- 858 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TANRIYA TANIKLIĞIM
TANRIYA TANIKLIĞIM
TANIK
Müslüman olmak için söylenmesi gereken bir cümle vardır. “Eşhedü enlailaheillallah Muhammedür Resulullah” Müslüman olmak için bu cümlenin kalp ve dil ile söylenmesi gerekir. Anlamı ise “Tanığım Allah’tan başka ilah olmadığına,tanığım Muhammedin (sav) elçi olduğuna” demektir! Yani insanlar bu tanıklığı yaptıklarında Müslüman olurlar. Halk arasında bu kelime-i tevhidi söylemekle mesele bitmiş sanılır. Oysa esas mesele bu tanıklığı gerçekten yapmaktır. Yani Allah’tan başka tanrı olmadığını görerek ve bilerek tanıklık yapmaktır. Çünkü şer’i olarak görmeden, bilmeden tanıklık edenin şehadeti kabul olmaz. Beklide ceza tatbik olunur. Başka türlü eşhedü demenin bir anlamı olmaz.
Allaha tanık olmak ne demektir? Böyle bir tanıklığın esaslarını tesbit edebilir miyiz? Yani bu tanıklığın delilleri ne olacaktır? Bir insan eşhedü dediğinde kast ettiği nedir? İnsan olarak bizler algı cihazlarımızla elde ettiğimiz bilgiler sınırlıdır. Gökyüzüne baktığımızda hayranlık uyandıran bir gökyüzü veya geceleri yıldızların ışıltıları arasında fezanın derinliklerine dalar gideriz. Aklımız yeryüzündeki her varlığın yaratılışındaki sanat ve intizamla büyülenir. Bilimlerin ışığında genişleyen aklımızla uzaydaki milyarlarca yıldızın ve galaksinin muhteşem ve neredeyse sonsuz boyutlarını düşünebiliriz. Böyle bir evrenin varedilmesi için gereken bilgi ve enerjiyi hesap edebiliriz. Uçsuz bucaksız bu evrenin yaratılması için gereken bilgi ve kudret bizi hayranlığın zirvelerine ulaştırabilir. İnsanın harikulade anlamlı duygu ve düşüncelerle dolu kimliğini ve akıl ve idrakle dolu ruhunu anladığımızda onun bu varlık aleminde ne kadar mümtaz bir varlık olduğunu kabul ederiz. Keza sayısız fenler ve sanatlar insanın yeteneklerini sergiler. Bütün spor dalları,bütün sanatlar adeta insanın yeteneklerini sergilediği bir alandır. Hiç şüphesiz insan ve dünya mükemmel bir tasarımdır. Hayat binbir cilve ile mevsim mevsim değişir. Her mevsim yaşamın farklı ve gizemli oyunlarıyla doludur. Yaşamdan aldığımız hazlar fazlasıyla çekicidir. Yeryüzünde çiçekler, çeşit çeşit meyveler ve şirin ve faydalı hayvanlarıyla yeryüzü bir saraydan farksızdır. Her şeyde bir sanat ve hikmet vardır, her yerde yaratılışın tılsımlı rayihaları mevcuttur. İnsan olarak algılarımızla dış dünyayı algılarız. Suyun,havanın , mevsimlerin farkına varırız. Meyvelerin tadına bakarız. Bedenimiz organlarımız mükemmeldir. Bizim için en güzel zevkleri üretirler. Akıl ve vicdan olarak bu evrenin varlığına tanığızdır. Çünkü görüyor ve yaşıyoruz. Tarihte sofistler haricinde bu varlığı inkar eden yoktur. İnsan ne kendi varlığını ne de evrenin varlığını inkar edemez. Hiç kimse kendisi ve bu evren hakkında yokmuş gibi davranmamıştır. Sofistai ve vahdet-i vücudcuların görüşleri de itibaridir. Yani daha yüksek bir varoluş bilincine göre aşağıdakini yok sayarlar. Vahdet-i vücudcu Tanrının varlığına kıyasla alemin varlığını yok sayar. Hatta “la mevcude illa hu” der. Yani Allahtan başkasının varlığını reddeder. Bir tarafta doğaya tanıklık yapıp Tanrıyı yok sayanlar vardır,diğer tarafta Tanrıya tanıklık yapıp maddeyi yok sayanlar vardır. Tarih boyunca materyalistler maddeyi esas alıp Tanrıyı inkar etmişlerdir. Öte yandan idealistler ise ruhu esas alıp maddeyi inkar etmişlerdir. Maddecilerin görüşlerinin esası şudur; görünen alemin esası maddedir. İnsanın gözlediği alem , insandan müstakildir. İnsan olsa da olmasa da madde vardır, derler ve bu maddeye bir ezeli-ebedi sıfat verirler. İdealistler ise maddeye harici bir varlık vermezler. Yani bu görünen alemin insan zihninde olduğunu , bu görünümleri insan beyninin ürettiğini kabul ederler. Örneğin gökteki yıldızların ışık olarak göze ulaştığını, buradan beyinde görme merkezinde oluştuğuna inanırlar. Gerçekten bugün bilimin kanısı da bu noktadadır. Kanı diyorum çünkü bu durumun bütün yönleriyle ispatlanmış bir bilimsel gerçeklik olduğunu söylemek mümkün değildir. Öte yandan idealistler bir tanık olmadan bir eşyanın varolamayacağını söylerler. Gerçekten bir tanığın olmadığı bir varoluştan söz etmek mümkün müdür? Bir şeyin varolmasını sağlayan şey, ya o şeyin kendine tanıklığıdır veya bir başka şeyin o şeye tanık olmasıdır. Çünkü varolmak farkında olmaktır. Bizler varlık olarak farkına vardığımız şeyleri isimlendiriyoruz. Bir varlığın hakkında bilincimize ulaşan verilerle,duyumlarla hüküm veriyoruz. Bir elmayı yerken aldığımız veriler renk,şekil,tat olarak zihnimize yansır. Bütün bu tatlar kendilerini hissettirirler. Elmanın rengini ve şeklini görürüz. Tadını zevk ederiz. Kokusunu duyarız. Yediğimiz elmanın varlığından asla şüphe etmeyiz. Fakat bütün bu verilerin,algıların kendisine vaki olacağı bir benlik yoksa elmanın ne anlamı kalır. Yani elmayla ilgili bilgilerin ulaşacağı bir ekran yoksa elma yoktur. Çünkü elma imajı, kokusu,tadı hepsi beyinde üretilip,zihin ekranında görünürler. Bu durumda ekranın farkında olan biri yoksa elma varolamaz.
Materyalistlerin ezeliyet verdikleri madde anlayışını en azından konumuz açısından ciddi bulmak mümkün değildir.Çünkü bir şey hakkında hüküm vermek için tanıklık gerekir.Kim maddeye ezele kadar tanıklık etmiştir.Böyle bir bilimsel tesbit yoktur.Bu iddia bir faraziyedir.Öte yandan idealistleri eşyanın hakikati hakkındaki görüşleri yani eşyanın insan bilincinde görünüşünden başka vucudu haricileri yoktur şeklindeki düşünceleri ince elenmiş değildir.Çünkü görmek ve işitmek ve şair algılar sadece bu boyutlarla sınırlı değildir.Görmenin ve işitmenin veya diğer algıların daha yüksek boyutları pek çok rivayetleri de vardır.Bugün biz ışığın bize intikal ettirdiği bu görüntülerin aslının ne olduğunu bilmiyoruz.Belki de beynimizin bize gösterdiği bu sanal gerçekliğin anlamını çözemiyoruz.Bizim yapmamız gereken eldeki mevcut cihaz ve verilerle istenen tanıklığı yapmaktadır.Bizler beş duyu,akıl ve vicdanla Tanrıya tanıklığımızı nasıl yapabilirsiniz?Kendimize tanık olduk,bir evrene de tanığız.Bu tanıklıklar nasıl olurda bir Tanrıya tanıklığa dönüşür.Veya bir Tanrıya tanık olan insanın aklında bilincinde ne gibi veriler oluşur.Tanrıya tanık olmanın anlamı nedir?
Bir çok kutsal kitapta Tanrının insanı kendi suretinde yarattığı yazılıdır.Bu sözün anlamı Tanrının tanıklığının insanda olduğudur.Yani yaratan kendi özündeki manaların imajlarını yarattığı insanda yansıtmıştır.Bu imajlar nelerdir?Bunların nasıl farkına varırız.Kendimizi incelediğimizde bir benliğimizin,aklımızın,vicdanımızın olduğunu;şefkat,adalet,sabır,doğruluk,cömertlik gibi bir çok duygu hali yaşadığımızı görürüz.Bir bedenimiz vardır.Göz,kulak,dil,burun,el ve ayak gibi bir çok organla donanmıştır.Bedenimizle bir çok sportif faaliyetleri gerçekleştiririz.Aklımızla varoluşu yorumlar,vicdanımızdan yükselen duygularla yaşama karşılık veririz.Akıl ve vicdanımızla her şeye anlam katarız.Benliğimiz varlığımızın en yüksek katmanıdır.Adeta her şeyimizin merkezidir.Benliğimiz olmadan kendimizden,varlığımızdan bahsedemeyiz.Benliğimiz varoluş bilincimizin gerçek kökenidir.Bir benlik olmadan bir insanın varlığından söz edilemez.Benlik varoluş bilincinin zirvesidir.İzafe edilecek bir ben yoksa bütün varlık mülkiyeti zail olur.Yani varlık sıfatını alacak şeylerin başında “ben “ gelir.Günlük yaşamda da bu böyledir.Benlik bilincini yani kimliğimizi kaybetmemek için böbreğimizi aldırırız,ayağımızı kestiririz,malımızı veririz.Çünkü bütün değerlerimizi bağladığımız merkezimiz ve gerçek varlığımız odur.Bu nasıl olmaktadır.Neden benliğimiz bu denli önemlidir.Bunun nedeni bizi biz yapan tek şeyin o olmasıdır.Gerçekten diğer her şey varlığını ona borçludur.Bir beden,akıl,vicdan,duygular ve düşünceler “ben” sözüyle işaret edilen o ruhsal hakikate bağlıdırlar.O Tanrısal nur her şeyin aslıdır.Varolmak anlamında diğer şeylerin varlık sebebi olduğundan gerçekten varolan odur.Diğer şeylerin varlığı ona bağlıdır.O ise müstakil ve basit bir hakikattir.Biz insan olarak kendimizi bu zirvede tanıdığımızda Tanrının vahiylerde “ben” demesinin ne anlama geldiğini anlarız.İnsan kendi benliğinin derinliklerinde bütün varoluşun kendisine bağlı olduğunu anladığı gibi;kendisininde bir prizma gibi tanrıyı yansıttığını anlar.Kendi ruhunun aynalarında tanrının sonsuz zatının imajını görür.Var denebilecek yegane şeyin O’nun benliği olduğunu anlar.Bu aklın ışığında ruh aynasında görülen bir nurdur ki diğer her şeyi yok eder.Güneş doğduğunda yıldızların kaybolması gibi ruhun çırılçıplak ışıyan varlığında diğer şeyler görünmez olur.Aslında zaman çarkı dursa sonsuzdan başka bir şey kalmaz.Bizim benliğimiz Tanrının benliğinin imajını yansıtır.Varlıksal anlamda O’nun zatının anlamını anlarız.
