diyelim bilemiyorum. Sonra işittim ki, Feride Abla ölmüş. Annemi kaybetmiş gibi üzüldüm. Bütün servetini, yalısını Darülüzade ye bağışlamış. İyi de yapmış, ona o yakışırdı. Bir gün onunla bir kilo sigara alıp, Bakırköy Ruh ve Sinir hastalıklarına gittik. Ha unutuyordum. Sigaranın yanı sıra, çorap, mendil geçmiş gün daha başka şeyler almıştık. Garipler onu görünce o kadar sevindiler ki, anlatamam. Birçoğunun tanımasından anlaşılıyor, ilk gidişi değil. Güya Feride abla ile gelip, Perihan”ı isteyecektim. Hem de kayınvalidemle Feride ablayı tanıştıracaktım. Hatta kayınvalideme sözünü bile etmiştim de, çok merak etmişti.
- Mirseldin, ben böyle oturmaya gelemem. Şöyle sahilden Beşiktaş’a doğru yürüyelim.
- Hayhay hocam.
- Hocam değil, Arkadaş. Ya da Aydın.
- Tamam, Aydın arkadaş.
- Demek Feride ablanı ansızın kayıp ettin.
- Sorma Aydın gardaş, Daha fazla dayanamadım. Perihan ile aramamızda nişan yaptık. Böylece biraz daha rahattık. El ele tutuşup, Üsküdar”dan Beykoz’a, Beykoz’dan Harem”e çok gidip geldik. Bu gün hayret ediyorum. O uzun mesafe bizi yormazdı. Gerçi yorulduğumuzda sahilde bir parkta, zamanın nasıl geçtiğini bilmeden havayı karattığımız çok oldu. Fabrikanın bütün yorgunluğunu Perihan’ın yanında atıyordum. Ah Perihan. Perihan’a Peri kızı derdim. Annesi de sevinirdi, o da. Hatta kardeşleri de ablayı bırakıp, peri kızı demeye başladılar. Annesi yorgun geldiğinde, yatar uyur. Perihan evi silip, süpürür. Bulaşık, çamaşır ne varsa geç saatlere kadar tertemiz yapardı. Sabah kayınvalide uyandığında, kahvaltısı bile hazırdı. Bende anne evine peri kızı geldi, haberin yok mu? Dediğimde zavallı kadın ne kadar sevinirdi.
- Mirsevdin kardeş, lafını unutma, yorulunca bir çay bahçesinde güzel bir çay içelim. Ben bu sahilde çay içmeye bayılıyorum. Hatta Ortaköy’e kadar uzanırsak, her zaman takıldığım bir çay bahçesi var.
- Olur, Aydın gardaş. Dayanamadım. Sade bir nikahla, evlendim. Benim ev denmeyecek kadar bir bekar evi idi. Kayınvalideye yakın bir ev tuttum. O günün şartları ile ufak tefek eşyalar aldık. Bir kere evleniyorum diye, epeyi borçlandım. Perihan çok eziliyordu. Hem iş, hem kardeşlerin bakımı, hem iki evin işini yükleniyordu. Birde kıskanıyordum. Yolda hiç tanımadığımız insanların ilgisini çekecek kadar güzeldi. Hatta yolda kadınlar bile dönüp dönüp bakıyorlardı. İşten çıkardım. Kendi yağımızla kavruluruz dedim. Çalışmayı o kadar seven bu kadın, işten çıkınca biraz soluk almıştı.
Dolmabahçe’yi geçtik Beşiktaş’a geldik. Sahilde çayımızı içecek, yerler aradık.
Fakat beğenmedik. Baştan anlaştığımız gibi Ortaköy”e doğru yürüdük. Orada Yarı kahvehane, yarı çay bahçesi olan yere oturduk. Bana hitap ederken, arkadaş yerine gardaş demesi hoşuma gitti. Daha sıcak bir ifade olarak algıladım. Ha bu arada geçerken iki üç çıtır çıtır simit aldık. Deniz kenarında çay simit benim vazgeçemediğim hobilerimdendir. Mirsevdin, yanına gravyer peynir alacaktı. Aldırmadım böyle sade yemeyi seviyorum. Kendine alabilirsin dedim. O da istemedi. Çok uyumlu bu insanı bu hale düşüren sebebi hala anlayamamıştım. Öyküsünü beni de sarmıştı. Hadi anlat der gibi bir işaretle başlattım.
