- 625 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
27 MAYIS DARBESİ VE ÇOCUK PSİKOLOJİSİ
Mayıs ayının son haftasına baktığımız zaman, tarihi açıdan karşımıza iki önemli hadise çıkar. Bunlardan birisi, yarım asır önce vuku bulan 27 Mayıs Darbesi, diğeri de İstanbul’un fethi’dir. Biz bu sohbetimizde kronolojik olarak darbeyi ele alalım. 1960 darbesinde henüz 3 yaşında bir çocukmuşum. İki yıl sonra, henüz daha beş yaşındayken başladığım köy ilkokulunda tanışacaktım darbecilerle. Ortaokul mezunu vekil bir öğretmenimiz vardı. Kara tahta üzerinde asılı duran Atatürk’ün kim olduğunu bize uzun uzun anlatmıştı. Ancak sınıfın duvarlarında koca koca şapkalı bir sürü fotoğraftan, kötü kötü, sert sert bakan adamlardan hiç bahsetmemişti. Daha okula ilk başladığım gün korkmuştum onlardan. Sanki sürekli beni izliyorlardı. Eğer bir yanlış yaparsam, ya da bir yaramazlıkta bulunursam, beni yakalayıp cezalandıracaklarmış hissine kapılmıştım. O yüzden nice zaman, benim okul hayatım tam bir zindana dönüşmüştü. Sabahları sınıfa girmek, bana en büyük işkence gibi geliyordu. Neden sonra bu fotoğraftakilerin Cemal Gürsel ve darbeci arkadaşları olduğunu öğrenecektim. Bu bilgiyle beraber bir şey daha öğrenecektim. Onların, milletimizin çok büyük bir teveccüh gösterip başlarına başbakan olarak seçtiği Adnan Menderes’i asan adamlar olduğunu da öğrenmiştim. Korkum ve endişem katmerlenmişti. Bu adamlar bir yaramazlık yaparsam beni de asarlar diye düşünüyor ve korkudan tir tir titriyordum. Duygularım alabora olmuştu. Köyde yaşlılar bir araya gelince, 40’lı yıllardaki camide gizli gizli Kur’an okuduklarından, birisinin gözcülük ederek, jandarmaların gelmesini haber verip kaçıştıklarından söz ettiklerine tanık olmuştuk sık sık. Üstüne üstelik o arada, Jandarmaların köye gelerek birisini yaka paça götürmelerine şahit olmazmıyım? Artık ne zaman köye jandarma gelse biz çocuklar, korkuyla saklanacak delik arar ve ambarlara girerdik. Sanki bizi yakalayıp götürecekler zehabına kapılırdık. Böyle bir korku ortamında 8-9 yaşlarındaki çocukların ruh dünyalarının ne hale geldiğini bir psikoloğa sormak lazım. 10 yaşlarında ilkokulu bitirince, rahmetli babam ortaokula gitmeden önce hafızlık yaptırmak maksadıyla kazada Kur’an Kursuna yazdırmıştı beni. Bir akşam 5 arkadaş çarşıda saat 10.30 sularında gezerken askeri bir araba yanımızda durup, sorgusuz sualsiz bizi silah zoruyla bindirip karakola götürmüşlerdi de, oradaki başçavuş arkadaşıma: “Madem Kur’an Kursunda okuyorsun ebced’i oku bakalım” demişti. Arkadaşın bilmiyorum derken nasıl üzüldüğünü ve kıvranıp korktuğuna şahit olmuştum. Hoş bizde bilmiyorduk ebced nedir? Bereket ihlastan, elhamdan, tavşan etinin yenip yenmeyeceği gibi fıkıh meselelerinden sorulan soruları bilip kurtulmuştuk. Bizi bıraktıklarında tabanlarımız kıçlarımıza değerek dönmüştük. Yurda dönünce ilk yaptığım iş pantolonumu değiştirmek olmuştu. Bir de ne göreyim diğer dört arkadaşım da ellerinde pantolonları ve iç çamaşırlarıyla lavobaya yönelmezler mi? Gülüşmeye başlamıştık kendi kendimize. Artık şuuraltıma yerleşen bu haki elbiseden ve üniformadan hep korkacaktım. Ta ki 1981 yılında Asteğmen elbisesi giyip ordumuzun içine fiili olarak Asteğmen rütbesiyle katılıncaya kadar. Fakat bu kez de, tamamen zıt farklı bir duyguya kapılacaktım. Çünkü devir bir başka darbe devrine rastlamıştı. 