Akıl ve vicdanımız ise O’nun arşı ve kürsüsü gibi yaşama bakışımızı gösterir.Fakat aklın ve vicdanın çeşitli dereceleri vardır.Emmareden safiye nefis derecesine göre akıl ve vicdan pencereleri değişir.Gerçekten her mertebede akıl ve vicdan varlığa ayrı bir anlam verir.Safiye derecesinde Tanrıyı daha kamil manada anlarız.Adeta akıl ve gönlümüz O’nun arşı olur.İlahi ahlakı gerçekleştirdiğimizde O’nun ahlakınıda anlamış oluruz.
İnsan olarak kalbimizde hissettiğimiz merhamet duygusuyla O’nun rahmetini,adalet duygumuzla bir nebze adaletini,cömertlik sıfatımızla cömertliğini,kendimizdeki hoşgörü duygusunun penceresinden affını anlarız.Keza insanın yaşadığı bütün ülvi duygular O’nun isim ve sıfatlarının imajları olarak belirir.
Bedenin ve organların diğer bütün faaliyetleride bu pencerelerden bakıldığında O’nun fiillerinin tecellileri olduğu görülür.
Nefsi emmarede insan kendisi hakkında tam bir cehalet içinde olduğundan çevreden edindiği inanışlar doğrultusunda kendisini tanımlar.Bu mertebede insan adeta karanlıklarla kuşatılmış gibidir.Her türlü evham ve şüphecilik kişiliğinin esasıdır.Kendi varlığının hakikatinden haberdar olmadığından kişilik vasıflarıda düşüktür.Varlık hakkındaki ürettiği bütün düşünceller ve duygular bu düşük benlik ve kimlik anlayışına göre oluşur.Kendisini nasıl biliyorsa diğer eşyaya da aynı anlamı verir.Maddi olarak dış dünyadan aldığı imajları gerçek zanneder.Bu mertebede bedene bağlı benlik anlayışı çok güçlü olduğundan bedenin arzuları ve menfaatleri doğrultusunda her türlü cürmü ve zülmü kendine mübah görür.
Nefsi levvamede ise içe dönük düşünceler çoğalır.Ölüm düşüncesi tadını kaçırdığından daha derin sorunların cevaplarını arar.İyi ve kötü hakkında farkındalığı artar.Kendi varlığı ve evren hakkında sorgulamalar başlar.
Nefsi mülhimede ise içe dönük dikkat arttığından benlik anlayışı değişir.Bedenin geçiciliği karşısında nefs bedene tutunamaz.Kendi bedeninde organsal ve hücresel faaliyetlerin kendi iradesinde olmadığını görür.Milyonlarca bedensel ve zihinsel faaliyetin elinde olmadığını anladığında bedensel ego anlayışını terk ederek ruhsal benliğe dönüşür.Bu makamda nefs acziyeti ve faniliğini anladığından varolmanın kendine bağlı olmadığını ve yaratıcının zaruriliğini idrak eder.Kendisinin ve fiilerinin anbean yaratıldığını keşfeder.Bu düşüncelerle evrene baktığında onlarıda aynı durumda bulur.Tanrının varlığı tek gerçek varlık olmuştur.Artık varolan her şey O’nun yaratmasıyla olmaktadır.Bedensel benlik imajları silinir.İlahi olanı ihsas eden yeni bir benliğe bürünür.
Bu yeni benlik tamamen ilahi olanın yansıması olduğundan kendinde yaratıcıdan başkasını göremez.Keza alemde aynı anlama bürünür.Bu mertebede nefs “la mevcude illa hu” yu terennüm eder.Herşey bir tecelli olur.Gördüğü her şeye O’dur der.Kendi nefsine baktığında ben O’yum der.Akıl ve vicdan her şeye ilahi bir anlam verir.Nefsi mülhimede benlik anlayışı değiştiğinden insanın duygu ve düşünceleri de değişime uğrayarak güzelleşir.Zihindeki bu değişim fiillerede yansır.İnsanda estetik duyguları ve sanat bilinci artar.Genellikle bir sanatsal kabiliyet ortaya çıkar.Aşk ve şefkat duyguları gelişir.Eşyanın hakikatini anladığından maddi ve manevi sorunları önemsemez.Artık dikkati kendi hakikati ve aslı olan Tanrıdadır.Her an O’nu hissetmeye yönelir.Bu makamda çeşitli tecelliler ve ilhamlar olur.”Ben O’yum” “Enel Hak” gibi.Bu tecellilerden sonra kişi geriye dönemez.Çünkü eski benliğini bulamaz.Eski huyları ve alışkanlıkları kaybolur.
Ruhsal ve ilahi benlik anlayışı yerleştiğinde kişi mutmain olur.Artık bütün evham ve şüpheler gönülden gittiğinden gereksiz ve anlamsız bütün eylemleri terk eder.Kalbine doğan ilhamlar ve şevk-i ilahi doğrultusunda yaşar.Gönülde sevgi ve metanet artar.Herşeye ve olaya Tanrı hikmetiyle baktığından kötülük sorunu biter.Bütündeki hayrı ve güzelliği görür.Varolan her şeyin mutlak doğruluğunu ve ihtişamını hayretle seyreder.Tanrının her yarattığının ve yaptığının adil ve doğru olduğunu anladığından teslimiyet ve tevekkülle yaşar.Aklı ve vicdanı Tanrıdan razı olduğundan her sebep ve sonucu metanetle karşılar.Bu makamda Tanrının yakınlığı ve sevgisi öylesine hissedilir ki insan duayı bile terk eder.Tanrının varlığı ve sevgisi öylesine kesindir.Daima ruhunda ve kalbinde olan Tanrının her şeyden haberdar olduğunu bildiğinden ihtiyaçlarını dile getirmekten utanır.Bu dünya sarayında ve bu evrende nimetlerini sergileyen Tanrının cömertliğini anladığından ihtiyaçlarının karşılıksız olarak verileceğini bilir.Hiçbir şeye minnet etmez.Varlıkta ve fiillerde ilahi tekliği kesin olarak idrak ettiğinden maddi ve manevi sebeplere de iltifat etmez.
“Benim rahmetim gazabımı geçti.İnsanoğlu istemeden vereceğim.Af dilemeden mağfiret edeceğim.” kudsi beyanının hakikatini ruhunda duyumsar.
Tecelliler artarak bu insan rahimiyeti bir vecd olarak kalbinde hissederse bu vedudiyetin yani Tanrı rızasının ve sevgisinin tadına varır.Bundan ileri tecellilerle sadece ilahi benlik kalır.Bu mertebeye safiye denir.Gerçek kulluk ve hilafet sırrına erilir.İnsanlığın olgunluk zirvesi bu bilinçte tahakkuk eder(gerçekleşir).
Bir insan olarak her yönüyle Tanrıya tanıklık ediyoruz.Bedensel ve ruhsal süreçlerde vaki olan her şeyin tanıklığı bizi Tanrının tanıklığına götürür.Bedensel ve ruhsal eylemlerin farkında olmamız aynı zamanla bizi bu eylemlerin yapıcısı ve varedicisi olmadığımız ayırtına götürür.Gerçekten insan bu evrende hiçbirşeyin yaratıcısı değildir.Bu evren egomuzun bir tasarımı değildir.Zaten bir ego olarak zamanın ve mekanın belli bir koordinatlarında varoluruz.Bütün tanıklığımız kısa bir ömürdür.Gerçekten evrenin yaşı karşısında anılır bir şey değilizdir.Tanıklığımız yaşadığımız zamanla kayıtlıdır.Bununla birlikte ruhsal yeteneklerimiz bize bedenimizdeki konumumuzu aydınlatır.Bedenimizdeki fiillerin yaratıcısı değilizdir.Milyonlarca fiilden çok azı bilincimize yansır.Yaşamın karmaşık fiilleri büyük oranda bilinçdışımızda kalır.Saçlarımız büyür fakat biz bu konuda bir irade sarf etmeyiz.Kesilen bir parçamız biz farkına varmadan iyileşir.Bu arada kanda deride milyonlarca aktör devreye girer.Bize haber vermeden çalışırlar.Bu işlemler son derece kompleks ve şaşırtıcıdır.Kandaki bütün aktörler mutlak bir şekilde hedefini şaşırmaz.Bütün hücrelerimiz bir fabrika gibi çalışır.Keza organlarımız bizi asla rahatsız etmeden sessizce çalışırlar.Bizim bilinç alanımıza sadece bir cüz’i ihtiyar ve irade bırakılmıştır.Bu iradenin dahi muazzam bir sistemle korunduğunu ve desteklendiğini görürüz.Akıl ve vicdan iradeyi her zaman destekler.Çoğu zaman bu irade oluşurken şartları haricen teşekkül eder.Yani irademizin mecali bellidir.Yaratılışta bir dahlimiz yoktur.Ancak yaratılış denizinde irademizle kesb dalgaları oluştururuz.
Bir insan olarak bu evrende ego ve irade olarak aczimizi anladıktan sonra tüm varoluşu kör tesadüflere veremeyiz.Zamanın hakikati dahi bir an-ı daime bağlı olduğundan mevhum bir ezeliyette üretemeyiz.Varolan her şey şimdi vardır.Herşeyin şimdiki varlığını mevhum zaman halkalarına bağlayarak açıklayamayız.Ölü bir mazi şimdiki gerçekliği varedemez.Varlık mazinin karanlık ve hiçliğinden doğamaz.Varlık denen şey hep şimdidir.Şimdinin dışında gerçek varlığı yakalayamayız.Maddenin ve evrenin oluşumu ile ilgili evreler zihni kavramlardır.Bir zamanlar var olan maddenin çeşitli halleri şimdiki evreni doğuramaz.Gerçekte ontolojik anlamda mazi ve istikbal yoktur.Gerçek varlık her zaman şimdide bulunur.Zaten asıl soru evrenin şu anda nasıl varlıkta olduğudur.Şu anda milyarlarca galaksi nasıl varlık ve düzen halinde kalmaktadır.Bu hadsiz faaliyet için gereken bilgi ve enerji maziden gelemez.Bu evrenin varolması kendisiyle eş zamanlı bir bilgi ve enerjiyle mümkündür.Beden ve evrendeki bu hiçliği anladığımızda her şeyi vareden Tanrıyı güçlü bir şekilde hissederiz.Bir beden ve evren olarak şimdide Tanrının varlığını algılarız.Şimdiki varlığımızın tamamen O’na bağlı olduğunu görürüz.
