- 548 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İNSANİ YARDIM OLAYININ GERÇEK YÜZÜ
İNSANİ YARDIM OLAYI’ NIN GERÇEK YÜZÜ
VE İSRAİL SALDIRISI
Dr. Sadık Özen
Doğrusu, spekülasyona çok müsait bir konu. Sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, konunun bilinen yanlarından daha çok bilinmeyen yanlarının olduğunu düşünmek gerekiyor. Ancak bu takdirde doğru bir yorum yapılabileceği, tek taraflı görüşlerle isabetli bir sonuca varılamayacağı kanısındayım.
Yazdıklarımdan rahatsızlık duyanlar olacağını biliyorum. Ama bunu pek umursamıyorum. Zira herkesin beğenisini kazanmak gibi bir düşüncem ve yükümlülüğüm yok. Benim için önemli olan doğru bildiklerimi doğru bir şekilde ifade edebilmek. Tabii ki görüşlerimin paylaşılması beni son derecede mutlu eder. Bu yazıyı yazmaya çalışmamın amacı da bu zaten.
Öncelikle şunu söylemeliyim; İsrail Devleti tarafından; hangi nedenle olursa olsun, uluslararası sularda bulunan ve direğinde Türk Bayrağı taşıyan bir gemiye saldırılmasını şiddetle ve nefretle kınıyorum. İsrail bu eylemiyle bir devlet terörü yaratmış ve insanlık suçu işlemiştir. Bunun karşısında savunabileceği hiçbir gerekçesi olamaz. Meseleyi daha olumsuz mecralara sürüklemeden geri adım atmalı, telafisi için tazminat ödeme dahil her türlü girişimde bulunmalı ve başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere dünya kamuoyundan özür dilemelidir.
İsrail tarafından yaratılan bu son derecede çirkin devlet terörü ile ulus olarak maruz kaldığımız durum yüreğimizde derin yaralar açmıştır ve telafisi de asla mümkün olamayacaktır. Ne yazık ki, son yıllarda, bu tür onur kırıcı durumlarla karşılaşır olduk. Bence olayın en acı tarafı budur.
Son yıllara gelinceye kadar İsrail ile aramızda köklü bir dostluk bağı olmuştur.
Ankara’da geçen çocukluk yıllarımda, dayımın iş arkadaşı, hatta ortağı olan Yahudi kökenli insanlar tanıdım. Bunlar dürüst, çalışkan, inançlarına bağlı, işlerinde başarılı, dost ve arkadaşlarına önem veren, toplumun diğer bireylerine saygılı insanlardı. Çevrelerinde iyi tanınır ve güven duygusu uyandırırlardı. Ben Yahudi vatandaşlarımızı, sahip oldukları işte bu nitelikleriyle tanıdım.
Bir kısmı, “Varlık Vergisi” nedeniyle, daha büyük bir çoğunluğu da İsrail Devleti’nin kuruluşu ile ülkemizden ayrıldılar. Kalanlar ise mutlu ve müreffeh yaşamlarını sürdürmekte devam ettiler ve hala bizimle birlikteler, Onlar, bizimle beraber üzülen ve bizimle beraber sevinen insanlar. Bizim öz vatandaşlarımız. Şu günlerde olanlardan en az bizim kadar onların da üzüntü ve kaygı duyduklarından eminim.
Duyacakları bu kaygının kendi gelecekleri ile ilgili olduğunu söylemiyorum. Zira İsrail Devleti’nin yaptığı çirkin saldırı, Yahudi vatandaşlarımızın eseri değil ki? Yahudi kökenli vatandaşlarımızın, kendilerini, bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın güvencesi altında görecekleri kesindir. Onlara bu güne kadar verilmiş güvencenin bundan sonrası için de geçerliliğini koruyacağına şüphe yoktur. Bu itibarla, Sayın Başbakan’ın, Türk ve dünya kamuoyuna bu konudaki açıklamasını gereksiz bulduğumu söylemek isterim.
Bundan 70 yıl önce tanıdığım Yahudi vatandaşlarımızla, bu gün İsrail’de yaşayan Yahudiler arasındaki korkunç farklılığı görerek şaşırmaktayım. Çünkü aralarında o kadar derin uçurumlar var ki. Özellikle son yıllarda İsrail, tamamen acımasız, sorumsuz ve ne yaptığını bilmeyen bir devlet konumuna gelmiştir. Bu durum, kanımca, sosyolojik bakımdan şu şekilde açıklanabilir.
