- 978 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sokak Köpeği
O sabah işe gitmek için her zamanki gibi otobüs durağında bekliyordum. Soğuk bir kış günüydü. Otobüslerin hangi semte gittiğine bakarken, sol tarafımda, bir insan boyunda olamayacak bir beyaz kıpırtının hareket ettiğini farkedip gözlerimi o yöne çevirdim. Gelen bir sokak köpeği idi. Bej renginde, yerden 30 cm yükseklikte bir köpek. Öylesine zayıftı ki, sadece deri ve kemikten oluşuyordu sanki. Güçlükle yürüyor, soğuktan ve dermansızlıktan tir tir titriyordu. Yavaşça geldi, durakta bekleyen şişmanca bir kadının bir metre berisinde durdu. Birkaç kere titredi olduğu yerde ve arka ayakları üzerine oturup, sabit tutmaya çalıştığı başını kadına doğru çevirdi ve kadına bakmaya başladı.
Kadın bir ev kadını görünüşündeydi. Fanilasını dirseklerine kadar sıyırıp, sürekli nemli ellerle dolaşan, mutfakta pişirdiği çöreklerin, böreklerin kokusunu gezdiği yerlere dağıtan kadınlara benziyordu. Belki de bu köpek onun için onun önünde durmuştu. Yemeklerle haşır neşir birisi yanında yiyecek de taşıyor olabilirdi ona göre. Ama evinde sıcak bir yemek kokusu olan bu kadın sokağa çıkınca, tanımadığı insanlarla göz göze gelmek korkusuyla, başını yukarı kaldırır, soğuk ulaşılmaz bir ifade takınır, sadece gelip geçen otobüslerle ilgilendiğini göstermek için yola boş gözlerle bakardı. Bu yüzden bir metre ötesindeki ona gözlerini dikmiş bakan köpeği farketmedi.
Köpek titreyerek ona umutsuzca bakmaya devam etti beni gör diyen bakışlarla, yanında yiyecek taşıdığını umut ettiği bu kadına. Kıskandım o anda o bakışları.
İçimden bana bak, bana bak diyordum, ama köpek de beni farketmiyordu, ısrarla kadının gözlerinin içine bakıyordu.
Sonra umudunu yitirdi, yavaşça yerinden kalktı ve titreyerek duraktan uzaklaştı...
O anda içime bir ateş düştü. Herkes aslında o köpek gibi bakıyordu, beni gör diyen bakışlarla... İnsanlar iyi kötü ne yaparlarsa yapsınlar görülmek için yapıyorlardı. Seni görmesi için baktığın sevgili, bir başkasına bakıyordu görülmek için. Görülmek için giyiniyordu insanlar, süsleniyordu. Görülmek için güzel evlerde yaşamak istiyorlardı. Görülmek için kariyer yapıyorlardı. Görülmenin manasını sahip olunan şeyler sanıyorlardı. İnsanlar onların güzel döşenmiş evlerine baktıklarında, bakılan kendileri sanıyorlardı. Masallarda bile
görülmek, sahip olunan şeylerdi. Külkedisi masalını hepiniz bilirsiniz. Bir peri gelip külkedisini süslemese, o yırtık kirli elbisesi ile gitse idi, prens onu farkedecek miydi? Büyük ihtimalle hayır.