Bir tanrının varlığı bizim için ne anlama gelir? Bize benliğimiz gibi yakın ve varlığı kesin olan bir tanrı inancı ve düşüncesi insanı nasıl etkiler.İnsanoğluna şahdamarından daha yakın ve ufku tamamen istiva etmiş tanrı düşüncesi gerçekten ürkütücüdür.Ruhumuzda ve ufkumuzda böylesine varolan bir şey bize varlık alanı bırakmaz.Egomuz böyle bir durumdan rahatsız olur.Böyle bir düşünce egonun özgürlüğünü sınırlar.Dahası bu durumda ego varlığını yitirebilir.Çünkü ilahi olanın bu istivası ego’ya evrende kudreti zahir olan ve nefsimize bu kadar yakın ve haberdar olan bir tanrı düşüncesi dehşet vericidir.Herşeyi ve heryeri doldurmuş bir şey karşısında ego söner.Herşeyi ve her yeri kaplayan veya her şeyde ve heryerde varolan bir tanrı düşüncesi egonun sonudur.Böyle bir tanrı düşüncesini ego asla benimsemez.Ego böyle bir tanrıya karşı bütün savunma mekanizmalarını harekete geçirir.Binbir çeşit inkar ve küfür senaryoları üretir.Zaman ve mekan olarak her şeyi istiva eden mutlak bir tanrı anlayışı ego tarafından reddedilir.Fakat tanrının varlık tecellisi ruh aynasına yansıdığında ego direnemez ve sonunda yok olur.Güneş doğarken karanlıkların yok olması gibi ego silinir.Egoyla birlikte onunla şartlanmış bütün duygu ve düşünce kalıplarıda silinir.Bundan sonra Güneş ışığında yeni bir kimlik oluşur.Bu tanrının nuruyla oluşan kimlik tanrısal kimliği yansıtır.Gerçekten tanrının doğası hakkında ne söylenebilir?Tanrısal ahlak nedir?Bu sorular insan için çok önemlidir.Varlığını kesin olarak anladığımız bir tanrının doğasını bilmek nasıl olur.Bunu nasıl gerçekleştirebiliriz?
İnsan aklı tanrının zatının mutlak varlığını anlasa da künhünü yani zat sırrını çözemez.Fakat ilahi ahlak hakkında o kadar çaresiz değiliz.Gerçekten bütün kutsal metinlerde tanrısal ahlakın vasıflarından bahsedilmiştir.Bunlar bir insan olarak büsbütün habersiz olduğumuz şeyler değildir.Bütün kutsal isimler ilahi ahlakın vasıflarıdır.Fakat asıl mesele bu isim ve sıfatların içeriklerinin doğru bir şekilde anlaşılmasıdır.Örneğin tanrının merhamet sıfatını biliyoruz.İnsanoğlu olarak şefkati bizde yaşarız.Bilhassa anne ve babalar çocuklarına karşı şefkati hissederler.Şefkat duygusunu tanırız.Fakat tanrının şefkati denildiğinde bu ne anlama gelir?Tanrı sadece kendine bağlı olanları mı sever?Diğer insanlara karşı şefkati yok mudur?Tanrısal ahlakın vasıflarından biride adalettir.İnsanoğlu adalet bilinci taşır.Yeryüzündeki çeşitli mahkemeler bunu gösterir.Haksızlığa uğrayan her insan adalet ister.İnsanlar adalet duygusuyla mağdur olanlara haklarının teslimini isterler.Gerçekten içinde yaşadığımız asırda adalet bilinci gelişmiştir.Fakat ilahi adalet insanoğlunun adalet bilinciyle sınırlanabilir mi?İnsanoğlu asırlar boyunca şefkat ve adalet açısından ferdi veya içtimai çeşitli örnekler gerçekleştirmiştir.Bilhassa insanlık tarihi boyunca bu müşahhas örnekler peygamberler ve veliler olmuşlardır. İnsanlık bu rehberler ışığında ilahi ahlakın yansıdığı çeşitli medeniyetler gerçekleştirmiştir.Hiç şüphesiz insanoğlunun gerçekleştirdiği ahlak anlayışının sınırları ilahi olanı sınırlayamaz. Çünki ilahi ahlak vasıflarıda sınırsızdır.Nicelik ve nitelik olarak sınırsızdır.İnsanlar arasında ahlak anlayışı çok çeşitlidir.İnsanlar sayısınca ahlak anlayışı ve yapısı vardır.Her insan akıl ve vicdan seviyesine göre bir ahlak yansıtır.Eylemleri bu ahlaka göre yön bulur.İnsanların ahlakı ruhsal tekamüllerine göre güzelleşir.Bir insan küçük bir menfaat için bir insanı öldürebilirken bir diğeri karıncaları ezmemek için adımlarını sakınır.Bazısı insanların üzerine çeşitli kitle imha silahları atabilirken bazı insanlarda onları kurtarmak için canlarını feda edebilirler.Gerçekten bir çok insan tarih boyunca diğer insanlar için canlarını feda etmişlerdir.Şefkat ve fedakarlıkta insanlık için bir çok kahramanlar görülmüştür.Hatta şefkatin hayvanlarda bile şaşırtıcı tecellileri vardır.Bir yabancı ülkede bir kedi yavrularını kurtarmak için yanmak pahasına yangın mahalline dört kez girip dört yav
rusunu da kurtarmıştır.Hayvanlarda bile böyle fedakarane şefkat örnekleri vuku bulmaktadır.Keza aşk adına insanlar olmadık sıkıntılara katlanırlar.Aşk şiddetli sevgidir.Seven insan sevdiği için her şeyi yapar.Bu uğurda canını veren çoktur.
Af ve hoşgörü konusunda insan olarak çok çeşitli seviyelerden bakış açılarımız vardır. Fakat Tanrının af ve hoşgörüsünün sınırları ve koşulları nasıldır? Bunu bir tek yolla bilebiliriz. O da gerçekleştirme yoludur. İnsan olarak biz ne kadar af ve hoşgörü gösterebiliyorsak Tanrının af ve hoşgörüşünü de o kadar anlayabiliriz. Tanrıya açık bir vicdan bir prizma gibi O’nu yansıtır. Biz hemcinslerimize ve diğer canlılara karşı ne kadar şefkat,adalet,af ve hoşgörü gösterebilirsek ilahi ahlakı o ölçüde gerçekleştirmiş oluruz. Hz. Muhammed (sav) bir keresinde Hz. Ebubekir’e insanlar için ahirette ne yapacaksın diye sorduğunda; “Ya Resulullah dilerim ki cehenneme ben gireyim. Orada vücudum öylesine büyüsün ki başkasına yer kalmasın” diyerek şefkatlerini izhar etmişlerdi. Hz. Ebubekir Resulullahtan sonra Allah’ı en iyi bilen idi. Bütün ins ü cin için bu temenniyi etmişlerdi. Hiç şüphesiz ki Resulullah’ın şefkati daha ileridir. Allahu Teala’nın rahmeti de Resulundan aşkındır. Gerçi Peygamberimiz (sav) mazhar-ı tamdır. Rahmeti ilahiye konusunda O’nun beyanı dışında söz söylemek abestir. Fakat rahmet ve şefkati ilahi hakkında çok esrar hikmete binaen setr edilmiştir.
İnsanoğlu olarak bu evrende sonsuz ilim ve kudretini gösteren bir Tanrının amacının ne olduğunu nereden bileceğiz? Evrende vaki olan olaylar bir şehrain gibidir. Milyarlarca yıldız çeşitli düzen ve harika güzellikte dans eder. Öte yandan muazzam şiddet olayları vardır. Süpernovalar patlar,yıldızlar ölür. Karadelikler her şeyi yutar. Yeryüzünde canlılar arasında şiddet görünür. Aslanlar , kaplanlar kendilerinden zayıf hayvanları öldürürler. Adeta her canlı bir diğer canlının rızkıdır. Ölüm kaçınılmaz olarak her canlının kaderidir. Bir canlı olarak ölüme mahkumuzdur. Tanrı şiddeti sever mi? Yeryüzündeki bunca şiddeti ve kötülüğü nasıl açıklayacağız? Cennetden neden kovulduk? Cennetten kovulmayı nasıl açıklayacağız? Gerçekte cennet nedir ve nerededir? Ölüm ve ilahi rahmeti nasıl bağdaştıracağız: Sonsuz gücü olan bir Tanrı katında insanın değeri var mıdır? Gerçekten Tanrının zenginliği ve gücü karşısında bizim varlığımızın anlamı nedir? Tanrı bizi neden sevsin?
Tanrının kudreti gözlerimizin önündedir. Bundan hiçbir akıl sahibi şüphe duymaz. Fakat bizim ihtiyacımız olan O’nun sevgisi nerededir? Gerçekten bu sevgiyi nerede bulabiliriz?
Kutsal kitaplarda “Ben bir gizli hazine idim,bilinmek istedim ve halkı yarattım” mealinde bir kelam vardır. Bu kutsal sözün çok derin anlamları vardır. Tanrı hiçbirşey yok iken var olduğunu ve kendisini bildiğini ancak ilahi teklikten (yalnızlıktan) çıkmak için kendisiyle dialog kuracak başka bilinçler yarattığını beyan etmektedir. Bu bir ihtiyaçtan kaynaklanan bir durum değildir. Çünkü Tanrı kendisini kendi zatında mükemmelen bilir. Kendini bilmek için başkasına muhtaç değildir. Zati varlığı öylesine eksiksiz ve mutlaktırki kendinden başkasına asla ihtiyaç duymaz. Fakat diğer bilinçlerdeki tecellisini görmek istedi. Bunda mukaddes yani mahiyetini bilmediğimiz bir ilahi maksat olabilir ki bu aynaları yarattı. İnsan olarak mahiyetimiz ve yaratılış maksadımız bu zaman ve mekan levhalarında O’nun sanatını dile getirmektir. Gerçekten insan yaratılışın gözbebeğidir. Bizler akıl ve gözlerimizle bu evreni temaşa ederiz. Bu gözlemden ürettiğimiz harika sevinç ve hayranlıkları gönlümüzde O’na sunarız. İhtiyacımız kadar O’nu çağırırız. Aczimiz şiddetinde O’na sığınırız. Yalnızlığımız nisbetinde O’nu ararız.
