- 867 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BATAKLIKTA BİR SERÇE 1 - 10
Henüz yirmisinde, nişanlı bir genç kızdı, okulundan mezun olup, ilk öğretmenliğine başladığı günlerde..İstanbul’un çok şirin sahil kasabalarından biri olan
Pendik’te, annesi ile birlikte yaşıyordu İlhan...İlk görev yeri, Pendik’e on kilometre kadar uzaklıktaki bir köy okulu idi..Akşam sabah gidip gelecekti okuluna...
İdealist bir öğretmen olmak vardı içinde. Severek ve isteyerek seçmişti bu mesleği.. Oysa zamanında bir öğretmen olan babasını, öğretmenlere özel bir meslek hastalığından kaybetmişti..
Okulunun olduğu Kurtköy, yaklaşık altmış haneli, elektriği olmayan, suları çeşmeden taşınan, ağaçlık, yeşillik, küçük ama şirin bir yerdi...Anadolu’da olmasa da oraları andırıyordu işte...
İlk gün bütün heyecanı ile görevinin başındaydı .Daha önce beş sınıfa bir öğretmenin baktığı okulda, onun gelişiyle, 1,2,3’ lere bir öğretmen - 4,5’ lere de o bakacaktı...Öğrencilerini tanımaya çalıştı. İki sınıf yirmi kişiyi doldurmuyordu bile. Giyimlerine bakılırsa, çoğu da yoksul aile çocukları idi...
Ders sırasında bir ara çocuklar hafiften gülüşmeye, mırıldanmaya başladılar..
- Ne oldu, ne gülüyorsunuz , diye sordu öğrencilerine..
- Şey, öğretmenim, galiba Fikret işemiş, diye cevap verip, eli ile ağzını da kapayıp gülmeye başladı bir öğrenci.. Fikret’in kim olduğunu öğrenip yanına gitti. Cılız, esmer, düşkün, perişan halde bir erkek öğrenci..Başı önde, yüzünü elleriyle örtmüş, paçalarından suyu akar vaziyette oturmak taydı sırasında...
- Oğlum, niye söylemedin ? Ben seni tuvalete göndermez miydim ?
- Utandım öğretmenim, söyleyemedim, diye ağlayarak ve utancından yerin dibine girerek cevap verdi çocuk...
- İlhan öğretmen de üzüldü. Suçlu hissetti kendini..Demek ki çocuklara soğuk davranmış, onlar kendisinden korkmuşlardı.. Vicadan azabı duymaya başladı. Şefkatle ilgilendi çocukla.
- Neyse oğlum, bir şey olmaz..Hadi şimdi git eve de annen üstünü değiştirsin.. Hiç bir şey demeden, yerinden kalkıp dışarı çıktı çocuk..
Onun bir annesi yoktu aslında. Varsa da yanlarında değildi. Bir evleri de yoktu üstelik. Babası ile birlikte bir kahvede yaşıyorlardı. İş yerleri de, evleri - barkları da o kahveydi işte. Bütün bunları diğer çocuklardan öğrendiğinde, vicdanı daha bir sızlar oldu İlhan öğretmenin..
Çocuk ıslak haliye kahveye gittiğinde, oradakiler güldüler, dalga geçtiler. Bir yığın da azar işitti babasından. Üzüldü çocuk, kırıldı küçücük kalbi..Kahvenin bir köşesinde, doğru dürüst temizlenemeden değiştirdi üstündekileri. O gün okula dönmedi, utanmıştı çünkü...Çamaşır ve pantolonunu değiştirip kirden karası bile zor belli olan önlüğünü ve sararmış plastik yakalığını çıkardı. Çantasını duvar kenarındaki peyke ( tahta oturak )’ lerden birinin altındaki, tahta sandığın içine koydu. Gözleri yaşlıydı halâ. Elinin tersi ile şöyle bir silip, masalardaki boş bardaklara göz gezdirmeye başladı. Gördüğü tüm boş çay bardaklarını, gazoz şişelerini topladı.
- Lan, küçük İncirli , diye seslendi genç müşterilerinden, otuzlu yaşlardaki Necmi...
- Şurdan bi Bafra al bana !
Babasının , zamanında bir kilo incirine yaptığı güreşi kazanması karşılığında edindiği lâkabı, şimdi o da edinmiş oluyordu. Sadece, İncirli Mustafa’nın oğlu olması karşılığında...Koşarak gitti çocuk, parayı alıp ,kahveden de girilebilen, kahvelerinin de sahibi İbrahim Ağa’nın bakkal dükkânına. Bir paket Bafra sigarası alıp verdi müşterisine. Sonra devam etti çalışmaya. Masaların üzerindeki dolu küllükleri alıp boşalttı çöpe.
- Lan Fiko, bi su ver bakiym, dedi bir başka müşterisi. Bu defa adının kısaltılmış şekli ile çağrıldı. Ocaklığa koştu. Şimdiki mutfak dolaplarının yerine o zaman kullanılan, gerçek rengi mi yoksa kirlenmiş halinin mi kapkara olduğu belli olmayan örtüyü kaldırıp, toprağa gömülü küpün üzerinden maşrapayı aldı. Kapağı açıp su doldurdu. Yine hiç de temiz görünmeyen bir bardağa biraz su koyup çalkalayarak kahvenin orta yerine sallarken, bardağı da birlikte fırlattı.
- Anan mı öğretti lan ? Mahsüs mü attın bardağı , diye azarladı babası...Ağladı çocuk ,yine ağladı. Gökyüzü görünmüyordu belki, melekler de gizliydi. Ama acaba
ağlamadan durabiliyorlarmıydı o an ? Bardağı kırmasına değil, annesinin öğretmiş olacağına kızıyordu babası. Oğlunu böyle itham ediyordu ! İçerledi çocuk ; onun için ağladı..Çok ağladı, ciğerleri yanarcasına ağladı. Ne olurdu dövseydi de böyle söylenmeseydi ...
Neredeyse iki yıl olmuştu, annesi onu babasının yanına göndereli.. Ve o annesine hiç gitmiyordu, görüşmüyordu ki onunla ! Nasıl annesi öğretmiş olacaktı ?
- Amma da zırlak şeymişsin sen de he ! Erkek adam ağlar mı öyle !
- Ne yaptın lan, vurdun mu çocuğa ?
- Ne vurması ya !
Elinin tersi ile silip gözyaşlarını, yeniden başladı işine. Çay isteyenlere çay, su isteyenlere su, kahve , gazoz taşıdı çocuk. Boşları topladı masalardan. İsteyene sigara, kibrit aldı dükkândan. Çişi geldiğinde, babasından ve diğerlerinden gördüğü şekilde, kahvenin dış duvarına işedi o da. Büyüğü için asfaltın öbür tarafın
daki köy tuvaletine gitti.
Akşam olduğunda daha bir kalabalık oldu kahve. Sigara dumanından göz gözü görmedi. Kirden, dumandan simsiyah olan tavan, iyice görünmez oldu. Cam örtüleri çoktan kırılmış iki adet gaz lüküslerini en az birer defa fitillerini düşürüp , söverek yenilerini takıp, güç belâ yakarak tavandaki yerlerine astı babası.
Ertesi gün okul vardı ; ders çalışması gerekiyordu. Peykenin altındaki sandıktan kitap ve defterlerini çıkarttı. Boş masa yoktu. Üç kişinin oturup oyun oynadıkları bir masaya ilişti. Domina taşlarının ,tavla pullarının şıkırtısında,küfürlerin bini bir para ettiği, sigara dumanından göz gözü görmediği ortamda, ders çalışmaya uğraştı çocuk...İsmail Amca dediği, akli selim sahibi, babasına akıl veren kişi eğilip birşeyler söylerken babasına, onu gösteriyordu. Ne kadar yavaş söylese de duymuştu çocuk :
- Sen bu çocuğu bi yıkayıver bu akşam. Kokuyo ulan bu ! Sidik kokuyo !
Utandı çocuk.. Ağlayası geldi yine..Ama ağlayamadı, çünkü ağlamaktan da utanıyordu artık. Biraz sonra uyuklamaya başladı.
- İncirli ! Uyuyo ulan bu çocuk ! Yatırsana şunu yerine !
Eline tavlayı alıp peykelerden birinin ucuna koydu adam. Altına koyun postundan yapılan pöstekeyi yerleştirdi.
- Çişini ettin mi ulan ? Bak yine edersen döverim bu sefer, ona göre !
Utanarak dışarı çıktı çocuk. Kahvenin dış duvarına tutturdu yine çişini. Ocaklıktaki , bardaklları yıkamak için kullandıkları küpün musluğunda ellerini yıkayıp, doğruca babasının kendisi için hazırladığı pöstekeye uzandı. Başını tavlaya yasladı. Doğrusu çok sertti..
Üzerine de eski kumaş paltoyu örtünce babası, akşam uykusunun birinci bölümü başlamış oldu. Kahve kapandıktan sonra, yatağı serip oraya taşıyordu babası.Eski- püskü ve kirli de olsa, yorgan ve yastıkları da vardı.