12 Eylül sosyal hayatın içinde bütün haşmetiyle yaşamaktaydı. O elbiseyle İstanbul’da dolaşırken bu defa herkes bizden çekinecekti. Mesela bir vasıtaya mı bineceğiz? Yolcular şöyle bir kenara çekilip bize öncelik veriyordu. Nereye gitsek farklı karşılanıyorduk. Allah Allah kendi kendimden şüphe etmeye başlamıştım. Ben de bir anormallik mi var diye. Daha sonra anladım ki, Nasreddin Hoca’nın hesabı bu keyfiyet, üzerimizdeki hâki elbiseden kaynaklanıyormuş. Vatani görevime Lefkoşa’da devam etmeye başlamıştım. Orada Taraf Gazetesi yazarlarından Ahmet Altanla karşılaştık. Çok sevecen bir ortam vardı. Subaylar, astsubaylar birlikte eğitim yapıyor, yemek yiyor, gazinoda oturup sohbet ediyorduk. Korkumu , hayatımın çeyrek asırını geçirdikten sonra ancak bu atmosferde yenebilmiştim. Bu keyfiyeti onlarla da paylaşmıştım. Düşünüyorum, insan kendi halkının içinden çıkmış Peygamber Ocağı’ndan, orada vatan için vazife yapan insanlardan korkar mı hiç? Ama içlerinden bazıları çıkıyor ortaya ve çekiyor silahını milletin seçtiklerini zorla yerinden alıyor, Yassıadalara sürüyor, köpek bebek gibi komik davalarla yargılıyor ve sindirilen halkın gözü önünde futursuzca darağacına çekebiliyor. Zamanın Emniyet Müdürü gibi işkence altında nice insanlar can veriyor. Hukuk ayaklar altına alınıyor. Başsavcı sanıklara: “Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” itirafında bulunuyor. Üstelik 27 mayıs darbesi, sonraki darbelere de adeta zemin oluşturup bir çığ açıyor.Darbenin, sene-i devriyesinde her yıl, 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak da kutlanıyor. İşin garip tarafı, bu keyfiyetin toplumda ne kadar sessiz ve büyük bir infial uyandırdığına kanaat getiren başka darbeciler, bayram olarak kutlanmayı ortadan kaldırıyorlar. Bugün 27 Mayıs hala tartışılıyor. Darbe miydi? İhtilal miydi? Devrim miydi? İyi miydi? Kötümüydü diye. Yazılan çizilenlere ve 27 Mayıs’a hala bugün övgü düzenlere raslıyoruz maalesef. Haa o konjonktürde siyasilerin hiç mi hataları yoktu? Belki pek çoktu. Ancak bu hataların cezasını bazı eli silahlı kişiler değil, halk sandıkta vermeli değil miydi? Tarafların hesaplaşması Ruz-i Mahşere kalmıştır. Ben de, Hakk’ın huzurundaki o Mahakeme-i Kübra’da çocukluğumu kabusa çevirenlerden davacı olur muyum bilmem. Ama kesin davacı olacakları çok iyi biliyorum. II. Abdülhamid Han da davasını Ruzi Mahşere bırakmıştı. Çünkü 31 Mart Olayının bir tezgah olduğunu ve bu tezgahı bizzat organize edenlerin Selim Sırrı Tarcan ile kendileri olduğunu Filozof Rıza Tevfik ölümünden hemen önce itiraf etmişti. Bugün de Danıştay saldırısı’nın bir tezgah olduğunu görüyoruz. Ben tarihçi kimliğimle yakın tarihteki tezgahları yazmaya kalksam, değil bir yazı bir kitaba sığmaz. Recep Yazıcıoğlu’nun mezar taşıma: “Adam gibi bir memlekette yaşayamadan gitti” yazın vasiyetini hatırlayalım. İnşallah bu millet, demokrasi sınavını kazanacak ve gelecek nesiller olsun, adam gibi bir memlekette yaşama bahtiyarlığına erecekler. Bizim korkularımızı onlar yaşamayacaklar. Kalın sağlıcakla.
YORUMLAR
Yazınızı hüzünle okudum. Yaşım itibariyla 27 mayıs darbesine -asla ihtilaline değil- ancak yazılan çizilenlerden vakıfım. Ne Deniz gezmiş ve arkadaşlarının asılmasına, ne de koskoca bir başbakanın asılmasına razı gönlüm. Nasıl yaptılar, işkenceyle intiharların eşiğine getirip aylarca ser sefil tutuklu saklayıp astılar. Ne vicdansızlık...Şimdi teröristin önde gidenini besliyor devlet. Yakalanmasa daha iyiydi bence. Hiç olmazsa dağlarda layık olduğu koşullarda hayvanca yaşardı. Şimdi 7 yıldızlı otelde ağırlanıyor, üstelik hala pkk yı oturduğu yerden idare edebiliyor. Oysa, halkın büyük çoğunluğunun sevgisiyle iktidara gelmiş Türkiye Cumhuriyetinin bşnakanını astılar. Vatan hainiymiş gibi...
Umarım o günlere bir daha dönmeyiz. Ama hala darbe kudurmuşları sokaklarda. O yüzden çocuklarımızın geleceği için endişeliyim...Benim kızlarım askere sevgiyle gururla hayranlıkla bakıyor...Evimizin karşısında nöbet bekleyen askere selam vermeden geçmiyorlar...Çünkü bizim ailemizde, hatta tüm vatanımızda asker "mübarek" bilinir. Umarım daima da öyle kalır.
Tebrik ediyorum bu anlamlı yazınızdan dolayı. 10 puan az gelecek bu yazıya...
Saygılarımla.