Tanrı bizi yaratmıştır. Bu yaratılışın şartlarını incelediğimizde çok mükemmel mizanlar ve sanatlarla inşa edildiğini görürüz. Bizim için muazzam bir evren yaratmıştır. Yeryüzünden baktığımızda bize göz kırpan ışıl ışıl yıldızlarıyla gökyüzü huzur verir. Dünya tüm hayvan ve bitki formlarıyla bize hizmet eder. Arzın üstü ve altı insanoğlu için gereken maden ve cevherlerle depolanmıştır. Her mevsim ayrı ayrı meyve ve sebzelerle yüklenmiştir. Elma,ayva,incir ve diğer sayısız meyveler envai çeşit tat ve güzellikleriyle birer tanrısal sevgidir. Bütün meyve sebzelerin sayısız faydaları vardır. Arılar harika ballarını bize sunarlar. İnekler , koyunlar bizi sütleriyle beslerler. Her canlı bir şekilde bize hizmet eder. İnsanın yaradılışı öyle mükemmel ve ince planlanmıştır ki biz doğmadan evvel iki insan o harika şefkat duygusuyla donatılarak bizim hizmetimize gelirler. Müthiş bir şefkat ve fedakarlık duygusuyla bize hizmet ederler. Aile insanın gelişeceği mükemmel bir sosyal organizasyondur. Bir insan aile olgusundan daha iyi bir sosyal ortam bulamaz. Gerçekten anne ,baba ve aile bir çocuk için mükemmel bir ortamdır. Bütün bunların anlamı Tanrı tarafından ne kadar sevildiğimiz gösterir. Tüm yaratılışı biz yokken Tanrı planlamıştır. Bu plana baktığımızda her şeyin temelinde sevginin yattığını görürüz. Böyle bir evreni ve yaşamı hiçbir ihtiyacımızı eksik bırakmadan planlayan bir Tanrının maksadı ancak sevgi olabilir. Kudret ve azamet Tanrının bir maskesidir. Fakat O’nun kalbinde varolan sadece sevgidir. Öyle bir sevgi ki her şeyini karşılıksız bize vermiştir. Hadsiz merhametinden bizim için kendini yok etmiştir.
Bütün senler ve benler O kendini gizlediğinden dolayı varolur. Gerçekten zatının perdeleri de rahmetindendir. Öyle olmasaydı zatının nuru karşısında hiçbir benlik varolamazdı. Varlık helak olur giderdi. Anla ki senin şu dünyadaki fani varlığına bile ne kadar rahmet ediyor. Senin geçici varlığına ne kadar ihtimam ediyor. Tanrı yarattığını sever. Her yarattığında kendi kemalatından bir sanat olduğundan sever. Her yarattığı kendinden bir şeydir. Fani ve değersiz de olsa da Tanrı bizi sahiplenir. Rabbimiz olur, bizi esirger. Bir insan bile yaptığı bir eserin yıkılmasından, bozulmasından nasıl üzülür. Tanrının ihtimamı ve sevgisi kıyas bile olamaz. Ölüm O’nunla birlikte olduğumuzda karanlık çehresini değiştirir. Yeniden doğuşun menfezi olur. Yitirdiğimiz cennet yeniden varolur,gözlerimizde ışıldar. Unuttuğumuz Tanrıyı hatırladığımızda biz de yeniden varoluruz. İlahi vatanı yeniden hatırlarız. Bir uykudan uyanır gibi sonsuza açılır gözlerimiz. Bir sahte ego için cennete gözlerini kapayıp düşlerde bunca dehşeti ve vahşeti hayal edenin kendimiz olduğunu anlarız. Bir rüya uğruna cenneti terk eden biziz. Her acı ve musibet uykuda Tanrının bize dokunmasıdır. Çünkü bu rüyadan uyanmamızı ister. Senin uykunda gördüğün her kötülük aslında bir iyiliktir. Çünkü ruhu ızdırap uyandırır. Ama bu uyanışın saadeti , bu sonsuz sabah her şeye bedeldir. Tanrıyla sonsuza dek varolmak ne güzeldir.
“İnsanlar uykudadır,ölünce uyanırlar.
Ölmeden önce ölünüz.” H.Ş.
Yeryüzünde insan egosunun sebep olduğu kötülükler dışında her şey mükemmeldir. Gerçekten ego bütün kötülüklerin anasıdır. Bu mevhum ve sahte ego yeryüzünde her türlü fenalığı ve zulmü mübah görür. Kendi mahiyetini bilmediğinden her şeyi de meçhul görür. Kendini müstakil zannettiği gibi alemi de müstakil zanneder. Kendi hüviyetinden habersiz olduğundan aleme de hak gözüyle bakamaz. Her şey bizzat mevcut ve mahiyetini meçhul gören bu ego her şeyin düşmanıdır. Herşeyi kendine yabancı görür. Varlığının devamı için her türlü zulmü işlemekten çekinmez. İnsanlık tarihini kan-revan içinde bırakan bu egodur. En olmadık fenalıkları işleyen bu egodur. Bu ego heva ve hevesleriyle ruhu hapseder. İnsanın kendine yabancılaştırır. Egonun anlamsız barış ve paylaşımdan uzak bu tutumu yeryüzündeki birçok problemin nedenidir. Ego bu bilinciyle ürettiği birçok korku ve endişeyle zihin ve beden sağlığını da bozar. Çünkü beden kimyası büyük oranda zihinsel tutumlardan etkilenir. Hastalıklarının bir çoğunun kökeninde bu zihinsel kargaşa yatar. Birçok panik-atak ve nevrotik duyguları çeşitli hastalıklara neden olurlar. Evren ve yaşam karşısında egonun ürettiği bu çarpık görüşler ve anarşi içsel mekanizmaların dengesini bozar. Ego her zaman daha fazlasını istediğinden asla paylaşmaz. Daima daha çok arzu daha çok mal,daha çok şöhret ister. Eldekileri kaybetmek korkusuyla bir türlü rahat edemez. Böylesine kendine yabancı bir ego Tanrıya da yabancılaşır. Bizi cennetden ve Tanrıdan uzaklaştıran bu egodur. Egonun bizzat kendisi bir kopma ve yabancılaşmadır. Ego başımıza ördüğümüz bir zindandır.
Bir egodan kurtulmak bizi yitirilmiş cennete yeniden sokar. Ufkumuz açıldığından Tanrıyı yeniden görürüz. Fakat bu egodan kurtulmak kolay değildir. Çünkü ego insanlık tarihi boyunca genetik kodlar inşa etmiştir. Egonun genlerimize sinmiş binbir çeşit duygu ve düşünce kalıpları vardır. Sinir sistemimizdeki nöro-kimyasal altyapısı vardır. Müthiş bir şekilde kendini savunur. Beyindeki amigdala onun bu savunma reflexlerinin merkezidir. Bu ego bedenle o kadar özdeşleştirmiştir ki onsuz asla varolamaz. Fakat Tanrı egonun karşısına ölüm imajını yerleştirdiğinden bedene tutunuşu ona tam bir huzur vermez. Kendisi de bir imaj olan ego ölümden daima rahatsız olur. Çok şükür ki Tanrı zihinsel ve bedensel olarak bizi kendimize bırakmamıştır. Hadsiz hatalarımıza karşın bizi terk etmez. Egonun imajlarını ruhsal ilhamlarla temizler. Bunu hem kutsal kitap ve peygamberleriyle, hem de içsel olarak her zaman yapar. Yaşamın her alanında her koşulunda her olayında kendini hissettirir. Evrende ve bedende yaşanan her olay bir mesajdır. Tanrı içimizde ilhamlarıyla konuştuğu gibi olaylarla da konuşur. Adeta her yaşam olayı O’nun bir konuşması olur. Bedende yaşanan her şey O’ndan bir mesaj taşır. Aslında ego cennetden indiğimiz merdivendir. Tanrı aynı yoldan bizi geriye çağırır. Gerçekten de insan geldiği yoldan geriye dönebilir. İçeri gireceğimiz kapı çıktığımız kapıdır. Fakat egonun bu çıkış yolu öylesine bir karanlık ve karışıktır ki ego istese de kendisi dönüş yolunu bulamaz. Bu durumda Tanrının rehberliği gerekli olur. Tanrı bize yine insan olan eve dönmüş ve aydınlanmış mürşitleri vasıtasıyla yön gösterir. Ne kadar düşsek de ve yoldan çıksak da bizi terk etmez. Ebedi ve koşulsuz sevgisiyle bizi esirger.insanlık tarihi boyunca gönderdiği peygamberler ve kutsal kitaplar bu sevginin ürünüdür. Bütün mistik rehberler O’nun nurunun ışığıdır. Yaşam için lazım olan alet ve bilgiyi çeşitli vasıtalarla bize öğretir. Kullandığımız her türlü teknolojik alet yaşamımızı kolaylaştırır. Bize yaşamla ilgili her şeyi öğreten O’dur.
Peygamberler örnek insanlardır. Eylem ve sözleriyle bize ışık tutarlar. Ancak bir peygamberin davranışlarını taklit etmek dahi zordur. Onlardaki metanet,cesaret,cömertlik ve sair ulvi ahlaki tutumları gerçekleştirmek için onların akıl ve gönül dünyasına vakıf olmak gerekir. Bir peygamber varlığı nasıl görür? Zaman algısı nasıldır? Nasıl bir Tanrı inancına sahiptir? Bu insanları böylesine cesur ve cömert yapan hakikat nedir? İman denen şey nasıl bir hakikati resmeder? İmanın esası Tanrının varlığına kesin olarak inanmaktır. Bir şeyi bilincimizde o denli var ederiz ki onun varlığı dışındaki her şey varlık manasında anlamını yitirir. Bir Tanrıya güvenmek için O’nun varlığını şeksiz ve şüphesiz bilmek gerekir. Ancak bu bilgi ilahi ahlakı gerçekleştirmek için yeterli değildir. Bir insan zihin kudreti ile Tanrıyı var edemez. Fakat zaten yaratılışın kendinde mündemiç (içermek) var olan bir ilişkiyi anlayabiliriz. İman bu yaratan-yaratılan ilişkisinin şuuruna varmaktır. İman yeni bir ilişki var etmez. Varolan Tanrı-insan ilişkisini şuura çıkarır. İman eşyanın hakikatine ulaşmaktır. Batıldan yani aslında zaten varolmayan varlık tasavvurlarından kurtulmaktır. İnsan zihni birçok yanlış kavramlarla doludur. Örneğin bir insan güneşin Tanrı olduğuna inanabilir. Bu inanışın bir hakikati olmadığından vücudu haricisi yoktur. Yani sadece zihni bir kabuldur. Esasında hakikat nefsülemirde (kendinde) ne ise odur. Zihinsel düşünce kalıpları onu değiştiremez. Bir hakikatten neşet etmeyen (kaynaklanmayan) bütün düşünce ve inanışlar batıldır. Fakat biz zihnimizi hakikatin doğru bir alıcısı ve algılayıcısı haline nasıl getirebiliriz. Bunun için insan bütün zihinsel ön yargıları terk etmek zorundadır. Çünkü hakikati örten bu önyargıların şartlanmalarıdır.