Saat gecenin onbiri olduğunda, müşteriler dağılmış, temizlik bitmişti. Çay yapmak için kullandığı sıcak su güğümünü bir kovaya boşaltıp, ılıklaştırdı adam. Çocuğu uyandırıp soydu. Kahvenin orta yerine koyduğu tahta sandalyeye oturtup, bir güzel yıkadı. Çocuk uyku haliyle neye uğradığını pek anlayamadı ama temizlendiğine sevindi yine de. O gece bir başka uyudu. Annesini ve babasının annesinden alıp, İstanbul’da bir aileye evlâtlık verdiği ablasını gördü düşünde. İkisi de ağlıyorlardı. Gözyaşlarını sildi eliyle.
- Benim için ağlamayın, ağlamayın ne olur, dedi.....
Sabah ezanı okunduğunda kalktı babası. Çocuğun huzurlu yatışı dikkatini çekti. Uyurken bile yüzünde bir tebessüm gördü oğlunun. O göremedi belki ama sevecen baktı, baba gibi baktı o an. Yıkadığı için, çocuğu mutlu edebildiği için, o da mutlu oldu. O da isterdi sıcacık yuvasında anneli – babalı büyütmeyi çocuklarını. Oysa şimdi anne bir tarafta, kızı İstanbul’larda evlâtlık, onlar da kahve köşesindelerdi.
Ocaklıktaki toprak küpün musluğunda su çarptı yüzüne önce. Sonra da hava henüz aydınlanmadığından gaz lükslerinden birini yakıp tavandaki yerine astı. Tekrar ocaklığa dönüp, su güğümünün altındaki mangalın sönmemiş közünü yeniden harlatmaya çalıştı. Biraz daha odun kömürü ekledi. Güğümdeki su soğumamıştı henüz. Çayını demleyip, kahvenin düzenini kurmaya başladı. Masa ve sandalyeleri düzeltti. Masaların tozunu aldı.
Cebinden çıkarttığı köylü paketinden bir sigara attı dudaklarının arasına. Sonra mangaldaki kömür ateşine uzandı ve yaktı onu. Tutuştuğunu anlayınca ocaklığın yanındaki masaya dayalı sandalyelerden birine oturdu. Derin derin çekmeye başladı sigarasını. Soluk bile olsa zeytin yeşili gözleri çok uzaklara gitti o an.Hayâl etmekte zorlandığı, üç yaşlarındayken veremden kaybettiği, Mukaddes annesini düşünmeye başladı. Sonra babasının getirdiği üvey anneden çektikleri geldi aklına. O an, geriye taralı sarı siyah karışımı gür saçları daha bir dikleşir gibi oldu. O günleri ve o kadını hatırladığında, kini nefreti yükselir, saçları da inadına böyle dikelirdi. ‘’Kel Emine ‘’ ! Ne lânet bir kadındı o ! Nasıl da küfrederdi ve döverdi..Birden ablasının leğende çamaşır yıkarken o kadının ablasına küfrettiği gün aklına geldi. Arada da tekmeliyordu ablasını. Nasıl da sopayı kaptığı gibi beline indirmişti Kel Emine’nin ! Oracığa yıkıvermişti anında. Nasıl da rahatlamıştı o an. Hayattan bütün öfkesini, annesinin intikamını bile bir sopada çıkartmıştı işte. Derin bir oh çekmişti kadını yerde gördüğünde..
Fakat babası çok kızmıştı ona. ‘’ Sen benim karımı nasıl döversin ulan ? ‘’ diye kükremişti.. Ve, ‘’ s…r git ulan, gözüm görmesin seni ‘’ deyip evden kovmuştu….
Henüz 13 yaşındaydı ve annesizliğinden sonra bir de babasız, yuvasız kalmıştı şimdi de..Çok derin çekti sigarasını bunları düşünürken..’’ Aaah baba, insan oğlunu evden kovar mı ? Görmüyor muydun o kadının bize yaptıklarını ? Aaah baba aah ‘’ dedikçe tütürüyordu dumanı.Daha sabahın köründe onun içtiği tek sigara dumana boğmuştu kahveyi. Uyumakta olan çocuk bile etkilendi dumandan. Öksürmeye başladı. Hemen ayağının altına alıp ezdi sigarasını adam. Çocuğa zarar vermiş olması etkiledi onu.
İlk müşterisi girdi kapıdan içeri.
-Selâmun aleyküm İncirli ! Çayın oldu mu ? Köylüsü sayılan Sabri Kâhya idi bu adam. Altmış yaşın üzerinde, deri kasketli, koyun ve keçileri olan, çok önceden onun köyünden göç etmiş, yüzü buruşuk, sigarası elinden düşmeyen, hafif kamburu çıkmış, sakin biriydi Sabri Kâhya. Kahvenin devamlı müşterilerindendi.
-Oldu, oldu gel, derken gözlerinden yaşlar akıyordu adamın. Yerine otururken fark etti Sabri Kâhya..
-Ne oldu İncirli ? Sen ağlıyorsun yahu…
Elinde bir bardak çayla gelirken adam, gözündeki yaşlar neredeyse çay bardağına dökülüyordu . Çayı masaya bırakıp oturdu yanına. Ve anlatmaya başladı.
-Yahu Sabri ağbi , annem geldi sabah sabah aklıma, içim coştu işte. Bir de o kadın, Kel Emine ! Onu da hatırladım..Sonra babamın beni evden kovması…
-Cahillik be oğlum. İnsan çocuğunu evden kovar mı, ama cahillik kovduruyor işte. Sende de kabahat var ama. Babalar kapıdan kovsa, çocuklar bacadan girmeli. Öyle hemen çekip gidilir mi ?
Çocuk uyanmıştı . Gözlerini uvuşturarak babasının yanına geldi. Duygulanmıştı adam. Çocuğu öylesine bir kucaklayıp sevmeye başladı ki, çocuk da şaşırdı.
-Bu çocuğun günahı neydi Sabri Ağbi ? O da benim sefaletime ortak oldu ! Canım oğlum benim, günahsız yavrum, derken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu adam. Çocuk da dayanamayıp ağlamaya başladı. Bir süre sarmaş dolaş ağlaştılar öylece..Sabri Kâhya da ağlayacak gibi olunca ,
-Hadi oğlum yeter, bak çocuğu da ağlattın, deyip ayırdı onları. Çocuk ocaklıktaki su küpünün musluğuna yüzünü yıkamaya gitti. Daha sonra tuvalet için dışarıya çıktı. O sırada kahvenin sahibi, bitişikteki dükkânı da işleten İbrahim Ağa gelmiş, dükkânı açıyordu. Dükkânın kahvenin içindeki girş kapısını aralayıp,
-Selâmun aleyküm İncirli ! Hayırlı işler..Getir bakalım bir çay, diye seslendi.
Çocuk tuvaletten döndüğünde yine muslukta ellerini yıkarken, babası,
-Sen bu gün niye erken kalktın böyle , diye merakla sordu. Çocuk yıkanmıştı o akşam, temizdi artık. Uzun süredir ilk defa temiz hissetmiş kendini ve mutlu olmuştu. O yüzden erkenden kalkmıştı o gün.
-Hiiiç, uykum kaçtı işte,deyip, musluğun yanındaki kirli ve ıslak havluya sildi ellerini ve yüzünü. Ocaklktaki camekânda duran bozuk para fincanından 50 kuruş alıp doğruca iç kapıdan dükkâna girdi. Açık satılan dörtköşe tatlı bisküilerden aldı. Babası da birer çay doldurup masaya getirdi. Tabii çocuğun çayına bolca şeker atıldı. Baba oğul birlikte böyle yaparlardı sabah kahvaltılarını. Bazen de kremalı bisküi yerlerdi değişiklik olsun diye….
Çocuk erkenden giyinip çantasını hazırlamıştı o sabah. Heyecanla okul saatinin gelmesini bekliyordu. Dayanamadı, erkenden gitti okula. Daha hiç kimse gelmemişti. Minibüsten indiğini gördüğü İlhan Öğretmen’den utanmadı o sabah. Özellikle görünmek istedi. Temizdi çünkü, tertemizdi o sabah..Babası yıkamıştı onu dün gece…
Ders başladığında yüzü gülüyordu. Bir gün önceki altına kaçırma olayını unutmuştu bile. Çünkü temizdi şimdi. İlhan Öğretmen’in dikkatini çekti çocuğun neşesi. Hem ona karşı suçlu biliyordu kendisini. Söz attı çocuğa, derse karşı ilgisi hoşuna gitti. Yanına gelip okşadı onu..
-Ne güzel saçların varmış. Siyahı ne kadar hoş..Pırıl pırıl da parlıyor üstelik..Hemen atıldı çocuk söze. Mutluydu çünkü, övünüyordu o gün temizliğiyle.
-Daha dün gece yıkandım öğretmenim. Babam yıkadı beni…Çocuklar gülüşmeye başladılar aralarında. Biraz bozuldu çocuk onlara.
-Çok güzel olmuşsun, hem de tertemiz..Aferin sana deyip biraz daha okşadı öğretmen çocuğun saçlarını..Elinde bir şeyler hissetti bir an. Tekrar kurcaladı saçları. Bir şeyler vardı çocuğun saçlarının arasında..Canlıydılar, geziniyorlardı..Beyaz ve mordu renkleri..Bitti onlar. Yıkanmış olması, bitlerden kurtulmasına yetmemişti çocuğun. Tertemiz saçlarının arasında bitler geziyordu.