- Aydın gardaşıma söyleyeyim. Yıllık izimin vardı. Kayınvalideden izin isteyim. Perihan’la memlekete gidecektik. Anneme Perihan’ı tanıtacaktım. Yıllarca yolun uzaklığını bahane edip, daha başka bahanelere sığınıp gitmemiştim. Şimdi anneme bir gelin götürüp, kendimi affettirecektim. Anneme kardeşlerime hediyelik elbiseler aldık. Yol uzun olduğundan önce Ankara’da bulunan kız kardeşime gittik. Eskiden böyle yaygın otobüs seferleri yoktu. En ideali trendi. Oda üç dört gün sürüyordu. Rotor yaparsa bir haftayı da buluyordu. Ama eğlenceli idi. Bende sevdiğim için en çok treni tercih ediyordum. Ankara’da ablamın ilk lafı “Durdun durdun da turnayı gözünden vurmuşsun” İki günlüğüne geldiğimiz, Ankara’da dört gün kaldık. Bizi çok iyi ağırladılar. Adeta balayı yapıyorduk. Dört günün sonunda trenle doğru Kars’ a gitmek üzere bindik trene. Tren müsait olduğu için bize bir ayrıcalık yaparak boş bir Kompartıman verdiler. Ne kadar sevinmiştik. Adeta gezer bir oteldeydik. Rötarları ile dört gün çektiğimiz bu yolculuk bizi hiç sıkmadı. Bu bir tarafımda diğer tarafım hiç rahat değildi. İçim de dokuz yıldır hiç adım atmadığım aileme ne diyecektim. Tek sığınağım Perihan’dı.
- Demek dokuz yıldan sonra evlendiğinde gidebildin.
- Evet, gidişim de bir sürpriz olacak. O tarihlerde ne telefon ne de haberleşecek bir araç var. Mektupla ise aram hiç yoktur.
- Bu dokuz yılda hiç mi evdekileri merak etmedin.
- Etmez olur mu meraktan çatlardım. İstanbul’a önceleri pek memleketlim yoktu. Daha sonra bana uyup, İstanbul’a gelenlerden haberler alıyordum. Değişen bir şey yokmuş. Baba ölmeden önceki durum nasılsa devam ediyormuş. Tabi yoksulluk hat safa da. Kars’ta istasyonda indik. Bizim köyden Kars pazarına mal davar satmaya gelenlerle, köyümüze gittik. Dağlardan, tepelerden, yaylalardan geçtik. Ne kadar özlemişim. Bu bozkır, bu ot yeşilini bile özlemişim. Köye gittiğimiz at arabasının sahibi, çocukluk arkadaşım. Uzun yılları at arabasında içtiğimiz rakı ile kutlamıştık. Üzgün halimi arkadaşım teselli etti. Yahu Mirsevdin, gardaşım bu kadar yol çekilir mi? Hele az bir izini varsa insan tövbe gelemez. Gece karanlığı kaldık. Kurtlar çıktı, bizim atlar ürküyor. Arkadaşım silahlı olduğu için birkaç hava sıktı. Birkaçta kurtlara doğru sıktı.
Bir ara dönüşümlü tuvalete gittik. Bu arada Mirsevdin dinleniyordu. Kimiz karşı
tarafı izliyoruz, kız kulesine bakıyoruz. Denizin esintisi yüzümüze vuruyor. Bazen gözlerimi kapatıp, denizi dinlerim. Aklıma Orhan Veli gelir. İçimden bu adam biraz edebiyatı olsa bir roman yazar diyorum.