Zihinsel yani egosal işlevler bizi gerçek doğamızdan koparırlar. Zihin durduğunda farkındalık doğar. Farkındalık ışığında gerçek varlığımızı görürüz. Vicdan aynasında ilahi ahlakın gerçek pınarına ulaşırız. Böylece ilahi olanı yaşamak son derece doğallaşır. Tanrıyla yaratılışın başından beri arı ve mükemmel olan doğal ilişkimiz açığa çıkar. Tanrının istediği ahlakı biz insa etmeyiz. Fıtratımıza koyduğu bir ilahi sistemin farkına varırız. Bu bizim gerçek doğamızdır. Tanrının isteklerinin zaten doğamız olduğunu anlarız ve O’nun emirlerinin huzur verici iştahını hissederiz. Tanrının iradesini kendi irademiz gibi doğallıkla yükleniriz. Onun yarattığı bu evren ve hayatı bütün zıtlarıyla kabulleniriz. Ulaştığımız bu bilinç sayesinde hayatta hiçbir eylem zor gelmez. Eşyanın ve ölümün hakikatine ulaştığımızdan hiçbirşey bizi korkutmaz. Bu evrenin hiçbir olayı bizi korkutamaz. Korkulardan azade harika bir metanet duygusuyla yaşarız. Tanrının varlığının huzuru bütün korku ve elemleri sona erdirir. Bu insanın ötesinde bir Tanrı değildir. Bu aramızda hiçbir mesafenin olmadığı tamamen bizim ve kendimiz olan bir Tanrıdır. Bu evrende bizimle birlikte varolan ve yaşayan bir Tanrıdır. Bizim varlığımız kadar O’nun varlığı da bize bağlıdır.
Tanrıyla birlik bilinci Tanrının lütuflarını bize çeker. O bize sahip olduğu gibi biz de O’na sahibiz. Adeta kendimizden ister gibi dualarımız gerçekleşir. Tanrının kendini bize adadığını görürüz.
Biz yokken bizi tasarlamıştır. Biz istemeden evrenleri ve cennetleri var etmiştir. Zatında varolan bütün kudretin yaratabileceği bütün nimetleri emrimize vermiştir. Zatında varolan hadsiz cemal ve kemalin nimetlerini ihtiyaç ve acz lisanlarıyla bize hissettirmiştir. Kudretini hadsiz sanatlarını ve nimetlerini bize gösteren O’dur. Bu evrende izhar ettiği bu kudret levhaları, bizi tevekküle , teslimiyetle itminana kavuşturmak içindir. Acziyet kudretine zerre kadar yol bulamaz. Aksi takdirde insan için tevekkül batıl olurdu. İlim ve kudretiyle öylesine bir intizam ve hikmet izhar eder ki hiçbir akıl ona aczı konduramaz. Tanrı bu evreni varlığını bize göstermek için yaratılmıştır. Sevgisini sayısız eserleriyle gönlümüzü okşar. Yaşam yolunda ayağımız her sürçtüğünde bizi bir şekilde elimizden tutar. Hayatın her anında bizimle birliktedir. En basit hayallerimizi dahi göz ardı etmez. Yaşamı öylesine sevgiyle tasarlamıştır ki şefkat kanunu her zaman galip gelir. Canlıların vicdanlarına damlattığı sevgi ve şefkat o kadar lezzetlidir ki bütün valideleri aciz yavruların emrine amade kılmıştır. İnsan vicdanına her şeyden çok şefkatin nurani lezzetini tattırarak kendi rahmetini ihsas eder(hissettirir.)
O VARDIR
Andolsun.
Bütün kutsal şeylere.
Andolsun.
Bütün varlığa.
Hayal değil,vehim değil.
Fikir değil,bilgi değil, gerçek bu.
“O” vardır.
Varolmak Onsuz mümkün değil.
Andolsun.
O konuşmasaydı konuşmak olmazdı.
O görmeseydi görmek olmazdı.
O hay olmasaydı hayat olmazdı.
O bilmeseydi bilgi olmazdı.
O olmasaydı olmak olmazdı.
Gerçekten varlık nedir? Ufkumuzu dolduran bu muazzam görünüşün bizimle -eş-zamanlı olduğu yalın bir gerçektir.Her zaman bir ufuk vardır.Biz bu ufku asla aşamayız.Attığımız her fiziki ve akli adımda ufuk bizden kaçar.Yeryüzünden gökyüzüne baktığımızda cıvıldaşan muhteşem yıldızlar görürüz. Evrenin neresine gitsek mutlaka bir ufukla sınırlanmış olarak göreceğiz. Bunun anlamı ufkun beynimizde oluştuğudur. Ufuk daima bizimle hareket eder.Her zaman görüş istikametindedir.Beynimiz bu günkü gerçekliği üretir.Tıpkı bir sanal gerçeklik gözlüğü gibi.Aslında gördüğümüz ,işittiğimiz,dokunduğumuz, kokladığımız,tattığımız,hissettiğimiz,düşündüğümüz her şey beynimizdedir.Bu evren tamamen bizim zihnimizde oluşur.Hiç şüphesiz bugünkü bilimsel v erilerde bu görüşü kanıtlamıştır.Fakat biz bu ufkun neresindeyiz.Yani bir benlik olarak bu ufkun içindemiyiz? Eğer böyleyse sonsuzluk için bir umut yoktur. Benlik ufkun içinde zamansal süreçlerle oluşuyorsa hiç şüphesiz bir gün sona erecektir.Bazı bilimsel araştırmalar şimdiki an bilincinin beyinde birkaç saniye içinde olup biten süreçlerle oluştuğunu göstermiştir.Şimdiki an bilinci dahi bir sürece bağlıdır.Acaba benlik bilincimizde böyle bir sürece mi bağlıdır.Gerçi bilinçte vaki olan her şey bir imajdır.Bilincimizde kendimizle ilgili hissettiğimiz veya düşündüğümüz her şey bir imajdır.Bir baba olduğumuzu düşündüğümüzde bunun benliğin ta kendisi olduğunu değilde,onun yalnızca bir niteliği olduğunu biliriz.Hiçbir imaj benliğin kendisini yansıtmaz.Biz bilincimizde aslımızı değil,her zaman geçici,kavramsal niteliklerimizi görürüz.Aslında bu algılama eylemi algılayanı hiçbir zaman kuşatamaz.Gerçekten benlik öyle bir sırdır ki halen bütün bilim dalları ondan bir kıl avlayamamışlardır.Biz ufku içeriğini algılarız,anlamlandırırız.Fakat benliğin kendisine hiçbir kavram ve düşünce formu ulaşamaz.Bunun nedeni nedir?Beyin ve zihin tamamen zamansal süreçlerdir.Hiçbir zaman sonsuzluğu içermezler.Pekala”ben”sonsuzun ta kendisidir.İmajlar ı değil.Çok ilginç bir durumdur ki insanlar her an bir benlikten söz ettikleri halde onun anlamını ve gerçek niteliğini bilmezler.Gerçekten benliğimiz sonsuz ise bunu neden bilmiyoruz? Bunun nedeni dikkatsizlik ve ilgisizliktir.Bir insanın kendi benliğini öğrenmesi bir sır meselesi değildir.Dikkatin içe odaklanması ve iç gözlemlerle bu durumun farkına varmak zor değildir.Dikkati benlik üzerine odaklamak öz-nefs-ruh bilgisi için şarttır.Bu dikkatli öze bakış ruhun doğasını farkındalık alanına çıkarır.İnsan kendisinin asla devinmeyen ve değişmeyen gerçek varlığını keşfeder.Bu keşf bir akıl yürütmeyle değil ,öz-farkındalık yoluyla olur.Dikkatimizi yeterince kuluçkaya yatırırsak,iç farkındalığımız artar ve içimizdeki sonsuzu fark ederiz.Fakat sonsuz nedir?Bir ruhun kendini bütün zaman süreçlerinin dışında algılaması ne anlama gelir?Bu sonsuz bir süreçlemi oluşmuştır? Defatenmi meydana gelmiştir? Veya zamansız doğasıyla hep varmı idi?Hiç şüphesiz sonsuz bir sürecin sonucu olamaz.Sonsuz zamansız ve mekansız bir oluştur.Hep var olandır.
O sen kadar senindir
Anlasan benliğindir.
Ruhumuz zaman ve mekanı aşkın olarak hep varolandır. Biz sonsuzu ruhumuzda kendilik olarak algılarız.Bir şeyin kendisini sonsuz olarak algılaması nasıl olur? Ve anlamı nedir? Sonsuz varlık her şeyi içerebilir mi? Gerçekten ruh sonsuz olmasaydı,bu evreni tek bir ufuk olarak algılayamazdı. Sayısız zaman ve mekan süreçlerini analiz ve sentez edemezdi.Hiç bir zaman bütüne ve anlama ulaşamazdı.Gördüğümüz her şeyi varlık yapan ve anlamlandıran biziz.Ufukta görünen her şeye varlık anlamını veren biziz. Bir şeyin var olduğuna dair tek kanıt bizim bilincimizdeki o şeyle ilgili varlık bilincidir. Bir şeyin var olup olmadığına biz karar veriyoruz. Her türlü varlık tanısı bizim zihnimizdedir. Bu anlamda Tanrı hakkında da bir varlık tanısı kullanırız.Yani zihnimizde bir varlık bilinci oluştururuz. Bu Tanrının varlığı ile ilgili bir zihinsel durumdur.Bu anlamda Tanrı bizim zihnimizde var olur.Benliğimiz O’nun zatını: zihnimiz ve duygu- durumlarımız sıfatlarını,bedenimizdeki faaliyetler O’nun fiillerini gösterirler.Kendimizde ve ufukta tek varlık kalır.O’ndan başkasına varlık veremeyiz. Fakat hakikat bizim benlik bilincimizi ve içeriğini aşkındır.O her zaman bizi var eden olarak aşkındır.Tanrının zatı bir meçhul mevcuttur.Varlığı kesindir ama idrak edilemez.Bizim Tanrıya tanıklığımız kendimiz ve ufuk aracılığıyla olur.Bir varlık durumu olarak ufku yansıttığımızı anladığımızda kendimizi varlığın zirvesinde buluruz.Diğer herşeyin varlığı bize bağlıdır.Sonsuz sadece biziz,diğer varlıklar sadece zamansal süreçlerden oluşan yapılardır.Bu evrende sonsuza sadece insanoğlu sahiptir.Diğer her şey varlığını ve anlamını insan ruhundan alır.