Annesi yoktu, çocuğun, yuvası yoktu..Bir babası vardı kahvede birlikte yaşadığı ve bir de bitleri vardı... başında ve saçlarının arasında taşıdığı…..
Çocuğun tertemiz, kömür karası saçlarının arasında, fûtursuzca gezinen beyazlı morlu bitleri gördüğünde göz pınarlarının patlayası geldi bir anda. Zor tuttu kendini İlhan Hanım..Hemen çocuğu bırakıp derse verdi kendini. Yeniden dersle ilgili sorular sormaya başladı çocuklara. Bu defa gözlerine inanamadı: O çocuğun parmağı her soruda havaya kalkıyordu. Öylesine kaldırmış olabilir mi diye düşündü içinden ve denemek için bir soru sordu. Çocuk ayağa kalkıp öyle bir cevap verdi ki soruya, yalnız öğretmen değil çocuklar da şaşırdı. Birşeyler olmuştu çocuğa. Açılmıştı, akıllanmıştı sanki. Başka sorularda tekrar tekrar denedi ve tekrar tekrar şaşırdı, hayran kaldı.
Teneffüs zamanı yanına gidip saçlarını okşamak istedi. Birden bitler geldi aklına. Kendine de bulaşır korkusuyla bir an çekti ellerini. Sonra dayanamayıp daha bir sıkı okşadı çocuğunsaçlarını. Çocuk bir anda sıcak bir el hissetti başında. Bir şefkat, bir sevgi duydu yüreğinde, hiç de alışık olmadığı. En son kim sevmişti onu böylesine ; hatırlayamadı. Annesi neden böyle okşamamıştı saçlarını, neden bu sıcaklığı, şefkati hissettirememişti , düşündü ama cevabını bilemedi bu soruların.
Teneffüse çıkmamasını, birlikte oturup konuışmak istediğini söyledi çocuğa öğretmen hanım. Sevindi çocuk ; yüzünü bir tatlı tebessüm aldı. Belki de ilk defa gördüğü ön dişleribir fareyi andırıyordu adeta. Tüm ön dişleri çürük ve simsiyahtı çocuğun. Yine içi burkuldu öğretmenin.
Tüm çocuklar teneffüse çıktıktan sonra yanına oturdu çocuğun. Bitleri umurunda değildi. Elini omuzuna attı, saçlarını okşadı yine. Çocuk bulutlarda hissetti kendini. O kadar mutluydu işte.
- Anlat bakalım şimdi bana : Annen nerede senin, sağ mı, ayrılmışlar mı babanla ?
İndi bulutların arasından çocuk. Başını öne eğdi. Ağlayacak gibi oldu ama tuttu kendini.
- Ben daha bir buçuk yaşındayken ayrılmışlar. Tepeören’de oturuyorduk biz. Babam buraya gelip kahve kiralamış. Ben altı yaşıma vardığımda annemle birlikte Pendik’e taşındık. Sonra annem başkasıyla evlenmek için beni babamın yanına gönderdi. Bir de ablam var. Benden iki yaş büyük. Onu da göndermişti , sonra kocasını razı edip aldı ablamı. Bu defa öğretmen duygulandı. Ağlamamak için mücadele etti göz yaşlarıyla. Güçlü biriydi
ve engel oldu akmalarına. Çocuğu üzmemesi gerektiğini düşünebilecek biriydi o. Israrla karıştırıp saçlarını, bir de sıcacık öpücük kondurdu çocuğun dün gece kahvenin ortasındaki sandalyenin üzerinde yıkanan yanaklarına....Anne şefkati böyler bir şey olmalıydı herhalde. Ne tatlı öpmüştü öğretmeni ! Yüreğinde bir ferahlık hissetti o an. Sanki yılların boşiluğu birden doluvermişti yüreğinde..İyi ama böyle bir boşlukla o güne kadar nasıl yaşayabilmişti ? Sevgi, şefkat gibi güzellikler olmadan, onların yüreklerdeki boşluğuyla nasıl yaşayabilirdi insan ?
- Ne biçim anneleik bu ? İnsan böyle tatlı çocuklarını nasıl bırakır ?
- Bilmiyorum ; bırakmış işte.....
- Peki ablan annenin yanında mı şimdi ? Görmeye gidiyormusun ?
Bu soru ona suçluluk duygusunu hatırlattı. Utandı kendinden ve öğretmeninden. Başını öne eğdi bu kez, cevap verirken.
- Hayır öğretmenim..Ablamı evlâtlık verdi babam..İstanbul’da yaşlı bir kadının yanında....Bir Kemal Amca vardı. Emekli albaymış galiba. Tuzla Jeep fabrikasında askeriye için üretilen jeeplerin kontrolundan sorumluymuş. Sık sık bizim kahveye uğrar beni çok severdi. Bir defasında bana oyuncak ambulans bile getirmişti. Kendi kendine bağırarak giderdi. Çok sevinmiştim.
Meraklanmaya başladı öğretmen. Hem anlatmasını sevdi çocuğun hem de bir an önce ablasının nasıl ve neden evlâtlık verildiğini öğrenmek istiyordu.
- Sonra sonra, ne zaman evlâtlık verdiniz ablanı ?
Yine utandı çocuk. Yüzü kızardı yine utancından. Ama anlatmaktan vaz geçmedi.
- Bu Kemal amca, beni İstanbul’daki şehit eşi Sabiha Hanıma anlatmış, o da çok sevmiş, ille de evlâtlık almak istemiş. Gelip gidip babamdan ısrarla istedi beni : ’ Gel inat etme , verelim şu çocuğu, buralarda ziyan olmasın, okusun, adam olsun ’ diyordu, defalarca. Fakat babam, bir türlü kıyamadı beni vermeye : ’ O benim oğlum, arkadaşım, can yoldaşım, her şeyim ’ diyordu. Fakat Kemal Amca’nın ısrarından vaz geçmeye hiç de niyeti yoktu. Onun ısrarlarından bunalan babam bir gün ; ’ Onu değil ama eğer isterseniz ablasını verebilirim ’ deyiverdi. ’ Olsun , demiş Sabiha Hanım.
- Çok merak ettim ben bu işin sonunu be oğlum. Hadi durma anlat, anlat !
- O gün erkenden gelmişti Kemal amca. Babamla bir şeyler konuşup beni çağırdılar. Adeta oynayacağım bir oyunu ezberlettiler bana. Yalan söylememi istediler. Kemal Bey’in kontrolundan sorumlu olduğu jeeplerden birine bindirdiler beni. Doğruca annemin evine gittik.
Kapıyı çaldığımda ablam açtı. Sabah vaktiydi, okula hazırlanıyormuş. Canım ablam benim, tombul yanakları vardı, henüz on yaşlarındaydı o zaman. Uzun simsiyah saçları vardı. Onları tarıyormuş o anda. Sevindi beni karşısında görünce. Sarıldı, kucakladı, kokladı uzun uzun. Oysa annemin öyle sarıldığını, kokla
dığını hiç hatırlamıyorum. Yine aynısı oldu. ’ Kimgeldi Mukaddes ’ diye seslendi içeriden. ’ Fikret geldi anne, dedi ablam. Yanımıza gelip ’ Hoş geldin ’ dedi soğukça. Sarılmadı, okşamadı, sevmedi beni. Öpmek için uzandığım elini,öylesine uzattı bana. ’ Babam çok hasta, ille de ablamı görmek istiyor ’ dedim. Allah’ım ,ben böyle bir yalanı nasıl söyledim. Bir insanın, hem de kendi öz ablamım bütün hayatını etkileyecek, böyle bir yalanı nasıl söyledim o zaman ? Bu defa içeriden , kocası seslendi annemin. ’ Ne oluyor Fevziye ? Kimmiş gelen ? ’ Annem yanına gitti kocasının. Anlatmış, benim söylediklerimi. İnanmamış adam. ’ Yalandır. Mukaddes’i alıp, vermeyecektir, gönderme ’, demiş. Bayağı alışmış ablama adam, sevmiş, vermek istememiş. Fakat ablam, insan sevgisiyle dolu, bambaşka biridir. ’ Gideceğim ’ diye tutturdu. Canım ablam, ne bilsin , kaderinin o an öylesine değişeceğini ? ’ Babacığım hastaymış, ya ölürse, bir daha göremezsem, ne olur gönder anne, gideyim babacığıma ’ diye tekrar tekrar yalvarınca, göndermekten başka çaresi kalmadı annemin. Ablam sevecen olduğu kadar da inatçıdır.
Öğretmen hanım merakla çocuğun ablasının evlâtlık verilişini öğrenmek isterken, çocuk zorlanıyordu git gide.
- Öğretmenim, tuvalete gidebilir miyim der demez, cevabını bile beklemeden koştu okulun bahçedeki tuvaletine. Öğretmen Hanım saatine baktı, teneffüs bitmiş ders zamanı gelmişti. Çocuklardan birine elle sallayarak çalınan zili çalmasını söyleyip, okulun önüne çıktı.Hem biraz hava aldı hem de çocukların içeriye girişini seyretti. Ders başladığında Fikret dalgındı, mahçuptu, suçlu gibi başını eğiyordu. Ablasını, evlâtlık verilişini, bunda kendinin günahı olduğunu unutamıyordu bir türlü. Derslere pek veremedi kendini o gün. Günlerden Cumartesi idi ve bayrak töreninden sonra Pazar tatili başladı. Okul dağılırken bir kez daha okşadı saçları
nı öğretmen çocuğun.