- Arkadaş, köy hiç değişmemiş, köy insanı tembel mi desem. Tarlalarını ekip biçmeden köyle uğraşmaya zamanı mı yok. Anlayamadım. Köy insanı yazı tarlalarda, kışın kahvehanelerde vakit geçirir. O nedenle köyde en ufak bir değişiklik yok. Anam, bacılarım, gardaşlarım boynuma sarılıp, ağlıyorlar. Perihan’ın boynuna sarılıp ağlıyorlar: Perihan da dayanamayıp o da ağlamaya başladı. Anam bağırda. “Mirsevdin, gelin aç değildir” Diye. Kardeşlerim hemen harekete geçti. Anam tavuk kesmişti. Yok, yok tavuk değil. Anama ne gereği var dedim. Yok oğlum o tavuk değil, horoz demişti. Tavuk demek, yumurta demekti. Eksilen bir tavuk eksilen yumurta demekti. Bu yoksul köyde insanları tek yiyeceği. Yumurta, Patates, tahıldan yapılan yemeklerdi. Özel günlerde kesilen tavuk, kaz olurdu. Eti ise kurban bayramında köyün varlıklıları keserse görürlerdi. Ana ne kadar mutlu olmuştu. Ölmeden önce seni gördüm. Hem de bu güzel gelinim ile birde çocuğunuzu görürsem, gam yemem derdi. Zavallı kadın, kocasından sonra yetimlerinin yükünü yüklenmiş, kamburu iyice çıkmıştı. Erkek kardeşlerim okula gidiyor, kız kardeşlerim okumuyorlardı. Okulları çok uzak köy de idi.
- Kaç kardeşsiniz?
- Dört erkek, altı kız.
- Sen de dahil.
- Evet.
- Bir anadan, bir babadan mı?
- Evet
- Anne babanız çalışkanmış.
- Ne çalışkanlığı gardaşım. Cahillik.
- Ha birkaç tanesi de ölmüş. Ülkemiz insanı. Ben geldiğim seneler toy bir delikanlı idim. Üç dört kişi beni eczaneye prezervatif almaya gönderdi. Bende ilaç sandığım için gittim. Düşün erkek adam utanırsa, kadın ne yapmaz.
- Evet ya.
- Aydın gardaş. O gün karar verdim. Ailemi İstanbul’a götürecem. Köydekileri satıp, birkaç kuruş edinirsek iyi olacaktı. Kız kardeşlerimi de okutacağım. Kardeşlerimden büyükler çalışırsa, geçinip giderler. Ama bunları sonra yapacaktım. Gidip önce böyle kalabalık bir aileye kiralık bir ev bulacaktım. Hiçte kolay olmayacaktı. İzinim de bitiyor ayrılış günleri geliyordu. Üstelik bu sefer direk İstanbul’a gidecektik. Birkaç gün erken çıkıp, yorgunluğu atıp, işe başlaşacaktım. Anamlar Perihan’ı o kadar sevdik ki, bırakmıyorlar. Bir çözüm bulduk. Ben önden gidip, ev bulacağım. Sonra mektup yazacağım. Anam kardeşlerim de ellerinde ne varsa satıp savıp geleceklerdi. Perihan da kendisine gösterilen ilgile biraz daha kalmakta sakınca görmedi. Çok çok bir ay gibi bir zamanda her şey hal olacaktı.
Birde baktım ki, Mirsevdin’in gözleri yaşarmıştı. Hatta birkaç damla gözyaşı
yanaklarından aşağı süzülmeye başlamıştı. Aklıma ilk gelen ailesi gelirken trafik kazası geçirdi, hepsi öldü. Doğrusu çok acı gelmişti bana. Sen yıllarca aileni görme sora hepsini kayıp et. Eee sora ne oldu der gibi Mirsevdin’e baktım.
- Arkadaş İstanbul’a geldim. Aksilikler hiç peşimi bırakmıyor. Evlilik, Kira, Eşya, Memlekete giderken yaptığım masraflar açılmışım. Kendinim toplayacağım derken her gün biraz daha açılıyorum. Borçla borç kapatıyorum. Bu ara nasıl oldu bilmiyorum. Sanırım bir arkadaşa takılıp, kumara kapıldım. Amacım biraz para kazanıp. Anamı, eşimi kardeşlerime yanıma getireyim. Yok. Her geçen gün battıkça batıyorum. Kayınvalidem de sıkıştırıyor, kızımı özledim. Aileni sonra getirirsin, önce kızımı getir. Ha bu hafta ha gelecek hafta diyip, oyalıyordum. Kadın bir gün yakama yapıştı. İlde kızımı isterim. Benim de gözümde tütüyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Cebimde bir lira desen yok. Borç kaynakları da tüketmiş durumdayım. Kumara dadanan adana kim borç verir ki. Allahtan kayınvalidemim haberi yok. Kayınvalideme param yok. Evlenirken çok borçlandığım, aldığım bütün paranın borca gittiğini söylüyorum. Kadın dayanamadı. Dar günler için sakladığı bileziğini verdi. Belki yetmez şu ikisini de al demez mi. Sevinemedim. Soluğu tekrar kumarda aldım. Bu sefer sondu kaybettiklerimden çok daha kazanacaktım. Nafile, her kumarbaz kendini böyle kandırır.
