- 853 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İTHAL DAMAT
Ülkemin yakan güneşinden ve klimasız odaların cehenneminden gelmişim ben. Hasret kalmışken serin dağ rüzgarlarına ve yağmura tabi ki çıkıp gezmek istedim bu yağmurda. Hem de ıslanmak arzusuyla. Güldüm önce kendime daha ilk adımlarımda. Ahmak ıslatan yağmurdu bu şekilde yağan yağmurun adı. Aman, dedim kendi kendime. Ahmaksam da kim bilecek beni burada?
Ren nehri kocaman yatağında durmadan akıp duruyor. Ve gemiler durmadan gidiyor üzerinden. Fransa yakınlarından aldıkları yüklerini hiçbir engele takılmadan Holanda’ya oradan okyanuslara ulaştırıyorlar. Ren bunu sağladığı için gururla akıyor, daha bir nazlı akıyor.
Ren nehri boyunca kim bilir belki de Okyanusa vardığı yere kadar kıyıları yükseltilip yürüyüş yolları yapılmış. Betondan, topraktan değil. İnsanların ayaklarını yormayan, bastıkça ayağınızın altında esneyen sanki lastik hissi veren kırmızı bir kumdan yapılmış yollar. Beş kişinin yan yana rahatlıkla yürüyebileceği bir genişlikte yaya yolunun hemen yanında da beyaz şeritle ayrılmış bir de bisiklet yolu var boylu boyunca.
Ahmak ıslatan yağmur öyle mutlu ediyor ki beni, ne kadar yürüdüğümün farkında bile değilim. Başımın üzerinde ne bir kapşon ne de bir şemsiye var. Mutluyum, kafama yağan uslu seyrek yağmur damlalarından. Öyle unutmuşum ki her şeyi, bir başka kentin sınırlarına kadar yürüdüğümün farkında bile değilim. Burası Almanya’nın en yoğun yerleşim bölgesi. Ruhr Havzası. Bu yüzden başka bir kentten söz ettiysem şaşırtmasın sizi. Kentler birbiri ardına sıralanmış. Yürüdüğüm de ne, belki de beş kilometre.
Benim gibi ahmak ıslatan yağmurda yürüyüşe çıkmış başkaları da var, bisiklet sürenler de. Başka kentin sınırlarına geldiğimi anladığımda yağmur artık durmuştu. Geri döndüm geldiğim yoldan. Bazen gemileri izleyerek bazen ne taşıyor olabileceklerini düşleyerek. En çok da çeşitli ham maddeler taşıdıkları belliydi. Arada seyrek de olsa Ren Nehri Turu yapan küçük ama pırıl pırıl yolcu gemilerine de rastlıyordum.
Birkaç gün sonra buradaki işim bitecek ve ben yeniden kavurucu sıcaklara geri dönecektim. Tadını çıkarmak istiyordum yağmurlu havaların. Tuna’yı da görmüştüm yıllar evvel Budapeşte’de. Tuna’nın da taşımacılıkta ve heybetli oluşunda Ren’den alta kalır yanı yoktu. Ren ile ilgili anlatılan Alman öykülerini bilirdim de şarkılar var mıydı bilmiyordum. O yüzden heybetle ama bir o kadar da nazlı nazlı akıp giden bu nehire bakarken türkü söylemek geldi içimden. Bildiğim Tuna Nehri türküsünü mırıldandım Ren’e bakarak. Tuna nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor…
Önümde, az ilerimde, yürüyüş yolunun biraz altında yere çömelmiş, elindeki bir ağaç parçasıyla toprağı eşeleyen sanki bir şeyler çiziktiren birini görünce içimde bir şeyler kıpır kıpır etti. Düşünmeden ona doğru yürüdüm ve doğrudan Türkçe “merhaba” dedim kendisine.