- Unutma, Pazartesiye kaldığın yerden anlatmaya devam edeceksin, tamam mı ?
- Olur öğretmenim...Anlatırım yine, diye cevap verdi çocuk, hem mutlu hem de hüzünlü. Öğretmenin ilgisi, şefkati mutlu ediyordu onu. Ablasını hatırladığında ise hüzünleniyordu elinde olmadan.
Çocuk kahvelerine döndü. Üstünü değiştirip babasına yardım etmeye başladı yine. Yemek pişirmişti babası kahvenin bir köşesindeki pompalı gaz ocağının üzeri
ne koyduğu tencerede. Hem de kuru fasulye ! En çok sevdiği yemekti çocuğun. Kokusunu duyduğunda bir kez daha mutlu oldu. Biraz sonra masayı kurdu babası. Çocuk ekmek alıp geldi, bitişikteki bakkaldan. Kopardılar ekmeği. Tek bir kaba doldurdular kuru fasulyeyi. Bir de kuru soğan kırdı adam. İştahla giriştiler baba oğul yemeğe.
- Ulan İncirli ! Gene mi kuru fasulye pişirdin, deyip dükkândan kaşığı kapıp geldi kahvelerinin ve bakkalın da sahibi İbrahim Ağa. Ne zaman kuru fasulyenin koku
sunu alsa dayanamaz oturur yer, bu defa eve gittiğinde yemek yiyemez, karısı Müzeyyen Hanım’dan azar işitirdi .
İlhan Hanım, eve gittiğinde kaşınmaya başlar. Annesinin dikkatini çeker.
- Kızım sen kaşınıyorsun. Hayrola.
- Valla anne, fena halde kaşınıyorum gerçekten..
Annesi merakla yaklaşıp sırtını yokladığında küçücük beyaz ve mor canlıları görür kızının sırtında. Şaşırır, şok olur. Bit olduğunu anlamıştır onların.
- Ah kızım bitlenmişsin sen ! Ben sana demedim mi, ne işin vardı köylerde ? Ben seni Pendik’teki bir okula aldırırdım. Köylerde olur genellikle bit - pire....
- O çocukta, Fikret’te var anne. Ondan geçmiştir. Yaklaştım, sevdim onu bu gün..Anne bir görsen ; aslında o kadar tatlı ve de zekî bir çocuk ki !
- Kızım, bırak şimdi çocuğu...Şu bitlerden kurtulmanın çaresine bakalım. Hemen banyoya koş.. Duş al, çamaşır değiştir. Çıkardıklarını da bir güzel kaynatalım.
Çabuk kurtuldu ilhan Öğretmen, kendisine musallat olan bir kaç tane bitten. Ama o çocuğu aklından bir türlü çıkaramıyordu. Onun da mutlaka kurtulması gerekiyordu. Ama nasıl ?
Ertesi gün pazardı. Nöbetçi bir eczane arayıp buldu. Eczacıdan bit ilâcı aldı. Daha sonra çocuğa ve babasına da temiz çamaşırlar aldı. Çoraplar aldı. Çocuğa gömlek, kazak ve pantolon bile aldı. Pazartesiyi iple çekmeye başladı. Orada bir mahkûm vardı, bir bit mahkûmu hatta bir değil iki mahkûm. Ondan yardım bekliyordu onlar. Mutlaka kurtarmalıydı.
Pazartesi olduğunda sadece ilgi gösterdi, sevdi, okşadı çocuğu. Yeni şeyler anlatmasını istemedi ondan. Derse yeniden kendini verebildiğini gördü, sevindi. Ablasını hatırlatıp üzmek istemedi yeniden. Bu defa öğle tatili olduğunda gitti yanına. Çocuklar yemek için evlerine dağıldığında o da çocukla beraber, kahveye, babasının yanına gitti..
Bir tarafında hayvan ahırı, diğer tarafında bakkal bulunan, ahşap çatılı, eski bir viraneyi andıran ama koskoca tarihi bir çınarın gölgesinde, akasya ve ıhlamur ağaçlarıyla çevrili, bahçesinde güllerin, zambakların olduğu, gazozları soğutulması için su kuyusu bile olan ,bambaşka bir yerdi işte o kahve. Henüz sonbahar olduğundan insanların bir kısmı bahçede oturuyordu ve ağaçlar, çiçekler yeşildi. Kahvenin iki kapısı da açıktı. Yaklaştıklarında bir müzik sesi geldi kulaklarına. Bir gazeldi bu, uzun havaydı. Öyle ki tüm duyanları hüzne boğan, gözleri yaşartan bir müzik :
’’ Her gün doktor gelir gider, herkes bunu merak eder.
Zavallı kız verem olmuş, yaprak dökümünü bekler.
Penceresi siyah perde, zavallı kız düşmüş derde.
Doğru söyle anneciğim, yatılır mı kara yerde ? ’’
Bir hüzün kapladı Öğretmeni de. Çocuk gözlerini uvmaya başladı. Açık olan kapıdan birlikte içeri girdiler. Masanın üzerindeki gramafondan geliyordu ses. Grama
fonun başında Tahsin Kâhya vardı. Mesleği çobanlık olan bu adam, genelde kışın gelip o kahvede barınırdı. Gramafonu da çok değerliydi onun için. Hem çok se
ver, hem de çok özenirdi. Gelir gelmez istemişti adam o plâğı çalmasını. Annesi veremden ölmüştü ya genç yaşında, o şarkı çok etkilerdi onu. Hemen kahvenin yanındaki masaya çökmü sigarasını yakmış, annesinden başka hiç bir şeyi düşünmez olmuştu. Öyle derinlere dalmış, sigarasını öyle derinden çekmişti ki gözle
rinden akan yaşları silmeyi bile aklına getirmiyordu. Çocuklar gibi ağlıyordu işte..
Yanına yaklaştılar.
- Baba , bak öğretmenim geldi. Seninle konuşmak istiyor, dediğinde kendine geldi adam. Tahsin Kâhya hemen kapattı gramafonu. Ayağa kalktı adam. Kolunun tersi ile, gözlerini sildi.
- Buyur, buyur, hoş geldin, derken halâ ağlar gibiydi sesi. Yer gösterdi öğretmen hanıma. İlhan Hanım şaşkın bir hal aldı birden. Kahvedeki hüzün ve sefalet birden onu da sarmıştı. Bu çocuk bu ortamda nasıl yaşardı ? Nasıl ders çalışır, nasıl temizlenir, beslenirdi ?
- Şöyle köşe bir masaya geçelim isterseniz, dedi adama. Hemen kahvenin bir köşesindeki masaya yerleştiler.
- Çay- kahve- gazoz...Ne içerdin kızım ?
- Sağ olun.. Daha yemek yemedim..
- Dükkândan ekmek katık bir şeyler alalım istersen...
- Sağ olun, sağ olun. Bir an önce konuya girmek istiyordu öğretmen.
- Bakın Mustafa Amca..Böyle bir ortamda çok normaldir bu çocuğun bitlenmesi. Hem gördüğüm kadarıyla sandalyelerde tahta kurusu da var. Şimdi ben size bit ilâcı getirdim. Çamaşır da getirdim.
- Allah senden razı olsun kızım..
- Bu çocuğu sık sık yıkayın. Devamlı çamaşır değiştirin. Aldığım ilâçtan sürün. Sandalyelere de DDT alın, sürün. Bitten de tahta kurusundan da kurtulun. Pendik’te Çarşı Hamamı var , bilir misiniz ?
- Biliriz ya. Bazen de gideriz.
- Sahipleri Balcı’lardır. Çok hayır sever insanlar. Ben konuşurum. Çocuğu sık sık götür , yıkansın, para falan istemezler. Yardımcı olurlar..
- Allah razı olsun .....
- Kızınızı evlâtlık vermişsiniz..
- Öyle oldu be kızım. Ama iyi oldu. Çok rahat çocuk şimdi, İstanbul’da.
- Peki, anneli bir çocuğu evlâtlık vermek doğru mu ?
- Üvey baba elinden kurtardım, fena mı oldu ?
- Kendisi istedi mi peki ?
Uzun uzun anlattı bu defa. Öğretmen de merakla ve hayretle dinledi. Çocuk ocaklığın yanındaki masada dün pişen kuru fasulyeden yiyordu yine. Hasta olduğu
yalanını çocuğa öğretip, annesinin yanından getirttiklerini, İstanbul’da biryaşlı kadına evlâtlık verileceğini söylediğinde, kahveyi inletircesine nasıl ağladığını, iste
mezse tekrar geri alacaklarını söylemesinin bile onun ağlamasını azaltmadığını ama ağlaya ağlaya da olsa, iyiliğine olduğuna inandığı için evlâtlık verdiğini anla
tır. Yaşlı kadının şehit yüksek rütbeli bir subayın eşi olduğunu, İstanbul- Beşiktaş’ta kendi dairelerinin olduğunu, evlerinde hizmetçilerinin bile olduğunu,Mukad
des’içok sevdiklerini, mutlaka okutacaklarını, dilediği zaman geri göndereceklerini, sık sık da oğluyla birlikte görmeye gittiklerini anlatır.