Elini başına götürdü, dağınık saçlarını iyice dağıttı. Büyük bir pişmanlığın azabını
çekiyordu. Hadi gel bir şarap alamım. Yine efkarlandım. Çay bahçesinden çıktık. Beşiktaş’a doğru yürüdük. Barboras Bulvarından bir büfeden şarap aldık. Sahilde bir banka oturduk. Mirsevdin susamış bir susuz gibi şaraba saldırdı. Bense hazır değildim. Hazır olmadığım zaman içemem. Öyle garip huylarım vardı.
- Arkadaş, o günden sonra iyice bunalıma girdim. Kayınvalide iyice sıkıştırıyor. ‘Oğlum para dedin, çıkarıp bileziklerimi verdim. Daha ne istiyorsun,’ diyor. İşte bu merete o zamanlar başladım. Hala da devam ediyorum. Bir gün kafayı işice çekmiştim, sızıp kalmışım. İşe gidemedim. İşte de gözden düşmüş, amirlerden sürekli azar işitiyordum. Memleketten mektup geldi, abi ne yaptın, mektup bekliyoruz, yoksa geldi de kayıp mı oldu. Perihan da annesini özlemişti. Üstelik seni de özledim diyordu. Kurşun yemiş gibi oldum. İyice derbeder olmuştum. Evin anahtarını bir komşu aracılığı ile kayınvalideye gönderdim. O günden sonra evimi, işimi, mahalleyi terk ederek aldım başımı Büyükçekmece’ye bir arkadaşımı yanına gittim. Asker arkadaşım oradan taşınıp, İzmir’e gitmişti. Çevredeki meyve bahçelerinde ne bulursam yiyor. İstanbul’da sahipleri olan inşaatlarda yatıp kalkıyordum. Para pul bulmam gerekiyordu. Bu halimle iş aramak bulmak ölüm gibi idi. Üzerimden bir kamyon geçmiş gibi yorgun hissediyordum kendimi. Sonra işlek bir caddeye mendil açtım. Biraz ekmek, şarap, peynir parasını bulunca mendili topluyordum. Bir ayyaş olup çıkmıştım. Düşe kalka, her tarafım yara bere içinde idi. Nedenini hatırlamadığım dövülmeler, bu dövülmelerde birkaç kere burnum kırılmıştı.
Doğrusu çok şaşırmıştım. Bu adamı böyle derbeder eden bütün aileyi bir trafik
kazasında yitirmiş sanmıştım. Yanıldığıma sevineyim mi? Sevinmeye mi? Tabi çoğunluktan yana olunca insan sevinmesi gerekir. Mirsevdin adına üzüldüm. Sigarası hiç sönmüyordu. Arada bir şaraptan birkaç yudum alıyordu. Anlatmasını sürdürdü.
- Bir gün dileniyordum. Karşıda bir araçtan bir sürücü indi. Beni uzun süre izliyormuş, bu bizim köylü İsmail’di. Asker dönüşü İstanbul’a yerleşmiş. Bir süt, yoğurt fabrikasının dağıtım servisinde çalışıyordu. Beni tanımıştı. En son Perihan’la gittiğimizde görmüştüm. Beni tanımasına şaştım kaldım. Mirsevdin dediğinde tepki verince, iyice emin olmuştu. Sonradan inkar ettimse de inandıramadım. Seni kardeşlerin arıyor, diyince iyice şaşırdım. Gülsüm ana, kardeşlerinde İstanbul’da. Ne diyeceğim şaşardım. Sanki rüya görüyorum gibi geldi. Perihan demişim, Perihan. Perihan abla da geldi. Ama o anasına gitti. Gel seni onlara götüreceğim diye tutturdu. Hayır, buna hiç hazır değildim. Bu halimle onları karşısına çakamam. Nerede oturuyorlar dedim. Bizim köylülerin oturduğu Alibey köyü demişti. İsmail abi sen kendini biraz toparla. Dur seni bize götüreceğim, bir süre bizde kendini toparla. Sonra beraber gideriz, Gülsüm anaya. Anan ağlaya ağlaya gözden olacak. Perihan’ın anasına gitmesine de çok içerledi.