Türkiye’de yaşayan Yahudiler; Türk Ulusu’nun kendilerine gösterdikleri sevgi, şefkat, yakınlık ve dostluk ortamında, yıllar boyunca mutluluk içinde yaşamışlardır. Dünyanın diğer birçok ülkesinde yaşayanlar ise; horlanmış, ezilmiş, aşağılanmış, sürgüne tabi tutulmuş ve soykırıma uğramışlardır. Tarih boyunca yaşadıkları olumsuzluklar, bu insanlara kin ve nefret duyguları kazandırmış ve adeta geçmişin öcünü alma hırsıyla programlanmışlar, hoyrat, acımasız, duygusuz ve intikamcı bir nitelik kazanmışlardır.
Son yıllarda, İsrail’in, Arap Ülkeleri’ne, özellikle de Filistin Halkı’na uyguladıkları soykırım ve devlet terörü niteliğindeki saldırganlıkların nedeni bu olmalıdır.
Uzun yıllar Türkiye ile İsrail arasında var olan tarihi dostluğun böyle düşmanca bir ortama sürüklenmesi son derecede şaşırtıcıdır. İsrail’, gerek PKK’ya verdiği destek, gerekse Türkiye aleyhindeki birtakım yıkıcı faaliyetlere katılımı, son olarak da uluslar arası sulardaki Türk bandıralı bir gemiye yaptığı silahlı saldırı ile “Tarihi Türk Dostluğu”na büyük bir ihanette bulunmuştur.
Oysaki daha yakın bir zamana kadar, özellikle sözde soykırım konusunda İsrail, diğer ülkeler nezdinde Türkiye’ye büyük desteklerde bulunmuştur.
Doğrusu, aramızdaki dostluk ilişkilerinin, askeri ve ekonomik alanlarda yapılan işbirliği ve antlaşmalarla kurulan stratejik ortaklık konumunun bir anda gözden çıkarılıyor olmasına kolay akıl erdirilemez. Tabii ki bunda ABD başta olmak üzere diğer emperyalist devletlerin ve Türk-Arap-İran ilişkilerindeki gelişmelerin payı olmalıdır.
Ortaya çıkan yeni durum muvacehesinde, ABD ve İsrail ile egemenlik ve bağımsızlığımızı tehlike altına sokabilecek boyutlarda yapılmış özel ve gizli ittifaklar yeniden gözden geçirilmeli ve sorgulanmalıdır.
Gelinen bu noktada, bu konularda bizim payımızın ne olduğunu da düşünmemiz gerekiyor. Son zamanlarda; Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyeti olan “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine uygun olarak Arap ve İslam Devletleri ile büyük bir yakınlaşma içine girilirken, bu ilke İsrail’e karşı yeterince uygulanabilmiş midir?
Şimdi, eğri oturalım, doğru konuşalım. Kalemi kendi tarafımıza yontmak yerine, çuvaldızı İsrail’e batırırken iğneyi de kendimize batırmasını bilelim.
Eğer bu kurala uyar, yukarıdaki soruya dürüstçe, mertçe ve cesaretle yanıt verebilirsek, işte, ancak o zaman, doğru bir değerlendirme yapabilme olanağı bulabiliriz.
Gerçek şudur ki; birbirinin devamı olan, Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Saadet partilerinin izledikleri politikalarla, ülkemizde bir İslam ve Filistin korumacılığı yaratılmıştır. Cumhuriyet ilkelerini içine sindirememiş olan kesimin desteği ve Osmanlı’nın yeniden ihya edilmesi hayalleriyle durum iyice abartılmış ve kraldan çok kralcı bir tutum izlenmeye başlanmıştır. Son olarak, ılımlı İslam girişimlerinin devreye girmesiyle meseleye daha büyük boyutlar kazandırılmıştır.
Bu cümleden olarak, Filistin ve Gazze sorunu, zaman zaman ülkemizde yaşanan hain terör eylemleri sonucu yitirdiğimiz yüzlerce askerimizin şahadetlerini bile gölgede bırakabilmiştir.