Ve insanlar bu masallarla büyüdüler. Perilerimiz yoktu, sihirli değneği ile donatsın bizi. Ne yapacaktı insanlar peki? Kimisi çok çalışacaktı, öyle ki, hayatı işi olacaktı. Kimisi kendisini pazarlayacaktı. Kimisi öldürecekti, kimisi acındıracaktı, kimisi hırsla öfke ile dolacaktı, kimisi yalaka olacaktı, kimisi kıskanacaktı sahip olanları. Büyük çoğunluk ise umutsuzca tırmalayacaktı. Hayal etmedikleri evlilikleri yaptılar, hayal etmedikleri hayatları yaşadılar ve herşey yolundaymış gibi davrandılar. İçlerinde gömülüp kalmış, bakmaya korktukları gizli hazinelerini; utançla, kibirle, yalanla, ihanetle örttüler. Ne de olsa o hazine görülmezdi, hayatın kuralları vardı. Umutlarını, hayallerini, benliklerini gömdüler oraya. Giyindikleri kıyafete büründüler, herkes gibi oldular. İçlerindeki büyük destansı aşkı unuttular. Aşk yok ki dediler, mantık var. Aslında haklıydılar. Farklı olmak riskliydi, öldürücüydü. Toplum beslemezdi farklı olanı, aç kalırlardı. Hem tecrübeleri onlara göstermemiş miydi daha küçük bir çocukken, en güzel oyuncağa sahip çocuğun en çok sevilen çocuk olduğunu, herkesin onunla oynamak için can attığını. Onun kağıttan yaptığı şaheserine burun kıvırdıklarını görmemiş miydi? O zaman vazgeçmişti, kağıtlarından, makasından, uhu’sundan. Annesinin elinden tutup, göstermişti gösterişli uzaktan kumandalı arabayı, alması için ağlamıştı. Ve hayatının devamında hep ağlayacaktı, o köpeğin bakışı ile bakacak, içine gömdüğü hazinesinin kıpırtısı ruhunu sızlattığında, sahip olduklarına sarılacaktı. Nasılsın diye sorulduğunda, “Harikayım” diyecekti, içindeki binlerce farklı yanıtı bir kenara atarak.
Oysa ki en can alıcı sorudur “Nasılsın” sorusu. Çok derin bir sorudur.
“Ne hissediyorsun?” anlamındadır aslında ama basit bir kelime içine sıkışıp kalmış, kalıplaşmış bir sorudur. Cevaplar da kalıplaşmıştır. Çünkü gerçek hissedilen hep perde arkasındadır. O perde açılırsa insan çırılçıplak kalıverir, bütün sızıları ortaya çıkar. Gerçek bilinse de, verilen cevap doğru kabul edilir, ötesi kurcalanmaz. Oysa ki, bir nasılsın sorusuna bir destan yazılabilir.
........
…Sonra utançlarını, umutlarını, hayallerini, benliklerini unutmak için eşlerini aldattılar, uyuşturucu içtiler, kanser oldular.
O hazine örtünün altında kıpırdadıkça, yeni şeylere sahip olmak için çırpındılar. Kendilerini daha iyi, daha büyük, daha güçlü gösterecek şeyler. Ve aslında hiç bilinmeden öldüler.
Arkalarından kendilerinden çok, sahip oldukları konuşuldu...
Gelelim o açlıktan ölmek üzere olan sokak köpeğine.
Peki o sokak köpeğinin diğer köpeklerden ne farkı vardı da böylesine aç kalmıştı? Diğer köpekler karınlarını doyurmayı başarırken o neden başaramamıştı?
O çok özel bir köpekti. Onurlu idi, yüzsüzlük etmezdi. Dükkanların önünde durur, dükkan sahibinin kendisine yiyecek vermesini beklerdi. Kimi zaman birisi önüne bir parça yiyecek atar kimi zaman da eli boş dönerdi. Aslında boyu yetse idi, çöp tenekelerine tırmanıp yiyeceğini bulur, insanların merhametine sığınmazdı ama, boyu yetişmiyordu işte.
Bazen şanslı olursa, dolan çöp tenekelerinden taşan poşetlerde kırıntılar bulurdu. Ama ah o büyük köpekler yok mu, ne aç gözlüydüler. Ona bir lokmayı bile fazla görürler,
dişlerini gösterip kovalarlardı. Onun koca bir yüreği vardı aslında ama bedeni küçük yaratılmıştı. O bulduğu küçük bir parça yiyeceği bile kedilerle paylaşırdı. Hele hele yavru
kedilere hiç dayanamaz, tüm açlığına rağmen bir yudum yemeden onların yemelerini izlerdi. Diğer köpekler fırsatçıydı, hırsızdı onlar. Dükkan sahibinin boş anını kollar, tezgahtan
yiyeceği kapıp kaçarlardı. Arkalarından taş da atılsa, kalın sopalarla dövülseler bile pes etmezler, yine aynı yere gelip sinsice fırsat kollarlardı. Ama hayatta kalan onlardı.
Bir gün o onurlu köpek açlığa teslim olacak ve bir kaldırım kenarında ölecekti. Yanından geçenler, daha önce görmedikleri o köpeğin keskin kokusuna kayıtsız kalamayacaklardı ve
burunlarını tıkayacaklardı. Ben de o kaldırımdan geçecektim. Onun yerde yatan cansız bedenini tanıyacaktım. Gözlerimden yaşlar boşalacaktı...