- İnşallah, der öğretmen. İnşallah, hakkında hayırlısı olur. Neyse, ben lşimdi gidiyorum. Siz dediklerimi unutmayın. Sık sık yıkayın çocuğu. Getirdiğim çamaşırları giydirin. Tahtakuruları için de DDT almayı unutmayın. Hamama gitmeyi de ihmal etmeyin. Balcı’lara benim gönderdiğimi söyleyin yeter.
Çocuğu da yanına alıp ayrılırken kahveden, içerideki sefalete bir daha baktı. Simsiyah ahşap tavan, kırık dökük, tahta kurulu ahşap sandalyeler. Hepsinin ağız
larında sigara olan fosur fosur tüttüren, küfürlü ve gürültülü, kaba- saba konuşan adamlar. Bu çocuk burada
nasıl yaşardı ?
Öğretmen dinledikçe adam anlattı. Annesinin genç yaşta veremden öldüğünden, üvey annesine vurduğu için evden kovulduğuna, üç çocuklu dul kadınla evlenip, iki çocuk sahibi olduktan sonra ayrılmalarına kadar hepsini. Hiç söndürmedi sigarasını ve öğretmeni de dumana boğdu. Öğretmen ise hem onu dinledi hem de kahveyi ve oradaki insanları ibretle inceledi. Bu kadar insan boş boş oturuyorlar, oyunla-şakayla-küfürle- sigarayla ömür tüketiyorlardı. Hem de tam bir batak
haneyi andıran bu dumanlı, havasız ve sağlıksız ortamda. Çocuk nasıl da iştahla yiyordu kuru fasulyeyi. Öğretmenin gelip de babasıyla konuşması gurur vermişti ona. Tekrar okula gitmek için birlikte çıktılar kahveden. Yolda elini tuttu öğretmen çocuğun ; tıpkı kendi çocuğunun elini tutar gibi. Çocuk bir şefkat buldu o elde ; tıpkı anne şefkati gibi. Herhalde böyle olurdu anne şefkati. Sımsıkı, sıcacık ve korumacı. Yolun uzak yönünde olmasını sağlıyordu öğretmen yürürlerken. Korumak istiyordu çocuğu geçen arabalardan, kendi çocuğu gibi...
Hemen o akşam yine yıkadı adam çocuğu. Öğretmenin getridiği temiz çamaşırlardan giydirdi.Kafasına bit ilâcından da sürdü. Yine öğretmenin getirdiği temiz çarşaflarla örttüğü yatağa yatırdı çocuğu. Kendisi de yıkandı kahvenin ortasına koyduğu tahta sandalyenin üzerinde. O da yine öğretmenin getirdiği temiz çamaşırlardan giydi. Kendi kafasına da bit ilâcı sürdü. Sonra gündüzden aldığı DDT ile sandalyelerdeki tahta kurusu yuvalarını ilâçladı.
Hafta sonuna kadar aynı şekilde ısrarla devam ettiler, yıkanmaya, ilâçlanmaya ve tahtakuruları için sandalyeleri DDT’lemeye. Hafta sonunda adam İsmail Efendi’ye kahvesini emanet edip, İlhan Öğretmen’in tembih ettiği gibi, çocuğu da alıp Pendik Çarşı Hamamına gitti. Hamamın sahibi Balcı’lar çok iyi davrandılar onlara. Devamlı gelmelerini, asla para almayacaklarını, çocuğu da çok sevdiklerini söylediler. En güzel şekilde keselenip temizlenmelerini sağladılar baba- oğulun. Balcı’lar Pendik’in gerçek hayır severleriydiler. Kendilerine yakıştığı gibi davranıp, bu iyilikten haz aldılar.
O hafta başı çok daha mutluydu çocuk artık. Kaşınmıyordu, bitlerden kurtulmuştu. Çamaşırları temizdi. Gömleği, pantolonu, önlüğü, yakası yep yeniydi. Neşe
sinden uçuyordu. Yüzünde sürekli gülücükler eksik olmuyor, fare dişleri meydanda dolaşıyordu..
Teneffüste alıp odasına götürdü öğretmen onu. Karşısına oturtup kendisini çok iyi dinlemesini istedi. Can kulağıyla dinliyordu çocuk ; öğretmen annesini.......
- Bak Fikret ; hepimizi yaratan Allah, verdiği her derdin, sıkıntının bir çaresini de mutlaka verir.. Bizim yapmamız gereken, bu dertlere- sıkıntılara isyan edip hayata küsmek değil, gerçekte mutlaka var olan, o çözümü, çıkış yolunu bulmaktır. Şimdi sizin durumunuz önemli bir zorluk ve sıkıntı. Fakat sizin için de bir çözüm, çıkış yolu kesinlikle var..O da senin okuman..Okuyarak, adam olarak kurtulacaksın o sefaletten. Babanı da kurtaracaksın. Sen aslında akıllı bir çocuksun. Sana o sefaleti veren Allah, çok güzel de akıl ve zekâ vermiş.
- Okuyacağım anne ! Şey, öğretmenim...Söz veriyorum, okuyacağım..Babamı da kurtaracağım o kahveden.....
Sarıldı öğretmen yine çocuğa. Simsiyah saçlarını kollarının arasına alarak, az önce kendisine anne diyen çocuğu, kendi öz çocuğu gibi sevdi...Başını göğsüne sımsıkı sardı , uzun uzun sarıldı ona. Nasıl olsa göz yaşlarını göremezdi çocuk, rahatça ağladı.. O da çocuğunkileri göremiyordu. Çocuk bir başka ağladı.. Annesinin vermediği sıcaklığı öğretmeninin vermesine ağladı en çok.....
İki yanağından birden tutup kaldırdı çocuğun başını göğsünden.
- Okuyup mühendis, doktor olacaksın sen. İnanıyorum sana, dediğinde çocuk itiraz etti dirseğiyle göz yaşlarını silerek..
- Hayır efendim. Ben ne mühendis olmak isterim ne de doktor. İlle de öğretmen olmalıyım. Tıpkı sizin gibi.
Yeniden başını göğsüne çekip sarıldı çocuğa. Uzun süre de bırakmadı...
Daha farklı oldu sonraki günler. Daha inatla ders çalıştı çocuk. Okulun en gözde öğrencisiydi artık. Çocuklar oyunlarına onu da katmaya, kıskanmaya bile başladılar. O da farkına vardı bunun. Ve tadını da çıkartmaya başladı.
Henüz dördüncü sınıfta olmalarına rağmen, herkesin sevgili bildiği birileri vardı. Bir tek onun yoktu.. Böyle bir hak verilmemiş gibiydi ona, o güne kadar. Artık kendine güveni gelmişti ve o hakkı kendinde buldu. Birini seçti sevgili diye. Kimsenin sevgili diye seçtiğini duymadığı, aslında öyle şeylerle pek ilgisi görünmeyen, ağır başlı bir kız. Kısa boylu, kıvırcık saçlı...Köyün muhtarının kızı...Evet, onun sevdiği oydu artık..Nerede görse, ona doğru bakacak, kimselere ve ona da söyleye
meyecek ama yine de onu sevgili bilecekti..
Bitlerden kurtulmuştu. Annesi gibi şefkatli bir öğretmeni vardı. Dilediği zaman gidip bedavadan yıkanabildiği bir hamam bile vardı. Bir de ideali vardı ; öğretmen olmak...
Ve aşıktı üstelik..Hem de köyün muhtarının kızına......
Neşeyle, mutlulukla geçmeye başlayan günlerinin bir gecesinde evlâtlık verdikleri ablasını gördü rüyasında. Onu özlediği aklına geldi. Hafta sonunda gitmek için razı etti babasını. Adam akşamdan İsmail Efendi ile konuşup ertesi gün kahveye bakması için ikna etti. İsmail Efendi altmış yaşlarında, olgun, anlayışlı, çocuğa ve babasına ilgisini yardımını esirgemeyen , uzun yıllar şehirde yaşamış iyi bir insandı.
Çok erken uyandılar pazar günü. İsmail Efendi de erkenden gelmişti. Ocaklığı, çayı hazır edip öyle teslim ettiler kahveyi. Yanlarına temiz çamaşır aldılar. Önce hamama gidilecekti.
Hamamın sahibi Hacı Balcı Efendi de erkenden hamamdaydı. Kucağına alıp sevdi çocuğu. Babasına da iyi davrandı.
- Tertemiz keseleyin bakalım benim çocukları, diye seslendi adamlarına. Çocuk ablasına gideceklerini söyledi. Hacı merak etti sordu adama, kızının nerede olduğunu. Adam biraz dertlendi kızının evlâtlık olduğuna, biraz da gururlandı, İstanbul’da zengin insanların yanında olduğuna. Ama yine de bir sigara yakmadan anlatamadı. Gözleri elinde olmadan doldu yine. Yıkandılar, keselendiler, tertemiz olup öyle çıktılar hamamdan. Babasına çay, çocuğa da gazoz ısmarladı Hacı Balcı Efendi...