Filistin’e yapılan insani yardım kampanyaları işte bu ortamda geliştirilmiştir. İşin bu yönü itibariyle, sözü edilen insani yardım organizasyonunun ne kadarının insani yardım amaçlı olduğu tartışılmalıdır. Hele de on üç aylık çocuğun böyle bir eyleme katılması ne ile izah edilebilir? Bu zavallı çocuk, canlı kalkan olarak mı kullanılmak istenmiştir, yoksa annesi kendisini medyatik olma hevesine mi
kaptırmıştır?
Aynı hanımefendi, bugüne kadar, içimizi yakan ve kavuran şehit cenazelerinin kaldırışına çocuğu ile birlikte katılmış mıdır? Filistin’deki mağdur çocuklarla evcilik oynamaya giderken, aynı paylaşımı öksüz kalan şehit çocuklarıyla yapmak hiç aklından geçti mi acaba?
Ben, İsrail’de yaşanan kanlı katliamlara ve dramatik olaylara, siyasi ve dini yönden değil, insani yönleriyle bakıyor, üzülüyor ve kınıyorum. Hiçbir devlet elindeki silah gücünü, hiçbir insan topluluğuna bu kadar gaddarca yöneltme hakkına sahip değildir. Bu duruma müdahale etmeyen emperyalist güçler de en az bu suçu işleyenler kadar suçludur.
Meselenin bizi ilgilendiren boyutlarını gerçekçi bir biçimde ele alarak değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan tablo şudur. Uğruna bunca fedakârlık yapılan Arap, İslam ve Filistin halkları, ne kadar acıdır ki; Kıbrıs’taki hunharca katliamlarda ve halen içinde bulunduğumuz hain terör eylemlerinde on binlerce Müslüman Türk şehit olurken, din kardeşlerimiz olarak kıllarını bile kıpırdatmamışlardır.
Ülkemizde yaşanan terör olaylarını yaratan teröristlerin neredeyse tamamının Filistin terör kamplarında eğitildikten sonra ülkemize ihraç edilmeleri gerçeği de unutulmamalıdır.
İsrail, insani yardım adı altında karasularına girecek gemilere ateş açacağını açıktan açığa ilan etmesine rağmen, yine de bu girişimin sürdürülmesini anlamak zordur. Birleşmiş Milletler Örgütü’ne işin bu aşamasında başvurulması daha mantıklı ve makul olmaz mıydı?
Otuz üç ülke halkının katıldığı söylenen bu eyleme katılan Türker’in sayısı, diğer otuz iki ülkeden katılanların on kat üstündedir. Bu eylemin, ilgili vakıf ve derneklerce, iktidar partisinin gözetim ve desteğinde yapıldığı gün gibi aşikârdır.
Bu eylem yapılırken, buna eş zamanlı olarak, Cumhuriyetçi ve Ulusalcı olarak tanınmış çok değerli insanların tutuklanmalarının da bir anlamı olmalıdır. Akıl ve izan sahibi herkes bu yaşananları dikkate almak, yorumlamak ve değerlendirmek zorundadır.
Bu dehşet verici ve tatsız olayın dünya kamuoyuna ilk açıklanışından sonra, ilk beyanatın, iktidar partisinin genel başkan yardımcısı tarafından kendi partisi üyelerine hitaben yapılması düşündürücüdür.
Aynı şekilde Sayın Başbakan’ın da yurda döndükten sonra, kendisinden beklenen konuşmaları, TBMM yerine, kendi partisinin meclis grubunda ve parti genel merkezinde yapmış olması aynı derecede manidardır.
Olayların tabanında yatan gerçekler ne olursa olsun, Türk Halkı bütünüyle, İsrail’in ağır hakaretine maruz kalmış ve onuru kırılmıştır. Bu durum hamasi nutuklarla bertaraf edilemeyeceği gibi, şu ana kadar yapılmış olan girişimlerle de giderilemez.
Acelecilik yerine, soğukkanlılık ve Türk Milleti’ne yaraşır bir ağırbaşlılık ve olgunluk içinde, basiretli bir tutum izlenerek gerekenlerin yapılması zorunluluğu vardır.
Dilerim, ulus olarak karşılaştığımız bu olumsuzluğun ve uğradığımız hakaretin bir teselli yanı bulunabilir.
Saygılarımla…
02. 06. 2010
www.fikirplatformu.net
www.edebiyatdefteri.com
www.antalyabugun.com
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.