“Merhaba abi”
İki kere sevindim bir anda. Hem böyle yere çöküp elindeki ağaçla toprağı eşeleyen birinin ancak benim ülkemin insanı olabileceğini bilmiştim, hem de bana abi demesine sevinmiştim. En azından amca ya da dayı dememişti. Oldum olası bu dayı diye hitap edenleri sevmem zaten. Çünkü ne ben onların dayısıyım, ne de öylesi dayılardanım. Abi demesine sevindim ki zaten abisi olabileceğim yaşta birisiydi. Yirmi beş yaşlarında falan olmalıydı, kara kaşlı kara gözlü. İleriye çıkık çenesi kısa kesilmiş saçlarıyla, ama hüzünlü bakan da gözleri vardı.
“Ne yapıyorsun burada böyle. Toprağı eşelediğini gördüm de, anladım senin bizden olduğunu. Başka hangi toplumlarda vardır bu alışkanlık bilemem. Bu yüzden doğrudan Türkçe konuştum seninle.”
“Evet abi, doğru düşünmüşsün, toprağı eşeleyip baktım da, ama inan ne kadar beklediysem de burnuma şöyle tatlı bir toprak kokusu gelmedi. Yok be abi, buranın toprağı da kokmuyor. Bizim oralarda yağmur değdiği anda toprağa buram buram kokar ki toprak, insanın aklını başından alır. Toprağın güzel kokusu, yaşamı da sevdirir insana, ölüm korkusunu da yok eder insanın”
Tamam, dedim kendi kendime. İşte bu sözleri eden biriyle hoş bir sohbet yapılabilir.
“Neresindensin Türkiye’nin?”
“Sorgun.”
“Sorgun?”
“Yozgat’ın abi. Yozgat’ın ilçesi. Gittiysen doğuya, mutlaka içinden geçmişsindir.”
“Yürüyelim mi şöyle birlikte? Sohbet ederiz hem.”
“Olur.”
Şimdi yaya yolunda birlikteyiz artık. Cebinden sigara paketini çıkarıyor. Bana uzatıyor.
“Yok teşekkür ederim. Kullanmıyorum. Ama lütfen sen de içme. Hiç olmasa yürürken içme de, yürüdüğüne değsin” dedim.
“Haklısın” diyerek yeniden cebine koydu sigara paketini.
“Epey oldu mu buradasın? Yani Almanya’da. Burada doğmadığın, burada büyümediğin belli.”
“Nerden belli abi?”
“Burada doğup büyüyen ne bilsin toprağın kokusunu.”
“Abi sen nesin. Kusura bakma ya. Yani mesleğin ne?”
“Neden sordun?”
“Akıllı birisin de. Güzel konuştun yani.”
“Öğretmenim ben.”
“Belli.”
“Kaç yıldır buradasın?”
“Dört yıldır buradayım. Evlilik yoluyla geldim ben buraya. Bir akrabamızın kızıyla evlenip, aile birleşimi yoluyla geldim ama çalışmıyorum henüz. Çalışıyorum da resmi değil. İş bulmak da kolay değil zaten.”
“Zor değil mi, işsiz olmak.”
“Zor ama, daha zor olanı var be abi.”
“Neymiş o?”
“Dil bilmemek zor. Anlaşmak zor. Anlaşılmak zor. Ben Türkiye’de Liseyi bitirdim, Üniversiteye başlayacaktım da işte evlenip buraya geldim bir hevesle. Ama hiç de düşündüğüm gibi değilmiş Almanya. Bırak elin Alman’ını, bırak eli, yabancıyı, kendi akrabalarım, kendi eşim bile küçük görüyor beni. Onlara göre beni Türkiye’den alıp getirmişler de hayatımı kurtarmışlar. Yoksa orada perişan, sefil, yoksulluktan ölüp gidermişim.”
Yozgat Sorgunlu yürüyüş arkadaşım artık benim araya girmeme bile fırsat vermeden anlatıyordu.
“Ben gibilere ne diyorlar biliyor musun burada? Gerçi sen de bilirsin ya. Sahi sen burada mı öğretmensin?”