Böylece her şeyin varlık sebebi olan insan ruhu bir varlık durum olarak her şeyin üstündedir.Fani yapılara göre yegane gerçek varlık, kendisidir.Sonsuz olmanın vecdine ulaşan bir insan artık kendinde Tanrıyı görür. Ufukta O’nun sıfatını,sanatını temaşa ettiği bir aynadır. İnsan toprağa bastığı ayağının parmağından ta ruhunun sonsuz derinliklerine kadar yaratılmışlığını fark eder.Bu farkındalık onu yaratıcının mutlak varlığının bilincine ulaştırır.
Acaba insanı her türlü elemden ve korkudan azade edecek bir hakikat var mıdır?Bu evrende potansiyel olarak her şey mümkündür. Bir gün kaos çıkabilir ve evrenimiz sona erebilir.Herşeyin bir ömrü ve eceli vardır.Yıldızlarda doğup ölürler.Keza dünyamız uzayda muazzam bir hızla seyahat etmektedir. Milyarlarca yıldız ve gezegen sayısız yörüngede birbirinin içinden geçmektedir. Uzaydaki birçok meteor dünyamızı tehdit eder. Dünyamız çok hassas dengeler üzerine kurulmuştur. Bir gün şirazeden çıkması her şeyin sonu olabilir. Gerçekten de üretilen birçok kıyamet senaryosu vardır. Birçok hastalık çeşidi ise sağlığımızı tehdit eder. Ölümü hatırlatır. Etrafımızda tüm canlılarda ölümü gözleriz. Yaşamda sayısız tehlikelerle bunların sebep olduğu çeşitli endişeler yaşarız. İnsanın macerası ölümle de bitmez. Ölümün ne olduğunu düşünür. Ölümle birlikte birçok varlık sorunu üretir. Gerçekten insanoğlu varlığını kaybetmek istemez. Ne çare ki varlığını sayısız etmene borçludur. Bir evrene ve bedene sahip olmak çok pahalı bir şeydir. İnsanoğlu yaşamak için her şeye muhtaçtır. Güneş,ay ve dünyadan asla vazgeçemeyiz. Yeryüzündeki çeşitli doğa olayları da insanı korkutur. Fiziksel veya ruhsal hastalıkların birçok çeşitleri sağlığımız hakkında birçok tehdit oluştururlar. Hastalanmayan insan yoktur. Gelecek belirsiz olduğundan düşünce şeklimize bağlı olarak birçok endişe ve korkuya sebep olur. Varlığımızın bekası için endişe duyarız. Yeniden diriliş hakkında sorunlar üretiriz. Cennet ve cehennem hakkında endişeleniriz.
Gerçekten bizi bu evrende vaki olacak afetlerden ve ölümden koruyacak,varlığımızı baki kılacak bir hakikat var mıdır? Kur’an; Evliyanın hüzün ve korkudan özgürleştiğini söyler. Bu nasıl olur? Sonsuza dek tüm varlık sorunlarını yok edecek hakikat nedir? Bu hakikat “nefahtu” ayetinde gizlidir. Tanrı bize ruhundan üflemiştir. Yani benliğini bize vermiştir. Kendinde olanı karşılıksız olarak bize bağışlamıştır. Şimdi biz bu Tanrısal sırrı nasıl keşfedeceğiz?
Bizi sonsuza dek varlıkta tutacak bu ilahi sırrın kavranması zihni yeteneklerimiz içinde midir? Zihin sonsuzu kavramsallaştırabilir mi? Cevap hayırsa ki ,hayırdır. Sonsuzla ilgili olarak bir tarif var mıdır? Zihin bu konuda yetersiz ise nereye müracaat edeceğiz? Bilinç alanımızda sonsuzla ilgili nasıl bir iz düşümü ve imaj olabilir? Daha da önemlisi bu sonsuz bizim tasarrufumuz dahilinde midir? Benliğimizin bilinç alanında gözlenebilir mi? Bütün bu soruların çok çeşitli yanıtları olabilir. Fakat gerçekte sonsuz, bir süreç olmadığından zihin ona yol bulamaz. Eğer sonsuz ruhumuzun kendisi ise mutlaka onun kendine has devinmeyen ve değişmeyen ve her türlü tariften uzak bir farkındalığı olması gerekir. Bu farkındalık tamamen zaman ve mekanı aşkın olmanın tarifsiz farkındalığıdır. Zaman ve mekanın süreçlerinden asla etkilenmeyen ve içeriği asla değişmeyen bir farkındalıktır. Bu sonsuzun kendisi hakkındaki yalın farkındalıktır. Bu farkındalıkta herhangi bir zaman ve mekan kimliği bulunmaz. Bu farkındalık sonsuz dışında her şeyin silindiği zamansız ve mekansız bir varoluştur. Hiçbir şeyle kıyas edilemez. Onun hakkında bütün ibareler anlamsızdır. Fakat bu farkındalığa ulaşan bir benlik tüm uzay ve zamanın ruhuna asıldığını görür. Varlığın zirvesinde ışıyan güneş gibidir. Tüm eşyanın varlık alanına çıkması ona bağlıdır.
SONSUZLUK
Sonsuz nedir? Sonsuz hakkında ne biliyoruz? İnsan günlük hayatında daha çok zaman kavramını kullanır. Zaman, bir kavram olarak yaşamdaki değişimleri, olayları ölçer ve yansıtır. Zaman her yönüyle fizikseldir. Yani her zaman bir mekanla alakalıdır. İnsanlar zamanı zihinsel olarak geçmişten geleceğe uzanan bir akış olarak düşünürler. Bu zihinsel bir kavrayış olarak normal görülse de aslında geçmiş ve geleceğin ontolojik bir gerçekliği olmadığı açıktır. Evrende her olay ve eylem bir zamanı ifade eder. Her değişim her devinim bir zaman aralığını gösterir. Ayrıca zamanın izafi bir kavram olduğu ve vaki olduğu zihinler tarafından farklı algılandığı açıktır. Fakat sonsuzluk hakkında söylenecek pek bir şey yoktur. Çünkü bizzat sonsuz olan devinmez ve değişmez olandır. Yani zaman ve mekanın dışında olması gerekir. Acaba zaman ve mekan dışında olan bir şey hakkında ne söylenebilir. Sonsuz hakkında bir kavram üretmek de mümkün değildir. Sonsuzu bir deney konusu da yapamayız. Sonsuz doğası gereği basittir. Hiçbir şekilde akıl yürütmeyi kabul etmez. Çünkü bölünüp , parçalanabilen bir şey değildir. Artıp, eksilme de kabul etmez. Sonsuz zaman ve mekana sığmasa da onları içerir. Belki de onları üretir. Bizatihi sonsuz asla bir misale veya deneye indirgenemez. Bizim bu evrende sonsuz diye gösterebileceğimiz bir şey yoktur. Kendi bilinç alanımızda ise bu evrende tanık olduğumuz her şeyin varlığını bizim tanıklığımıza bağlı olduğunu görürüz.
Fakat bizim tanıklığımızın anlamı nedir? Biz neyiz ki bu evrene tanıklık yapabiliyoruz? Yani Einstein’in dediği gibi “bu zaman ve mekan nasıl oluyor da algımıza sığıyor?” Kendisi zamanın ve mekanın içinde olan bir şey bu tanıklığı yapabilir mi? Birçok bilimsel metotla bu evreni ölçüyor, değerlendiriyor ve anlamlandırıyoruz. İnsan ruhu bu evrende bu tanıklığı gerçekleştiriyorsa bunun anlamı onun sonsuz olmasıdır. İnsan ruhu bu evrenden aşkın olmasaydı bu tanıklık mümkün olmazdı. Uçsuz bucaksız mesafeleri ölçüyor ve kavramsallaştırıyoruz. Sonu gelmez galaksileri zihnimize sığdırıyoruz. Aklın ve ışığın sonsuzca olan dansını izliyoruz. Binbir renkte ve tonda yaşamın çeşitli yönlerini anlamlandırıyoruz. Tüm varoluş zihnimizde canlanıyor. Tüm bu faaliyetleri ve akliyatı üreten insan ruhu sonsuzdur, fakat bizatihi sonsuzdur. Yani sonsuza giden bir süreç olarak değil, sonsuzun bizzat kendisidir. Sonsuzluk bir sürecin sonu olsaydı ona asla ulaşmak mümkün olmazdı. Çünkü bir yerde başlayan bir şey mutlaka bir yerde sona erer. Sonsuz başlangıcı ve bitimi olmayandır. Sonsuz aslında bir adı olmayandır. Sonsuz her yerde, her zaman gerçekten varolandır.
İNKITA YOK (ÖLÜMSÜZLÜK)
İnsanoğlunun ü stesinden gelemediği yegane sorunu ölümdür. Anatol Frans’ın dediği gibi hayatı bize zehreden yegane şey ölümdür. Yaşamın her bir anında gizli bir hayalet gibidir. Ne zaman vaki olacağı belli olmadığından yaşamın tüm sevinçlerini ürkütür. Ölüm hakkındaki imajlarımız ve düşüncelerimiz genellikle korkutucudur. İnsanoğlu ölümü bir yokoluş olarak düşündüğünde bu durumu kabullenmek gerçekten zordur. Bir ömür boyu elde edilen her şeyi yitirmek çok acıdır. İnsanın yaşamının, sevdiklerinin, anılarının yokluğa gömülmesi her insana acı verir. Keza tüm varlığını oluşturan “Benlik” kaybı ve toprağın altında çürüyerek veya başka bir şekilde yokolmak düşüncesi insanı dehşete düşürür. Ölüm hakkındaki bu korkutucu düşünceler yeniden diriliş inancıyla bir nebze hafiflese de ölüm her insan için kaçınılmaz bir gerçektir. Bizi ölümden kurtaracak bir hakikat yok mudur? Gerçekten ölüm bedeni yok eder. Fakat benlik bilincimiz de yok olur mu? Ölüm bir yokoluş mudur? Diriliş denen şey yokolan bir şeyin aynıyla varoluşu mudur? Tamamen yok olan bir şey ,aynı şey olarak tekrar varolabilir mi? Ayrıca insanların öldükten sonra bir hayata inanmaları ne anlama gelir? Beyin ve beden yokolduktan sonra nasıl bir hayattan söz ediyoruz? Ölümden sonraki hayatın zaman ve mekan algısı nasıldır? Eğer bir yaşam olacaksa bunun mutlaka bir uzayı olmalıdır. Çünkü hayat harekettir, devinimdir. Eğer bir hayata inanıyorsak bunun bir evreni de olacaktır. Bazı insanlar içinse mezarda mahşere kadar beklemek düşüncesi sıkıcı ve korkutucu gelmektedir. Çoğu insan adeta kendisini mezarda canlı olarak düşünmekte ve toprağın altında bu durumun vereceği acılar sebebiyle dehşete düşmektedir.
Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar mezarlarına yatak koydurmakta veya ısıtıcı tertibatı yaptırmaktadırlar. Eski çağlarda ölen insanlarda kullandıkları birçok eşyayı mezarlarına koydururlardı. Acaba bu inanışların bir faydası var mıdır? Kanaatimce bu tür davranışlar teselli verici olsa da faydasız ve gereksizdir. Çünkü ölü bir beden soğuktan ve sıcaktan etkilenmez. Nefes almaya da ihtiyacı yoktur. Bugün tıp biliminin verilerine göre bütün acı duyumları sinir sistemine bağlıdır. Narkoz verilerek sinir sistemi felç edilen insanlar acı namına bir şey duymazlar. Keza derin uyku ve koma halinde algılar kapandığından herhangi bir acı duyumsanmaz. Narkozdan veya komadan uyanan insanlarda bir acının hatırası da olmaz. Bunun anlamı şudur; ölümle birlikte beden ve beyin yokolduğundan onlardan benliğe (nefse) ulaşacak bir mesaj vaki olmaz. Bedenin ölümüyle birlikte bütün bedensel duyumlar ve ihtiyaçlar da sona erer. Beyin ölümüyle birlikte algıladığımız bu evren de yokolur. Çünkü bu evrenle alakalı bütün algılar beyinde üretilir. Ölümle birlikte zaman ve mekan algısı da yitirilir. Fakat bütün bunlar olduğunda geriye kalan nedir? Ölüm gerçekleştiğinde tam olarak insan varlığından geriye kalan nedir? Bir benlik bilinci devam eder mi? Bilinç alanımızda ölümden etkilenmeyecek bir nokta-i istinad var mıdır? Eğer benlik devam ediyorsa bunun anlamı nedir? Bu benliğin bir uzay ve zamanı var mıdır?
Tarih boyunca bütün mistik ve mutasavvufların yaptıkları iç gözlemleri sonucu vardıkları ortak kanaat ve inanış ruhun sonsuz olduğudur. Aslında bu iç gözlemi yapan her insan bu iç görüye ulaşabilir. Neticede murakabe ettiğimiz kendimizden başka bir şey değildir. Aslında hayret verici olan bir insanın ölümsüz olduğu halde bunu bilmemesidir. Fakat iç dünyamıza vakıf olmadığımızdan yani dikkatimizi içimize yöneltmediğimizden dolayı bunu görmüyoruz. Bediüzzaman Hazretleri de bu gerçeğe işaretle “her kim nefsine dikkat etse beka-ı ruhu anlar” diyor. Bu iç gözlem için zaman ayırmak gerekir. Ruhun sonsuzluğunu anlamak için uyku halini incelemek faydalı olacaktır. Örneğin derin uykuda benlik bilincini de yitiririz. Hatta nefes almayı dahi bırakırız. Saatler geçtiği halde uyandığımızda geçen zamanın herhangi bir anısını taşımayız. Yani uykuda değişik bir bilinç haline girdiğimizden uyandığımızda hafızamız kaldığı yerden devam eder. Uyku esnasında geçen süreyi hatırlamayız. Ancak bu durum ruhun uykuda yokolduğu anlamına gelmez. Benlik bilinci kapandığı halde uykuda hayat devam eder. Organlarımız çalışır. Hücrelerimizde milyonlarca karmaşık faaliyetler süregider. Adeta külün içinde gizlenmiş köz gibidir ruhumuz. Uykuda bir nevi sonsuza çekilmişizdir. Uyandığımızda dünya yeniden belirir. Kaldığımız yerden devam ederiz yaşama. Yani derin uykuda beden ve evren farkındalığını yitirdiğimiz halde yok olmayız. Aslında derin uykuda olsak da her nasılsa çağrıldığımızda cevap veririz. Uyku yaşam için bir duraklama,inkıta olmadığı gibi ölüm denen şey de yaşamda ve bilinçte bir inkıta değildir.Her gece uykuda bir nevi ölürüz ve her sabah uyanırız. Uykumuz bize endişe vermez. Beden ve zihin yorulduğunda keyifle uykuyu isteriz. İradi bir şekilde bedensel yaşamı tümüyle bırakırız. Yarın gün doğmasından eminizdir ve uyku denen şey bizi zamanın ötesine taşıdığından bir bekleme süresi ve endişesi olmadan sabaha ulaşırız.Gözlerimizi açtığımızda her şeyi hazır buluruz. İnsanlar genellikle uykuyu keyifli ve dinlendirici bulurlar. Aslında bu durumu farkındalık ışığında incelediğimizde uykuda ve ölümde varlığımızı bizden daha aşkın ve mutlak bir şeye bıraktığımızı anlarız. İnsanlar ya görünen kozmik düzenin rahatlatıcı dürtüleriyle veya bilinçli bir tanrı inancının verdiği güven duygusuyla ölümün ve uykunun hiçliğine katılırlar. Bu aslında hiçbir şekilde kavramsallaştıramadığımız ama daima içimizde olan sonsuza kapanmaktır. Gerçekten sonsuz doğası gereği tanımlanamaz. Herhangi bir ölçüye gelemez. Ontolojik olarak kendinden başka bir karşılığı yoktur ki benzetmesi yapılsın. Fakat sonsuz hep vardır. Biz uykuda ve ölümde onu daha yüksek bir şekilde hissederiz. Aslında herhangi bir bilinç ve algının aslı o olduğundan onu her zaman ikincil bir planda bilinçleriz. Çünkü onu gösterecek bir ayna yoktur. O bütün aynalardaki sırdır. Ölümün uykudan farkı ölümden sonra farklı bir aleme uyanmamızdır. Hiç kimse kaybolacak değildir. Bu dünyadan daha renkli ve canlı bir dünya olacaktır. Heyecanları daha farklı ve anlamlı bir dünya. Ölümle diriliş arasında bir zaman olmadığından aslında ölüm de yoktur. Yani ölümün bizden çalacağı bir zaman olmadığından alacağı bir şey yoktur. Demekki ölüm sebebiyle varlıkta bir inkıta yoktur. Aslında zihinden başka bir yerde ölüm de yoktur.
“Ben varken ölüm yok,
Ölüm geldiğinde ben yokum.”
AŞK
Aşk şiddetli sevgidir.İnsan bir şeyi kendinden ziyade severse buna aşk denir.Aşk insanın bütün melekelerini etkiler.Her meleke sevilen özneye yönelir.İnsanın tüm bilinci sevgiyle dolar.Aşka tutulan bir insan aklın güncel ilgilerinde uzaklaşır.İnsanlık tarihi birçok aşk hikayeleri ile doludur.Aşk yolunda canını ve malını feda eden çok insan vardır.Velhasıl aşk gerçektir.Her insan bu ulvi ve şiddetli ruhsal hali yaşamasada aşkı inkar edemez.
Beşeri aşkta ,bir insan diğer insanı sever.Zamanla bu sevgi artarak aşk halini alır.Aşkın gelişmesinde güzellik esas unsur olarak görünür ancak estetik duygusu izafidir.Yani her insana hoş gelen bir estetik anlayışı vardır.Güzel olana şeyler ilgi ve sevgi uyandırır.Gerçekten güzel bir kadından ,bir çiçekten, muhteşem bir gün doğumu ve batımından etkilenmeyecek çok az insan vardır.İnsan gözünün gördüğü güzellikten etkilenir.Güzele doğal olarak meyleder.Beşeri aşk birçok çılgınca hal ve tutum içersede öznesi ve nesnesi belli olduğundan anlaşılır bir şeydir.Bir insanın görüp beğendiği bir diğer insanı sevmesi ve yaşamını bu nesneye bağlaması görülen bir durumdur.
Beşeri aşkta özne ve nesne belirgindir.Seven ve sevilen somut bir varlıktır.Beşeri aşkta bu duyguyu bilincinde yaşayan biri ve bu duygusunu yansıttığı diğer bir kişi vardır.Seven ve sevilen birbirinin bilinç alanındadır.Karşılıklı olarak iletişim halindedirler.Beşeri aşk maşukundan murat olabilir.Beşeri sınırlar çerçevesinde vuslatın tadını yaşayabilir.Gerçekten cima birbirini seven iki insanın olabilecek en yakın birlikteliğidir.Ruh ve beden sahibi iki varlığın bundan daha yakın bir iletişim halini tasarlamak mümkün değildir.Aşk ile; akıl ve gönül birliğine ulaşmış bedenlerin en uygun vuslat hali cimadır.Bu eylemin neticesinde her iki insanda tatmin olup,neşe bulur.İnsanın cinsel yaşamında yalnızlık duygusu dahil birçok ruhsal halin tatmin edilmesi vardır.Aşk ve cinsellik iki insanın daha ötesi olmayan zirve buluşmasıdır.Aşk yanlızlığın ötekini arayışıdır.Cima bu aşkın vuslatıdır.
İlahi aşk konusunda bir çok yorum yapılmıştır.Öncelikle ilahi aşkın ne olduğu üzerinde fikir yürütelim.Bir aşk hangi şartlarda ilahi olabilir.Bir insan olarak aşkın farkındayız.Bu aşkı bir diğer insan yansıtmanın ne anlama geldiğini biliyoruz.Aşık olmuşuzdur.Aşkımızın nesnesi bellidir.Neye kime aşık olduğumuzu biliriz.Fakat ilahi aşkta bu durum değişir.İlahi olanın nesnesini nerede bulabiliriz.Aşk yönelecek ne bulabilir? Çünkü Tanrının sıfatları zatına yol vermez .Hiçbir yerde aşkımızın nesnesi yoktur.Fani olan hiçbir şeyde onu bulamayız.Aklımı ve hayal gücümüzde bir tasvirini yapamaz O zaman ilahi aşktan ,bir maşuktan bahsederken neyi kastediyoruz ?Eğer ilahi olandan bir imaj taşımıyorsak bu aşk meçhule düşer.Bu hiçlik durumunda insan aklı umutsuzluğun girdabında biçare kalabilir.Bu hiçlik tuzağı insanın aşkını nefrete çevirebilir.Gerçekten nihilizm şeytani bir tuzaktır.Tanrı hakkında doğru bir imaj (suret) üretemeyen her akıl yolunu şaşırabilir.Fakat aşkımızı yönetebileceğimiz bu imaj ne olabilir.Tanrının imaj nasıldır?