Minübüse binip Kadıköy’e, oradan dolmuş taksilerle Üsküdar’a, Üsküdar’dan da Beşiktaş vapuruna bindiler. Bu defa bodrum katta oturmadılar.İlkinde bodrum katta oturduklarında çocuk, denizde yol aldıklarını bile anlayamamıştı. Biletlerini yine ikinci sınıf aldılar ama dışarıda oturdular. Çocuk güleryüzlüydü artık. Denizden, martılardan ve diğer gemileri seyretmekten zevk alıyordu.
Ablasını annelerinden alıp oraya gönderdikleri, ablasının nasıl ağladığı geldi aklına. Biraz hüzünlendi. Sonra babasıyla birlikte ablasına yaptıkları şaka geldi aklına, yeniden neşelendi.Babası Kemal Bey’le bir anlaşma yapmıştı kızını verirken. Hatta anlaşma yazılı olarak noterde tasdik ettirilmişti. Gerçi adamın okuma yazması yoktu ama noter ona okuyuvermişti. Mutlaka okutulacağı,istemezse asla zorla orada tutulamayacağı, dilediğinde annesinin yanına döneceği yazılmıştı. Bir de sözlü anlaşma yapılmıştı. Verildiğinden onbeş gün sonra gidilip konuşulacak, memnun değilse, kalmak istemezse, hemen geri alınıp annesinin yanına gönderilecekti.
Onbeş gün sonra gittiklerinde, bambaşka bir kız çocuğu görmüşlerdi karşılarında. Çok şaşırmışlardı baba oğul. Mukaddes, insanlara iyice alışmış, kendi öz ailesi gibi benimsemişti. Gülmelerin, oynamaların, neşeli muhabbetlerin arasında babası ; ’ Kızım , sana üzücü bir haberim var. Annen bizi mahkemeye vermiş ve kazanmış. Seni hemen alıp annene vermek zorundayız ’ dediğinde nasıl da ağlamaya başlamıştı. ’ Gitmem, ben anneme falan gitmem’ diyor da başka bir şey demiyordu. Sonunda dayanamayıp, bunun bir şaka olduğunu söylediklerinde ne kadar da sevinmişti. Hatırladığında güldü çocuk kendi kendine.
- Bak Fikret, şurası Kızkulesi dediğinde babası, çocuk rüyadan uyanmış gibiydi. Öylesine bakabildi Kızkulesi’ne.
Vapur Üsküdar’a vardı. Aceleyle indiler. Koşarak yürüdüler. Kolayca buldular Beşiktaş- Çelebioğlu Sokağı’nı. Apartmanın yerini de çoktan ezberlemişlerdi. Alttan zile basıp kapıyı açtırdılar. Hızla çıkmaya başladılar merdivenleri. Çocuk her katta okuduğu ’Asansör ’ yazısını, ’Hasan Sör ’ olarak anlayıp ve sordu babasına :
- Baba, her katta Hasan Sör mü oturuyor bu evde ?
- Ne bileyim oğlum, dedi babası. Asansörün ne olduğunu o da bilmiyordu....
Kapıyı çoktan açmış beklemekteydi Mukaddes. Yanında hizmetçileri Kevser Hanım’la birlikte karşıladılar kardeşi ve babasını. Hasretle kucaklaştılar. Mukaddes de çok mutludur o evde. Yep yeni giysileri, altın- gümüş takıları vardır.
Tatil günü olduğu için ev kalabalıktı. Mukaddes’i evlâtlık alan Sabiha Hanım,altmışlı yaşlarda, uzun beyaz saçlı, iri yapılı, yaşına rağmen güzel görünümlü bir kadın, yetmişli yaşlardaki ablası Sabriye Hanım daha kısa boylu, gücünü bayağı yitirmiş, bembeyaz pamuk saçlı, sürekli ilâç kullanan, eski bir İstanbul hanımefendisi, kardeşi Kemal Bey, bir kaza sonucu geçirdiği burun ameliyatından dolayı ezik burunlu , emekli albay olmasına rağmen sevecen ,seyrek saçları geriye taralı, orta boylu biri, onlarla birlikte oturan kırklı yaşlarda, kocası ile birlikte Merkez Bankası’nda çalışan Ümit Hanım kısa kıvırcık saçlı, sürekli güleç yüzlü, öyle olmaya çalışan biri gibi, orta boylu, damat Remzi Bey uzun boylu, başının büyük bir kısmı kel, o da sürekli güler yüzlü olmaya çalışan, kendini buna mecbur gibi hisseden biri, Remzi bey’in ilk eşinden olan ve Galatasaray Lisesi’nde okuyan Can , onbeş onaltı yaşlarında, uzun boylu, mankenleri aratmayacak kadar yakışıklı denebilecek, biraz da havalı bir genç,ve birde Ümit Hanım’ın eski eşinden hamile kaldığında düşürmeye çalıştığı ve bu yüzden özürlü doğan on yaşların
daki Ferhat... Esmer, kıvırcık saçlı, başı vücuduna göre biraz büyük görünen, o da hep güleryüzlü olmaya çalışan özürlü çocuk..Sabriye Hanım’dan başladı el öpmeye çocuk. Babası da bir yandan tek tek tokalaştı insanlarla. Çok kibar davrandılar. Oturmaları için yer gösterdiler. Çocuğu ablası Ferhat’ın odasına götürüp onunla oynamasını tembih etti. Yürüyemiyordu Ferhat, konuşamıyordu da. Sadece emekliyor ve yarım yumalak bir şeyler söylüyordu. Çok güzel oyuncakları vardı. Birlikte oynamak hoşuna gitti her ikisinin de.. Mukaddes sık sık yanlarına geldi. Başka oyuncaklar, yiyecekler getirdi onlara. Salondakiler hal hatır sordular Mustafa Efendi’ye. Onlarla konuşurken utandı adam. Saygı görmeye pek alışık değildi. Oysa onlar çok saygılı davranıyorlar, anlattıklarını sözünü bile kesmeden dinliyorlardı. İlerleyen saatlerde önce Remzi Bey’in oğlu Can , sonra da Ümit Hanım ve eşi çıktılar evden. Çıkmadan önce çocuğa hiç kullanılmamış yeni kâğıt paralar verdi Ümit Hanım. Çocuk, en çok da yeni olduklarına sevindi paraların. Kahvede her gün ellerine bir sürü para geçiyordu ama hepsi paçavra gibi oluyor
du. Böyle yenisini adeta ilk defa görüyordu.
Yemek saati geldiğinde ablası lavaboya çağırıp ellerini bir güzel yıkadı çocuğun. Ne güzel yemekleri vardı. Hiç böyle güzel yemekler yediklerini hatırlamıyorlardı baba- oğul..Servisi hizmetçi yapıyor, Mukaddes de onlara yardım ediyordu.
- Ben de yemek pişirmesini öğreniyorum, dedi babasına.
- Aferin kızım, diye mutlu bir şekilde cevap verdi babası. Önce utandılar, sonra devam eden muhabbetten cesaret alıp, iştahla yediler yemeklerini.
Çocuk tekrar Ferhat’ın yanına gitti. Onun yemeğini hizmetçi Kevser Hanım yedirmişti.
Güzel bir günün ardından mutlu bir şekilde ayrıldılar Mukaddes’ten. Balkondan el salladı Mukaddes onlara..Gözden kaybolduklarında gözlerinde bir ıslaklık hissetti. Toparladı kendini.
Ve doğruca Ferhat’ın yanına gidip onunla ilgilenmeye , oynamaya devam etti.....
Ferhat çok seviyordu Mukaddes’i. Onunla ilgilenmesi, oyunlar oynaması, istediğinde su, meyve ve diğer yiyecekler vermesi, ona hizmet etmesi yapmacık değil yürektendi. Özürlü de olsa, duygularını anlatamasa da hissedebiliyordu bunu. Mukaddes oraya evlâtlık olarak verildiğini biliyor, kendini ailenin kızı gibi hissediyor ve Ferhat’ı da kardeşiymiş gibi benimsiyordu.
Kardeşinin İlhan Öğretmen ile ilgili anlattıkları geldi aklına. Durdukça, konuştukça hep ondan ve onlar için yaptıklarından söz etmişti . İlhan Öğretmen gibi bir öğretmen olmayı özledi bir an. İstanbul’a geldiğinde okumaya başladığı Beşiktaş’taki ilkokulda ne kadar da başarılı bir öğrenci olduğu aklına geldi. O günlerde kurduğu okuma hayallerini hatırladı. Aslında okutulsun diye verilmişti buraya. Fakat kendisine anlatılanlar karşısında okumak istemediğini yine o söylemişti. İstanbul’da okullar çok karışıkmış o günlerde ; siyaset, anarşi varmış. Özellikle kızlar için çok tehlikeliymiş okula gitmek. Can, Galatasaray Lisesi’nde okuyordu ama o erkekti, kendisini korumayı biliyordu. O da güçlü biriydi, kendini koruyabilirdi aslında. Fakat o kadar ısrar ettiklerine göre bir bildikleri vardı herhalde.