Yorulmuş gibiydi. Bir süre sustu. Derinden bir ah çekti. Bir o kadar da
sigarasından, benim tepkimi kontrol ederek, şaraptan bir fırt çekti. Denizin esintisi yüzümüzü yalıyordu. Birazdan hava kararacaktı. Mirsevdin’in öyküsü de bitecek gibi değildi. Genelde böylesi uzun anlatıları dinleyemem. Ama bu öykü benim ilgimi çekmişti.
- Abiciğim, İsmail de anlamıştı, benim Perihan’a düşkünlüğümü. Bakıyorum da Perihan’ı duyunca gözlerin parladı. Doğru, Perihan bu kentte karşıma çıkan tek şansımdı. Zaten onun için bu duruma düşmüştüm. Onu daha iyi yaşatmak, rahat ettirmek için. Ezilmesine bile dayanamayıp, işten çıkarmıştım. Ama annem, kardeşlerim ve Perihan’a ağır gelmişti. Taşıyamadım işte yoruldum. Derken İsmail beni evlerine götürdü. Burada biraz kendine gel, sakın bu vaziyette ortalıkta gözükme. Biraz kendini toparlandın mı? Beraber Gülsüm teyzeye gider durumu anlatırız. İnsanın başına neler gelmiyor ki. Yalnız Perihan işin kendin halledeceksin. O iş beni aşar. Gittik, Anam Alibeyköy’de bir gecekonduda oturuyordu. Uzaktan kardeşlerimi anamı gördüm. Anam çökmüş, kamburu çıkmıştı. Kendimi tutamayıp, ağladım ağladım. Öyle efkarlandım ki, bir kadeh içki istedim. İsmail, bu evde içki içilmiyor. Hem çocukların içinde içki de neymiş demişti. Aslında senin bir alkol tedavisi görmek gerek. Sık dişini ölmezsin. Elim ayağım titriyordu. Perihan, anam, kardeşlerimi düşünürken kendimi zor tutuyordum. Sanki denizde boğuluyordum. O duyguyu çok iyi biliyordum. Kendi çabamla bu kentte öğrendim yüzmeyi. Yüzerken defalarca boğulma tehlikesi yaşadım. Şimdi de defalarca boğuluyordum.
- Mirsevdin akşam oldu. İstersen yarın devam ederiz. Beni evden beklerler.
- Evde bir bekleyeni olana ne mutlu.
- Niye seni bekleyen yok mu?
- Var, vefakar, cefakar anam ve kardeşlerim. Onların karşısına çıkmaktan korkuyorum, utanıyorum.
- Hadi hoşça kal, yarın görüşürüz.
- Görüşürüz, Aydın gardaşım.
Ben ayrıldığımda, o hala oturuyordu. Sanırım gece geç saatlerde gidip yatıyor.
Kimseyi rahatsız etmek istemiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, hale eskiye döndüğüne göre Perihan’ı kaybetmiş. Bunları düşünerek eve gelmiştim. Eşim yemeği hazırlamış, çocuklar ders çalışıyordu. Salata yapmakta her zaman hep benim işimdi. Ertesi gün öğlenden sonra onu beni beklerken buldum. Aydın gardaşım merhaba dedi. Bugün seni üzmeden sigara ve içki içmeye cem. Ama çay içeriz. Hem sende seviyorsun demişti. O zaman gel Karaköy tarafına yürüyelim oradan Eminönü’de uygun bir yer bulalım. Dediğimde sevindi.
- Değişiklikten hoşlanıyorsun. Bende tekdüzeliğiz sevmem. Zaman zaman tek düzeliğe mahkum olsakta, çok sıkıcı bir durum.
- Hadi hem yürüyelim hem de sohbetimize devam edelim.
- Edelim. Nerde kalmıştık.
- Arkadaşın İsmail ile annene gidecektin.