‘’Allahım sana olan sevgimi bana bağışla ‘’H.Ş
Bu imaj biziz.!Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştır.İnsan ruhu bir prizma gibi Tanrıyı yansıtır.
‘’Sen O’nun gözü ol ki
O da sana görünsün’’
Böylece aşkın öznesi ve nesnesi biz oluruz.Kendi varlığımızda müşahade ettiğimiz bir Tanrıya aşık oluruz.Kendi imajımızda O ‘nu görürüz Fakat aynı anda görende O’dur.Çünkü bu imajda ‘’ben’’ O’nun hüviyetini temsil eder.Aşkın bize arattığı maşuk kendisini bizde gizlemiştir.Aşkın nihayetinde maşuk’unda kendimizdeki imajına ulaşırız.
Bu öyle bir haldir ki aynada hem aşıkı hem de maşuku görürüz Artık varlıkta bir başına ve yapayalnız olduğumuz hissine kapılırız.Gerçekten böyle bir müşahade insanın yalnızlık duygusunu arttırır.Özde ve ufukta tekliğin yansımalarını yaşarız .Bu aynı zamanda vuslatın zirvesidir.Çünkü maşukla aynı benlikte buluşmak O olmaktır.Yani maşuk’un tadına varırız.Tanrı olmanın ulvi ve mukaddes Şuunatının şuuruna varırız Kendi varlığımızda zat,sıfat ve fiillerinin imajlarının müşahede ettiğimiz bir tanrıya aşık olmuşuzdur.Kendimizi tanıdığımız gibi O’nuda tanırız.Bütün ayrılık ve yabancılık gamları sona erer.Bu aşkın sonu ebedi cennettir.Bu aşkın vuslatı sonsuzdur.Artık ebediyen kendimiz olduğumuz bir maşukumuz vardır.Bu aynı anda sonsuzun idrakinide getirdiğinden zevali olmayan bir visaldir.Sonsuzun idraki olmadan Tanrının varlığına tatmin edici bir anlam yükleyemeyiz.Sonsuzluk Tanrının olmazsa olmaz niteliğidir.
Tanrıya aşık olmak ,aşıkın bir edimidir.bu edimde aşkı gönlünde yaşayarak tadına varan biziz.Aşk bizim gönlümüzde var olur.Maşukumuz ortalarda gözükmesede aşk gönlümüzdedir.Fakat aşkın nihayetinde maşuk aşığın yerini alır.Böylece tanrı için beslediğimiz aşkın bize bağışlandığını görürüz.Gerçekten tanrı bize misliyle mukabele eder.Kendimizi aşk derecesinde severiz.Gönlümüzdeki yaşadığımız her şeyin birincil şahidi biziz.Kendimizi sevdiğimiz kadar ötekini de severiz Aslında sevme yetisi her insanın bilincindeki sevgi kadardır.Gönlümüzde ne kadar sevgi varsa ancak o kadar yansıtabiliriz.Aşk sayesinde kendimizde sevdiğimiz Tanrıyı başkalarında da severiz.Çünkü kendimizde gördüğümüz Tanrının herkesde ve her şeyde var olduğunu görürüz.Aşk bizi tanrıyı heryerde ve her şeyde görmeye ulaştırır.Aynı zamanda aşkın aklı aşan doğasında Tanrının sevgisinide anlarız.,Tanrısal sevginin şiddetini anlarız.Bir aşığın kalbinden Tanrının koşulsuz ve sınırsız sevgisinin tadına ve bilincine varırız.Gerçekten .Mevlana bir beyitinde ‘’Tanrı senin için ölür.Fakat o ölümsüzdür” der.Fakat durum gerçekten böyledir.Tanrı bizim bir ben olarak var olabilmemiz için adeta kendini yok eder.Zatını perdeler.Eğer O zatının peçesini açsa bütün benlikler silinir giderdi.Gerçekten insanın bireysel nefis olarak varolması bu nurani ve zulmani perdelere bağlıdır.
Zati tecelli ne mümin nede kafir hiçbir nefsi varlıkta bırakmaz .Bu tecellinin mazharları bu makamın tanığıdır.Zati tecelli kendinden başka bütün kimlikleri izole eder.Bütün varlık gerçekten ezeli tanrı sevgisinin alametidir.Hiçbir şey yok iken yani hiçbirşeyin varlık olma adına bir bilinç ve iradesi yokken her şeyi yaratan O’dur.Bu alemdeki bütün canlıların maddi ve manevi ihtiyaçlarını yaratan O’dur.Bütün varlıkta beka arzusunu yaratan O’dur.Varolmanın bu azim ve hadsiz ihtiyaçları O’nun ikram ve ihsanının derecelerini gösterir.Gerçekten vermek istemeseydi ,istemeyi vermezdi.Aklımıza ve gönlümüze hadsiz arzu ve temayülü koyan O’dur.Bir kudsi hadiste ‘’’Rahmetim gazabımı geçti.İstenmeden vereceğim.Af dilenmeden af edeceğim ‘’buyurduğu gibi tanrı bize her şeyi vermiştir.Gerçekten bizim her ihtiyacımızı karşılayacak bir dünya tanzim etmiştir.Gökyüzü ve yeryüzü ufkumuzda bir cennet misali harika güzellikte var olmuştur.Tanrı tövbe kapısının anahtarını da hiçbir koşul olmadan elimize vermiştir.Eğer tanrının bu mukaddes sevgisi olmasaydı ondan zerre kadar bir şey alamazdık Çünkü hadsiz sevgisinin yanında kudreti de açıktır.
Fakat tanrı bize özgürlüğümüzüde vermiştir.Yanlızca sevigisini, kudretini değil iradesinide vermiştir.Kuran’da geçer “Dua ediniz ,icabet edeyim “buyurur.Yani iradesini bizim bir kesb dalgasından ibaret olan cüz’ i ihtiyarımıza rapt ettiğini beyan etmiştir.
Aşk; Tanrıya giden yolun binitidir.Aşk bizi Tanrıdan başka her şeyden soyar Kendimizle başbaşa çırılçıplak bırakır.Yanlızlığımız tüm evreni doldurur.Zaman ve mekanın ötresindeki müteal varlığımıza ulaşırız .Bu saf farkındalık hali aynı anda sonsuzun ve Tanrının farkındalığıdır.
Böylece kendi varlığımızın bütün katmanlarında ve bütün edimlerimizde Tanrıya bağlı olduğumuzu anlarız.
Aşk bir yönüyle alem-i emirden sayılır. Ruhtan sonra en güçlü ilahi tecellidir.Bu sebeple aşk maşukundan başkasında asla teselli bulmaz.
İnsanı Tanrıya vasıl olması için aşktan başka yol yoktur. Aşk tanrıya yaptığımız en güçlü davettir.
Aynı zamanda aşk Tanrının en yüce cevabıdır ve aslında aşk gönlümüzde bulduğumuz en yüce Tanrı sıfatıdır.
KADIN VE SANAT
“ Bana sizin dünyanızdan üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku ve namaz. “ H.Ş.
Kadın öylesine şirin ve hoş tanrısal bir gerçeği resmederki ondan daha güzel,şirin ve sanatsal bir şey yoktur.O, ruhumuzun öteki yarısıdır.Ondaki güzelliğe meftun ve aşina olmak bizim fıtrattaki özdeşliğimizi gösterir.Gerçekten güzel bir kadın eda ve endamıyla karşı konulamaz derecede karşı cinsi etkiler.Bir kadının beden diliyle verdiği mesaj fiziksel ve psikolojik olarak karşı cinste alıcı bulur.Kadın ve erkek bilinci karşılıklı olarak empati yeteneği ile donatılmıştır.Bu bilinç sayesinde bir erkek kendisine yansıyan bir kadının sanatsal ve harika güzelliğini idrak edebilir. Erkekte bu sanat ve estetik bilinci yoksa bu güzellik yansıma bulamaz. Bu durum bir güzelin paslı bir aynaya bakmasına benzer.Bakan son derecede güzel olsa da aynada kabiliyet olmadığından bu güzelliği yansıtmaz.Yani idrak edemez.Kadın güzelliğini bütün boyutlarıyla görmek her insanın yeteneklerinde olmayabilir.Kadın bu evrende yaratılmış olan her şeyin üstünde bir güzelliğe sahiptir.Bu daireye melekler ve ruhaniler dahildir.Çünkü melek ve ruhanilerin hakikati kadın güzelliğinde içerilmiştir. Kadın Tanrıdaki cemali güzelliği temsil eder; ve kadın bu konuda gerçekten eşsizdir.Ne cennette ne de diğer sonsuz alemlerde bu konuda kadını aşacak bir varoluş yoktur. Bir insanın Tanrıyı görebileceği en güzel ve hakiki tecelli odur.
Bir evrende yaşıyoruz. Çeşitli varlık formlarına tanık oluyoruz.Diğer canlılarla bir çok yolla iletişim kuruyoruz. Masmavi bir gökyüzü ve güneş bilincimizde hoş duygular uyandırıyor. Geceler boyu yıldızlar bir peri gibi göz kırpar. Yanlızlığımıza ışık saçarlar.
Dünyamız dört mevsim binbir ahvali ve harika sanatlarıyla bir saraydan farksızdır. Fakat bu dünyada ruhani ve fiziki güzelliklerle donanmış kadın varlığı olmasaydı yalnızlığımız asla dinmezdi. Çünkü kadın yaratılışta içimizdeki elmanın öteki yarısıdır. Kadın olmasaydı yaratılış eksik kalırdı .Bir kadın sadece fiziksel olarak değil;duyguları ve nurani şefkatiyle gönlümüzü doyurur.Bir erkeğe ruhsal ve bedensel olarak aşina bir dost olacak,onu tatmin edecek daha mükemmel bir tasarım mümkün değildir.Kadın varlığı Tanrının erkeğe en yüce ve şirin armağanıdır.Fakat bu güzelliğin birçok katmanı vardır.Anlayan gönüller için kadın Tanrının bize en güzel bakışıdır.
KADIN
Güzellik burcunun baştacı sensin
Caziben güneşi söndürür kadın
Dünyada gönlümün ilacı sensin
Endamın insanı öldürür kadın
Bahar çiçekleri seni kıskanır
Yüzünü görenler ferişteh sanır
Salındın mı cihan bile sallanır
Duruşun alemi öldürür kadın
Güneşten aydındır tatlı bakışın
Ateşten fazladır gönül yakışın
Omuzumda ipek gibi yatışın
Bembeyaz gerdanın öldürür kadın
Lütfü DENİZLİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.