Neyse deyip, daha fazla ısrar etmemiş ve okumak istemediğini kendisi söylemişti onlara. Onlar da adına banka hesabı açıp para yatırmaya başlamışlar, okuması
nın şart olmadığını, zamanla çok parası olacağından hiç bir şeye ihtiyacı kalmayacağını söylemişlerdi. Oysa Mukaddes’in zenginlik hayalleri hiç olmamıştı. O, özel
likle kardeşinin anlattıklarından sonra daha net anlamıştı ki ; okuyup, İlhan Öğretmen gibi bir olmayı çok isterdi....Sıyrılıp hayallerinden kaptırdı kendini Ferhat’ın oyuncaklarına. Oynadı onunla ve unutmaya çalışıp hayallerini, pes ediverdi kaderine.....
Akşam üzeri olmasına rağmen yine vapurun dış kısmına oturmuşlardı baba- oğul. Orada hem çocuk denizi seyrediyor hem de babası sigara içebiliyordu. Rüzgârdan sigara dumanını boğazında hisseden çocuk arada bir öksürerek konuşuyordu babasıyla :
- Baba ,ablam neden ortaokula gitmedi ?
- Gitmek istemedi..
- Hani Kemal Amca beni istediğinde, hep ’Ver de okutalım ’ diyordu. Ablamı da okutmaya söz vermemişler miydi ?
- Kendisi istemeyince, zorla mı okutacaklardı ? Hem kız çocuğu, okuyup da ne olacak ? Her şeyi var işte. Zengin insanlar, ablanın her şeyi olur zamanla....
- Baba biliyor musun ; ben mutlaka okuyacağım. Hem de İlhan Öğretmen gibi öğretmen olacağım.
Adam biraz da neşe katmak istedi çocuğun muhabbetine :
- Oku bakalım, oku da Eşşekli ’ ye ( şimdiki Gebze - Şekerpınar ) muallim ol !
O gece rüyasında annesini gördü Mukaddes. Gerçekten Sabiha Hanım’ın, Ümit Teyze’sinin, Kemal Dayı’sının dedikleri gibi, onu istemiyor muydu annesi ? Onlar almasa da tekrar babasına geri mi gönderecekti ? Bir defa göndermiş ama sonradan gelip almıştı yine. İsmail Baba’sı seviyordu onu. Annesini çok dövse bile onu hiç dövmüyordu aslında. ’ İsteseydiarar bulurdu, alırdı seni ’ demişti en son hizmetçileri Kevser Hanım..
Gecenin bir yarısı uyandı. Lavaboya gidip yüzünü yıkadı önce. Sonra odasına dönüp kâğıt- kalem buldu. Oturup mektup yazdı annesine. ’ Canım anneciğim , canım ağabeyciğim dedi annesinin ilk kocasından olan Feridun Ağabeyine. ’ Beni buradan alın. Sevmiyorsanız, istemiyorsanız bile alın ’ dedi.. Tekrar yattığında, sabaha kadar annesini, Feridun Ağabeyini gördü rüyasında. Sevindiklerini gördü, almaya geleceklerini söylediler . Rüya da olsa sevindi, inandı geleceklerine.
Sabah olduğunda erkenden bakkala gitme bahanesiyle çıktı evden. Bakkalda posta pulu satılıyordu. Bir tane alıp yapıştırdı zarfın üzerine ve hemen yakındaki posta kutusuna emanet etti anneciğine yazdığı mektubunu.
Eve dönüp beklemeye başladı. Esaretten kurtulmuş gibi hissetti kendini. Daha bir neşelendi. Ferhat’la daha çok oynadı. Hizmetçi Kevser Hanım’a daha çok yardım etti. Sabiha Hanım’ın ve ablasının ilâçlarını daha bir sevgiyle verdi. Kızmıyordu onlara, asla kin gütmüyordu. Fakat mutlaka annesinin yanına dönecek, orta okula yazılacak, okuyup İlhan Öğretmen gibi biri olacaktı. Hayalleri vardı artık, ideali vardı ; okumak, öğretmen olmak. Kaderine ettiği pesi geri almıştı. İnanmıştı, annesi- ağabeyi mutlaka gelip alacaklardı onu. Yeniden evlerine götüreceklerdi. Babasının anlattığı gibi kötü davransa bile İsmail Baba’sı, katlan
maya kararlıydı. Yeter ki yanlarında istesinler, okula göndersinlerdi...
Postacı amca, postacı amca
Çabuk ulaştır mektubumu anama
Okusun bütün yazdıklarımı
Düşsün yollara bulsun kızını.
Bulsun da gelip alsın
Alıp da bağrına bassın
Anneden ayrılır mı çocuklar
Ayrılırsa nasıl yaşar ?
Annelere malûm olduğu sözü ne kadar da doğrudur. O gece sabaha kadar çocuklarını görür düşlerinde. En büyük kızı çoktan evlenmiş, eşiyle birlikte çalışmak için Almanya’ya gitmişti. İyi idi onlar için belki ama hasretlik vardı arada. Yılda bir kez ancak geliyorlardı. İlk kocasından olan ikinci kızı da evlenip Soğanlık’a yerleşmişti. Soğanlık yakındı. Bazen o gidiyor bazen de kızı onlara geliyordu. Oğlu Feridun ise liseye başlamıştı. Okulun yanı sıra bir manav dükkânında çalışıyor, üvey babasıyla geçinemediği için geceleri de manav dükkânında yatıyordu. Sadece çamaşırlarını yıkatmak için, evde üvey babası olmadığında geliyordu. Fikret’i o göndermek zorunda kalmıştı babasının yanına ama özlüyordu, evlâttı işte. Mukaddes’in durumu bambaşkaydı onun için. Anneli babalı kızını alıp evlâtlık vermiş
ti ikinci kocası. Kızının nerelerde, kimlerin yanında ve nasıl olduğunu bilmiyordu. Fikret de hiç ona gelmediği için haber bile alamıyordu Mukaddes’ten.
En çok da Mukaddes’i gördü o gece düşünde. Kollarını açmış ‘’ anne, anneciğim, ne olur kurtar beni ! ‘’ diye yalvarıyordu Mukaddes. Dayanamayıp uyandı, fırladı yatağından.
_ Mukaddes , Mukaddes diye bağırmaya başladı. Öfkeyle uyandı kocası.
_ Ne oluyor ulan , ne bağırıp duruyorsun ?
_Mukaddes, Mukaddes beni çağırıyor ! ‘’ Kurtar anneciğim ‘’ diyor ! Yerinden hiddetle fırladı adam.
_Ulan, ben sana demedim mi, yalan söylüyorlar, kızı alıp vermeyecekler, gönderme diye? Dövün bakalım şimdi, ne faydası olacaksa, deyip lavaboya gitti adam. Döndüğünde ellerini yüzüne kapamış ağlıyordu kadın. O da lavaboya gidip abdest aldı. Namaza durdu. Dua etti, yalvardı Yaradan’a. Mukaddes’i korumasını, ona kavuşturmasını diledi. Yatmadı namazdan ,sonra da. Eline Kuran –ı Kerim’i alıp sabaha kadar hem okudu hem de dualarına devam etti.
Kocası uyandığında kahvaltı hazırlamak için mutfağa girdiğinde başı dönmeye başlamıştı. İnatla hazır etti kahvaltıyı. Kocasına haber verip , çağırdı . Adam bir taraftan yüzünü kuruluyor diğer taraftan kadına söylenip duruyordu.
_ Parmak kadar çocuğa sahip olamadın. Kaptırdın gitti elin yabancı insanlarına. Kız çocuğu bu ; dilendirirler mi, başka haltlar mı ederler hiç belli olmaz. Satmıştır o herif çocuğu ! Kim bilir kaç para almıştır ? Bu sözlerden sonra yığılıp kaldı yerde kadın. Adam paniğe kapıldı.
_ Fevziye, Fevziye ! Uyansana lan ! Tamam ben ilgilenirim, polise falan giderim. Gerekirse Mahkeme bile açarım. Fevziye diyorum ! Uyansana be kadın !
Doktora götürmek zorunda kalır adam karısını. Ve ummadığı bir sonuçla karşılaşır. Kırk yaşın üzerindeki karısı hamiledir. Hem de altıncı çocuğuna. İnanmakta zorlanırlar ikisi de. Tekrar tekrar sorarlar doktora. Fakat doktor sonuçtan emindir; kırk yaşın üzerinde olsa da hamiledir kadın. Adam şaşkınlığı üzerinden attık
tan sonra sevinmeye başlar. İlk çocuğudur onun. Daha önceki eşi ona bir çocuk bile veremeden ölüp gitmiştir. Kadın hiç de istemezken bu altıncı çocuğu, o kararlıdır, mutlaka doğurmalıdır onun bu ilk çocuğunu…
Eve döndüklerinden az sonra kapı çalınır. Postacıdır gelen. Mukaddes’in mektubudur getirdiği. Zarfın üzerindeki Mukaddes ismini okur okumaz yine düşer bayılır kadın. Yüreğinde bir ateş yanar bir anda. Adam koşup gelir yine .
_ Ne oluyor ulan yine ? Çattık vallahi ! Bir çocuk doğuracaksın, ikide bir bayılıyorsun. Daha önce beş taneyi nasıl doğurdun be ? Elinde tuttuğu zarf gözüne çarptı adamın. Hemen açıp okudu. Mukaddes’in gönderdiğini gördü. Adres vermişti çocuk. İlle de gelip almaları için yalvarıyordu. Kadın kendine geldiğinde, hemen giyinip yola koyulmaya kalkıştı. Mantosunu ayakkabılarını aramaya başladı.