- Haa! Gittik anam çok şaşırdı. Oğlum sen neredesin araya araya bir hal olduk. Kardeşlerim çevremi sarmıştı. Hepsiyle memleketteki gibi sarıldık, ağlaştık. Bir umutla Perihan’ı arandım, yoktu. Bu buluşmadan önce İsmail, anama Mirsevdin’i buldum. Başından birçok talihsizlik geçmiş. Sakın soruya boğma. Onun için ne anam ne kardeşlerim bir şey sormadılar. Sadece nasılsın iyi misin? Perihan’ı sormaya dilim varmıyordu. Ona karşı çok suçluydum. İstanbul gibi bir yerde yetişmiş bir genç kadını, doğunun ücra bir köyüne götürüp bırakmıştım. Üstelik anası, kardeşleri de bana emanetti. Kapıdan her girene kafamı kaldırıp bakıyorum. Gelen o değil. Karar verdik anamla, birde en çok sevdiği bacım Sedef’le Perihan’lara gideceğiz.
- En sonunda göreceksin.
- Evet, bu nedenle çok heyecanlıyım.
- Anam onlar analıkızlı çalışıyorlar, akşam gitmemiz daha uygun olur dediğinde. Akşamı etmek bir mesele olmuştu. Zar zor akşamı ettik. Kapıyı küçük baldızım açtı. Çok şaşırmıştı. İçeri buyur etti. Kayınvalidem, Perihan çok şaşırmışlardı. Hoş geldin bile etmediler. Bir süre ayakta kaldık. Yine küçük baldız oturmamızı rica etti. Kayınvalidem ne yüzle geldin diyince, kıpkırmızı olmuştum. Tipinin kaydığına göre köprü altlarında çok kalmışa benziyorsun demez mi? Hem Perihan boşanma davası açtı. Seni bulamadıkları için tebliğ edemediler. Başımdan kaynar su dökülmüş gibi olmuştu. Kayınvalideden izin istedim. Perihan’la yalnız konuşacaktım. Anamda araya girince ikna oldular. Perihan’la eskiden olduğu gibi Beykoz’dan Üsküdar’a doğru sahil yolundan yürüdük. Bir süre ikimizde eski günleri düşünerek suskun suskun yürüdük. Ah yanında oluşta ona sarılmamak, koklamamak ne büyük bir ceza idi. Kendisini hala uzaklarda hissettiriyordu. Konuşmaya bile cesaretim yoktu. Böylesi durumlarda Perihan daha ataktır.
- Benim nerede olduğum belli olduğuna göre sen, neredeydin şimdiye kadar. Ne bir mektup, ne bir haber verdin. Hiç anlatma anlatacaklarını biliyorum. Evlenmeden önceki yaşanına dönmüşsündür.
- İstersen şöyle bir yere oturalım. Daha rahat konuşuruz.
- Bundan sonra konuşacağımız her şey huzuru kaçırmaktan başka bir işe yaramayacak. Ben her şeyi bitirdim. Hayır, hayır sen bitirdin. Neler çektim bir bilsen bir daha yüzüme bakamazsın. Şimdi sensiz çok rahatım. Lütfen bir daha bir araya gelmek gibi bir niyetin olmasın. İyi ki, çocuğumuz falan olmadı, zaten ne kadar birlikte olduk ki. Çocukta perişan olacaktı. Belki de çocuğa sebep bu durumlara düşmeyecektik. Neyse. Ben artık eve dönmek istiyorum.
- Bak Perihan bir yere oturalım sana her şeyi anlatacağım.
- Bana hiçbir şeyi anlatma. Senin nasıl bir hayat yaşadığını tahmin ediyorum. Hani benim sayemde bu sefil hayattan kurtulmuştun. Oysa sen beni sefil bir hayatın içine attın. O köy dediğin mezbelelikte neler çektim. Bir ben biliyorum bir de Allah.
- Yoruldun gel şöyle, şu çay bahçesine oturalım. Yine ne diyorsan öyle olsun. Çay içersin değil mi?
- Senden sonra ilk günlerim misafir olarak geçti. Gelin kızların misafirliği iki günmüş. Senden sonra tam bir kabus, zaten çok zor geçinen aileye bir nüfus daha eklenince yaşam daha da zorlaştı. Gözlerim hep yolda seni bekledim. Sen gelmeyince kendimi işe güce verdim. Sabahtan akşama kadar tarlada, ahırda, evde, damda ne iş varsa yapıyordum. Adımı Peri kızı koşmuştun. Peri kızı olarak bütün köye ve diğer köylere nam saldım. Terzilik ederek eve katkıda bulunduğum gibi, başka kardeşlerin olmak üzere birçok yoksul çocuğa okuma yazma öğrettim. Bunlar benim tek tesellim oldu. Kocası askere gidipte, gelmeyen dul kadınlar gibiydim. Bir an öldüğünü düşündüm. Öyle bir şey olsa annemden haberini alırdım. Orada senin yerini aldım. Anneni kardeşlerini bırakıp gelemedim. Kendi annemi, kardeşlerimi ne kadar özlediğim halde bir türlü gelemedim. Yani senin yaptığını ben de yaptım.