“Hayır. Ben sadece bir iş için buradayım. Yakında geri dönüyorum”
“Hımm, o zaman bilemezsin tabi. Bize yani ben gibi evlenip Türkiye’den buraya gelenlere ithal damat diyorlar. Kızlara da ithal gelin. İthal damat veya ithal gelin demek, işte getirilip hayatları kurtarılmış zavallılar demek onlar için. Bir şey bilmeyen, bir işe yaramayan, yolunu çıkaramayan, koş deyince koşması gereken, yap deyince yapması gereken, konuşma hakkı olmayan, onların elinin altında oyuncak olmuş, istedikleri gibi yönlendirilip kullanılan köleler gibiyiz anlayacağın onların gözünde.”
“Adın ne senin?”
“Samet, abi. Samet benim adım.”
“Peki ama Samet kardeş, bu nasıl evlilik. Eşinle severek evlenmediniz mi? İsteyerek olmadı mı?”
“Oldu tabi. Öyle olduğunu sandık daha doğrusu. Ama buraya gelince işler değişti. Çok farklıymış dünyalarımız, onu anladım. Onlar da haklı tabi. Eşim yani. Burada doğmuş, burada büyümüş, burada okullara gitmiş. Nerdeyse dilimi bile anlamıyor. Yabancılaştık birbirimize. Hani sen öğretmensin anlarsın diye anlatıyorum. Yoksa mümkün mü önüme çıkan birilerine kendi özel durumumu anlatayım? Yok abi, çekilecek gibi değil. O eşimle bize ait odaya giriyoruz ya, ışığı söndürüp de karanlık dolunca odamıza, bedensiz kalıyorum sanki. Karanlıklar içinde dolaşan bir ruh oluyorum adeta. Ne yanımdakinin farkındayım ne de kendimin. Bir duvar saatimiz vardı yatak odamızda, tik tak sesleri duyulan modern bir şey. Onu çıkarıp attım odamdan. Karanlık olduğunda onun sesi bana ölümü hatırlatıyordu. Durmadan boşa geçen ve bitmekte olan zamanı hatırlatıyordu. Anlayacağın abi, derin kuyulara hapsolmuş gibiyim burada. Şimdi buradayım işte. Her zaman yaptığım bir şey. Kaçıyorum. Yalnız kalmak için, kendimle baş başa kalmak için kaçıyorum, ama ne buradayım ne kendim olabileceğim bir yerde. Kendimden ötede bir yerlerdeyim hep.”
“Samet, dedim. Samet kardeşim. Demek ki benim de suskun kalacağım anlarım olurmuş. Bak işte şimdi ne söyleyeceğimi de bilemiyorum. Keşke yolunu bilsem, keşke çözümünü bilsem de söylesem sana. Alışmaya çalış desem, sana kötülük etmiş gibi olacağım. Alışılacak, dayanılacak gibi değil çünkü.”
Yolun bir yerinde Samet ayrılacaktı benden.
“Hocam” dedi bu kez bana. “İnsan sıkışık, zor durumlarda nasıl da sığınıyor inançlarına. Bizim oralar Bozkırdı, dört yanımız ufuklarla sarılıydı. Alabildiğine uzak, alabildiğine geniş ufuklar. Burada hapsolmuş gibi olunca, hiç olmasa yaşamımda ufukları açsın diye Allaha yalvarır oldum gece gündüz. Ama Hocam, biliyor musun, insanlar yalancı da, Allah tümden yalancı çıktı be” deyip ayrıldı benden Samet.
“Samet, Samet” dedim ardından kendi kendime. “Ben yağmurda mutlu olmak için çıkmıştım yürüyüşe. Sen yüreğime bir kor bırakıp gittin. Keşke seni ve şu yağmuru alıp özlemini çektiğin sınırsız ufukları olan o bozkırına götürebilseydim…”
YORUMLAR
almanya'da yaşayanlar burada almanya'lı diye yabancılaştırılıyorlar almanya'da türk diye. hiçbiryere tam ait olamıyorlar ne yazık ki. öykünüzde de okuduğumuz gibi ne yazık ki birinci derece yakınlarının yanında bile bu böyle.
güzel yazmışsınız. ellerinize sağlık. özellikle ren nehri gözlemleriniz çok sıcak ve canlı.