_ Dur ulan ! Telâşla olmaz bu işler. Manavdan armut almaya mı gidiyorsun. Polise gidelim. Adresi polise verelim. Memlekette kanun var nizam var. Anneli babalı çocuğu alıkoyamazlar.
_ Sen karışma, deyip çıkıştı adama. O benim kızım, yavrum. Çekip alırım ellerinden.
_ O zaman hiç değilse Feridun’u al yanına, dediğinde hak verdi kadın.
Yine mantosunu ve ayakkabılarını giyinip bu defa oğlunun hem çalışıp hem de barındığı Pendik’in içindeki manav dükkânına gitti. Oradaydı oğlu. Olanları heyecanla anlattı. Ertesi gün pazardı zaten. Patronundan da izin aldı Feridun. İstemeden para da verdi patronu ona.
_ Sakın almadan gelmeyin çocuğu tamam mı ? Bakın isterseniz polise verelim. Komiser yakın dostumdur, iş görür ; ne dersiniz ?
_ Ben kardeşimi kendim alırım evvel Allah ! diye söze atıldı Feridun, delikanlılığın verdiği güç ile.
Sabahı zor ettiler kadın ve oğlu. Bütün geceyi namaz kılıp Kur’an okumakla ve dua etmekle geçirdi kadın. Sabaha kadar yalvardı Yaradan’a ;
_ Allah’ım ne olur bana yardım et ! Kızımı bana bağışla..
Anne – oğul erkenden yola koyuldular. Evleri E -5 karayoluna yakındı. Gebze- Harem minibüsleri ile Üsküdar sapağına kadar gelip orada indiler. Dolmuş taksilerle Üsküdar’a geçip Beşiktaş vapuruna bindiler. Vapurda Mukaddes’in mektupta yazdığı adresin tarifini sordular birilerine. Orta yaşlı, memur tipli bir beyefendi yardımcı oldu onlara.
_ Vapurdan inince düz yürüyün. Barbaros Bulvarı’nı geçtikten sonra sağdan devam edin. Az ileride Çelebioğlu Sokağı. Yaklaşınca tekrar birisine sorarsınız.
_ Allah senden razı olsun beyim ! Kızım var benim orada. . Babası olacak herif evlâtlık vermiş kızımı . 12 yaşında daha. Meraklandı adam. Kadına doğru dönüp daha fazla bilgi almak istedi.
_ Ne yani , anneli babalı çocuğu, hem de annesinin rızası olmadan evlâtlık mı verdi ?
Dertleşecek birini bulmuştu kadın. O da adama dönüp öyle konuşmaya başladı.
_ Tamamen anladığın gibi bey..Benim rızam bile olmadan alıp evlâtlık verdi işte..
_ Hemen polise git. Karakolu tarif edeyim sana. Alıp verirler kızını hemen..
Feridun atıldı orada söze.
_ Hiç lüzumu yok. Ben kardeşimi çekip alırım onların elinden. Polisle falan uğraşıp zaman kaybetmeyelim şimdi. Hem zengin insanlar bunlar. Karakolu ayarlarlar ya da saklarlar Mukaddes’i…
_ Olur mu canım öyle şey ! Dağ başı mı burası ?
Vapur daha iyice yanaşmadan diğer yolcuların şaşkın bakışları arasında atladılar bile. Tarif üzerine önce ileriye doğru yürüyüp Barbaros Bulvarı’na vardılar. Sonra yola çıkıp sağdan devam ettiler. Biraz yürüdükten sonra yaşlıca bir bayana rastlayıp tekrar adresi sorduklarında Mukaddes’e çok yaklaştıklarını gördüler.
_ İşte tam şurdaki apartmanın dördüncü katı oluyor aradığınız adres, dedi baş örtülü, kısa boylu, çilekeş görünümlü yaşlı kadın. Ona anlatıp da zaman kaybet
mek istemediler. Koşarak gittiler apartmana kadar.
_ Anne bak asansör var. Ona binelim, daha çabuk çıkarız, dedi Feridun.
_ Bırak oğlum asansörü falan, deyip merdivenleri koşmaya başladı bile annesi. Bir çırpıda çıkıp dördüncü kata kadar, dinlenmeye bile gerek duymadan çaldılar kapıyı.
Hizmetçi Kevser Hanım kapıyı açıp onları gördüğünde fazla şaşırmadı. Mukaddes’in annesinin bir gün mutlaka o kapıya geleceğinden emindi. Yine de sordu..
_ Buyurun, kimi aramıştınız ? Ana oğul birlikte cevap verdiler
.
_ Mukaddes’i almaya geldik. Burada mı ?
Pazar olduğu için herkes evdeydi. Kemal Bey, Remzi Bey, Ümit Hanım, Can ve diğerleri. Kemal Bey içeriden seslendi.
_ Kimmiş Kevser Hanım ?
_ Mukaddes’in annesi, ağbisi . Almaya gelmişler, dediğinde Mukaddes,
_ Anneeeee ! diye bağırarak koştu kapıya. Peşinden Kemal Bey, Remzi Bey de koştu. Çoktan sarılmıştı Mukaddes annesine. İkisi birden ayırmaya çalıştılar. Feridun onlara müdahale etmeye çalıştı. İtiverdiler bir kenara çocuğu. Yere düştü Feridun. Düştüğü yerden bağırmaya başladı.
_ Kaç paraya sattı ulan o herif Mukaddes’i size ?
_ Ne diyorsun oğlum sen, ne satması ? Çoktan ayırıp Mukaddes’i annesinden içeriye almışlardı bile. Ağlıyordu Mukaddes,’’ anneciğim, ağabeyciğim ’’ diye…
_ O benim kızım, verin kızımı, diye inletti orayı kadın. Kızımı almadan şuradan şuraya gitmem. Ölürüm de bırakmam kızımı, diyordu..
_ Biz onu babasından aldık. Sen git ondan sor kadın, dedi kemal Bey. Hem nasıl ıspat edersin senin kızın olduğunu ? Nikâh falan yapmamışsınız ki . Kanunen hak iddia edemezsin sen. Hak sahibi babası . O da bize evlâtlık verdi, dediğinde isyanını haykırdı kadın yine bağırarak.
_ Onu ben doğurdum ben ! Nasıl hak sahibi olmam ? Verin kızımı diyorum size.
_ Bakın siz ev basmanın ne demek olduğunu biliyor musunuz ? Şimdi polis çağırıp, ikinizi de hapse attırırım sizin ,diye uyardı Kemal Bey. Düştüğü yerden fırlayarak Kemal Bey’e bir yumruk fırlatmaya çalışan Feridun fena halde dayak yedi adamlardan. Mukaddes onların sesini duydukça ağladı ağladı. Remzi Bey Mukaddes’in yanına gitti.
_ Bak Mukaddes ; söyle gitsinler. Yoksa polis çağırtıp ikisini de hapse attıracak Kemal Dayı dediğinde Mukaddes ağlayarak yalvarmaya başladı bu defa ,
_ Yalvarırım ne olur hapse attırmayın annemleri.
_ O zaman git söyle gitsinler, deyip gitmeleri için ne yapması gerektiğini öğrettiler.
_ Ben sizinle gelmek istemiyorum. Beni daha önce babamın yanına göndermedin mi ? Hani istemiyordun, ne oldu şimdi ? deyip ağlayarak odasına girdi. İtile kakıla çıktılar apartmandan. Ağzı burnu kan içinde kalmıştı Feridun’un.
_ Gene geleceğiz. Mukaddes’i size bırakmayacağız, diyordu kanları silerek.
_ Avukat bulup mahkemelere veririz yine de bırakmayız, görürsünüz, diye bağırıyordu annesi. Pencereden gidişlerini seyrediyor ,ağlıyordu Mukaddes.
Sağa sola danışıldı. Nikâhsız olduğu için işin zor olduğu söylendi. Zengin insanlarla uğraşılamayacağı söylendi.’’ Zaten istiyorsa mutlaka kaçar gelir bir gün ‘’ dendi..
Baba olayı öğrendiğinde, Fikret’i suçladı. Mukaddes’in yerini söyleyenin o olduğuna inanmıştı. Suçsuz olduğunu ispat edemedi çocuk.
Yeniden rahatsız edilmemek için kısa sürede Beşiktaş’ın bir başka semtinde, Ihlamurdere’de yeni bir daire alınıp oraya taşınıldı. Mukaddes’e daha özel davranıldı. Annesinin yasal hakkı olmadığı, alsa bile babasının tekrar geri alabileceği anlatıldı. Ancak onsekizinden sonra eğer isterse annesine gidebilecekti.
İnandı Mukaddes. Boyun eğdi kaderine. O insanları ailesi bilmeye , onlara ısınmaya çalıştı. Bütün gün Ferhat’la oynadı, ilgilendi. Öyle avuttu kendini. Herkese güler yüzlü davrandı. Surat bile asmadı kimselere. Herkes onun hayatından memnun olduğunu zannetti.
Tam 24 yaşına kadar o evde, o insanların yanında, evlâtlık olarak kalacaktı Mukaddes...
Fikret TEZAL - 2009
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.