- Perihanım, peri kızı dinle çok uğraştım. Seni daha iyi yaşatmak için daha çok kazanmak istedim. Kumara dadandım. Ama nafile kumardan kim iflah olmuş ki, ben olayım. Yüküm çok ağırlaşmıştı. Anamlar, ana bir iken iki olmuştu. Kardeşler yine öyle. Birde sen bu yükü taşımak zor geldi.
- Benim annem kimseye yük olmaz. O babamdan sonra bizim anamız babamız oldu.
- Yok, öyle değil. Hani göz kulak olmak gibi bir şey.
- Ya ben, ben ne yaptım o dağ köyünde, gözlerim yolda, anneye kardeşlere hasret. Onlarda olsa neyse birde orada yoksulluğa direnmek. Neler çektim bir bilsen, sadece ben değil, kardeşlerin annende çektiler. Üç beş tezek’e terzilik ederek çoluk çocuğu doyurmak nasıl bir şey sen nerden bileceksin. Beyimize yükü ağır gelmiş, kaçıp İstanbul’a gelerek kurtarmış paçayı.
Perihan’ın ağzı açılmıştı. Bütün yaşadıklarını sayıp döküyordu. Mirsevdin, bütün
suçlular gibi suskun suskun dinlemekten başka yapacak bir şey yoktu. Perihan öyle dolmuştu ki; bütün içini dökmeye niyetliydi.
- Benim yerimde birisi olsa kafayı üşütürdü. Bense kendimi işe güce verdim, inek sağmaktan, tut da tezek yapmaya kadar her işe gidim. Acıyan bakışlara inat, bağrıma taş basarak kaderime razı oldum. Senden yalnızca bana Perikızı ismi kalmıştı. Perikızı olarak köyde nam saldım. Sadece sizin köyde değil, diğer köylerde de namımı duydular. Hatta senin öldüğünü düşünerek, dünürcü bile oldular. Düğünlerde, bayramlarda delikanlılar etrafında döndüler, ben seni düşünerek hiç birine bakmadım.
Bunları söylediğinde Mirsevdin’in yüzü kıpkırmızı pancar gibi kesilmişti. Adeta dili
tutulmuş bön bön bakmaktı idi.
- Terzilikten biriktirdiğim para ile İstanbul’a dönebilirdim. Ama anneni, kardeşlerini o sefaletin içinde bırakamazdım. Patates, yumurta, un gibi üç beş malzeme ile yemekler yapmak. O çoluk çocuğu doyurmak için iki kadınla olarak neler çektik. Yine de benim sayemde buraya geldiler de, kurtuldular. Şimdi çocuklar işlendi, üç beş kuruş para getiriyor. Durumları köyden daha iyi. Öyle bir yemin ettim ki, eskiye dönmeye hiç niyetim yok. Hele seninle hiçbir arada olmayı düşünmüyorum. Ayağıma kapansan da nafile. Bir şey şöyleyim de gül, neşelen biraz. Seni soranlara; ben bir Peri kızıyım beni almak kolay değil, bizimkiler Mirsevdin’den çok başlık parası istediler. O başlık parası kazanıyor dedim.
Bunu söylerken, Mirsevdin’in nasıl bir tepki vereceğini gözlüyordu. Mirsevdin iyice
aptallaşmıştı. Söyleneni anlamamış gibi hiçbir tepki vermiyordu. Başından kaynar su dökülmüş gibiydi. Perihan’da şunu görmüştü. Müthiş bir inat ve direnç vardı. Yalvarmak boşuna idi. Kalktılar Perihan’ı eve bıraktı.
- İşte Aydın gardaşım beni bu hallere düşüren hikâyem bu. En sonunda bir gün kafayı çektim, kapılarına dayandım. Nafile Peri kızı, Keçi kızı olmuştu. Yani keçi gibi inatçı olmuştu. O günden beri de kendimi bir türlü toparlayamadım.