- 2621 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Suda Gözyaşı Kaldı
Suda Gözyaşı Kaldı
O gece içimde tarifsiz bir sıkıntı peydahlanmıştı, huzursuz bir halde yatağa uzanıp kendimi uyumaya zorladım, aniden kapı zili çalınca irkildim, yataktan fırlayıp kapıya doğru yöneldim, aksak adımlarla yürümeye başladığımda, ellerim titriyordu tıpkı yüreğim gibi. Açmakla açmamak arasında kararsız kaldım bir an, ödüm kopuyordu ruhumdan, biliyordum kötü bir şey olmuştu, her ‘’kim o’’ dediğimde, sesim sesime çarpıp geri dönüyordu kulaklarıma, duyuramıyordum, merak etmeden de duramıyordum.
Korku ve telaş içinde kısa bir bekleyiş sonrası açtığımda kapıyı, karşımda annem, erkek kardeşim ve kız kardeşim duruyordu, yüzlerinde acı, gözlerinde yaş vardı. Hayırdır diyemedim, pek hayırlı bir durum olmadığı aşikârdı, odaya geçtiklerinde ağlamaya başladılar üçü de, ürkek bir sesle kim öldü diyebildim sadece, annem boynuma sarılıp ‘’Ali’nin kızı Kübra’’ dedi. Ali yakın akrabamızdı ama uzun zamandır bir dargınlıktan dolayı görüşmüyordum, annem bana gelecek misin dediğinde anlamıştım, kırgın olduğumu bildiği için gelmeyeceğimi düşünmüştü, düşünmekte haklıydı ama beni tanıyamadığı için de haksızdı çünkü ben insandım nihayetinde, ölümün olduğu yerde kırgınlıklar ya bitmeli ya da ertelenmeli idi. Hem ölüm hep ayırmaz ya insanları biri birinden, bu sefer iki dargını bir araya getirmekti bir vazifesi de.Acıyı sırtlayıp evden çıktık.Yola koyulduğumuzda kan revan içindeki gece şafağa doğru uzanmaktaydı ve biz gecenin sessizliğini bozmuştuk feryadımızla. Yol, olduğundan daha uzundu sanki bitmek bilmiyordu, ya da bize öyle geliyordu, doğaldı aslında onca üzüntü çökmüşken üstümüze rahat olamıyorduk haliyle. Arada bir arabanın camından gökyüzüne asıp kirpiklerimi, yıldızları kaybediyordum gözlerimde.
Günün körpe ışıkları ile birlikte yolculuğumuz sona ermişti, bitaptık. Evin önüne vardığımızda büyük bir kalabalık gördüm, göğün göbeğini çatlatıyordu figân, acı ne kadar taze, ne kadar gençti, ölüm bu kadar mı gerçekti?
Kalabalığın arasından sıyrılıp Ali’nin yanına doğru yürüdüm. Şaşkın ve yaş dolu gözlerle bana baktı, sarıldım. Neden diye sordum.
‘’İntihar’’ dedi.
Neden dedim.
’’ Bilmiyorum’’ dedi.
Nasıl olur ama diye haykırdım.
‘’Onu da bilmiyorum’’ dedi, başımız sağ olsun dedim. Hıçkırarak ağlamaya başladı, teselli etmeye çalıştım ama ne mümkün. Bir babanın içindeki yangını hangi nehir söndürebilirdi ki…
Evin içinden kadın çığlıkları yükseliyordu arşa doğru, hangi yürek dayanabilirdi bu acıya,
kimselere dilemem düşmanım bile olsa. Çocuklar anlam veremiyorlardı olanlara, nedendi ağlamalar, feryatlar nedendi. Sorular soruyorlardı annelerine ‘’anne neden ağlıyorsun, Kübra abla nereye gitti, Kübra ablayı neden götürdüler, ne zaman getirecekler’’gibi.
Taziye çadırında bir kaç uzun sakallı ihtiyar heyeti tartışma konusu açmışlardı bile. Biri ‘’daha on altı yaşındaydı cennet’e gitti’’ derken, diğeri ‘’intiharın dinimizde yeri yok, Allah affetsin’’ diyordu. Ve bir başka tartışma konusu ‘’silah kimindi, neden evde duruyordu, jandarma sizi sorguya aldı mı, bundan sonra ne olacak’’idi. Oysa taze bir fidanın ruhuna dokunmuştu ecel soğuk elleriyle, ateş düştüğü yeri yakıyordu, kimsenin sorulara cevap verecek mecali yoktu.
Hazırlıklar tamamlanmış cenazenin gelmesini bekliyorduk otopsiden. Saatler günün ortasını vurduğunda cenaze arabası çığlık çığlığa kalabalığa doğru yaklaşıyordu. O an bir fırtına koptu sanki, kocaman bir yangın başladı yüreklerde, acı katlanarak büyüyordu. Kübra’nın tabutu cenaze arabasından indirildi, omuzlarda taşındı mezarlığa kadar. Düşünüyordum, yaşamak kadar güzel bir gencin, çirkin bir ölümü seçme sebebi ne olabilirdi, oysa henüz on altı yaşındaydı ne çabuk bıkmıştı dünyadan, kendinden.
Ve dualar sonrası defnedildi Kübra. Geride bir babanın feryadı, gönlü kırık bir hayat, suda gözyaşı kaldı ve bir bavul dolusu cevaplanmayan soru...
S.U.
29.05.2010