- 6087 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
NECİP FAZIL KISAKÜREK -UFUKLAR ve ÖTESİ (Konferans Metni)
HOCAM NECİP FAZIL KISAKÜREK
UFUKLAR ve ÖTESİ
Mustafa CEYLAN
************************
Taklidi mümkün olmayan, hem asırların sinesinden süzülüp gelen, bizim edebiyat geleneğimizin önemli bir kilometre taşı, hem de dünya edebiyat geleneğinin en parlak mütefekkir şairlerinden, kendine özgü üslubu ile yüreklerimizi ve bizden sonra gelecek daha nice nesillerin yüreklerini sarıp sarmalayacak hocam, üstadım, büyüğüm, ışığım, gözümün nuru, evrensel mesajın sonsuzluğa akan çağlayanı, çağını aşan çağdaş, aydınlık şafakların türküsü, yanık bağırların ilâcı, canda canım, Şairler Sultanı Necip Fazıl Kısakürek…
Üstadım…
Seni anlatabilmek seni… Zamana, mekâna; zamanlar üstü zamanlarda ateş savuran gönüllerin baharı, serinliği, umudu, yeşilliği, aşkı, heyecanı seni… Seni anlatabilmek seni… Arzın kahverengi tozlaşmış dudağındaki titremelerde garipleşen arayışlarına… Turna kanadında, martı çığlığı, bebek gülümsemesi safiyet ve masumiyetince doya doya, duya duya anlatabilmek seni…
Oluk oluk içtiğim şiirlerinin mısralarındaki özün özü; en az on türde yüz ciltlik büyük bir kitaplık hüviyetindeki eserlerinden tattığım bal özünü tadıp da, 150 yıl sonra da olsa “çöle inen nur”da yıkadığın kum tanesi yüreklerimize, yavan ve kuru gönüllerimize hayatiyet veren, sanat ve fikir dehanı hissedip de, anlatmak, anlatabilmek seni…
Sana varabilmek, senin dünyamı baştanbaşa donatan felsefene ve çağ dolusu, çağlar dolusu fikrî, siyasî, edebî sanat yüklü söylemlerinde kanat kanat uçabilmek mutluluklar üstü mutluluktur efendim. Fikir coğrafyamın hamurunu yoğuran el, seni tutabilmek, bir bebeğin anasının bağrındaki huzuru duyabilmek; acı-deli-divâne fırtınalı denizlerden kurtulup limana sığınmak, sığınabilmek sana, aşk ve iman mıknatısı hocam seni anlatabilmek seni…
Yok… Yok işte, eşin, benzerin.. Geleceğini de sanmıyorum…
Sen şimdi sevgililer sevgilisiyle berabersin, biz de seninleyiz hocam…
“Gençliğe Hitaben”, “Vasiyetin” ve yüzbin kitaplık hacmindeki eserlerin, eserleri nakış nakış dolduran nefesin bizimle…
Büyük Doğu ülküsü, ideali, felsefesi, şaşmaz ölçüler manzumesi… Bıraktığın noktada ve elbette ki yüreklerimizde, gönüllerimizde, bayrak bayrak ruh kökümüzde… Büsbütün bir milletin davasını kendine dava edinip, il il, ilçe ilçe, köy köy dolaşıp konferanslarla ışık saçan seni anlatabilmek için, öncelikle seni anlamak, anlayabilmek gerekir ki, seni anlayabildiğim anda hamlıktan kurtulmaktayım… Kızgın saç üstünde pişirip ben ve benim gibi daha nicesini hamlıktan kurtaran seni anlamak; anlayabilmek, “şiiri ve hayatı” anlamaktır üstadım.
Bugün, tam bugün, 20 Haziran 2009 yani, 26 yıl, 26 gündür sana olan hasretimizi, bantlardan, teyplerden sesini duyarak gidermeye çalışmaktayız. Seni arıyor, seni soruyoruz zamana, takvime, iklime…
Çıkmazlara düştüğümde, uçurum diplerine yuvarlandığımda sana ve pırlantalar pırlantası mısralarına, kaleminin izine sarılıp kurtuluyorum. Dar zamanı genişleten sen, sonsuzluk türküm sen, hiç batmayan ve batmayacak olan güneşim sen, sadece şiirde, sanatta değil; inanç ve imanda; yaşama biçimimde, hayata ve olaylara bakışımda, siyasetten ticarete, ziraatten tekniğe, felsefeden aritmetiğe varıncaya kadar, kısaca her alanda örneğim, ışığım, aydınlığım, mürşidimsin…
Sabretmesini senden öğrendim. Koca bir ömür bir dava ve iman fırtınası olarak esmenin bedeli olarak hapishaneler, zulümler, eziyetlere karşı sabrın altın akan çeşmesinin başında beklemeyi senden belledim ben. Sevgiyi, saygıyı ve istiridye içindeki inci tanesi gibi kabuk yerine özü sevmeyi ve aramayı sen ezberlettin bana.
Mücadele ve yol arkadaşlığını sana bakıp öğrendim. Yılmamayı, korkusuz olmayı, Hak bildiği yolda, idam sehpasına bile mutlak hakikate koşarcasına, tebessüm ederek gitmeyi; gerektiğinde “Ne hakla? Neden? ” diye sorgulayıp haksızlık karşısında çelikten gürz olmayı; su olup akmayı, buz olup donmayı, buhar olup bulutlayın semalarda salınmayı senden bildim, tanıdım ve belledim…
Kalemimin dili sensiz sadece kof ve posa. Sen varsan renk var, sen varsan kalemimde cümbüş ve donanma.. Sen varsan kalemimde hız, sonsuzluk ve güven… Sen yoksan, korku, tereddüd ve sıtma titremeleri… Nesirle nazımın barışını senden aldım. “Poetika”nı baş ucuma koydum da “şiir” sahasında sancılarım bitti ve yepyeni bir edebi akımı muştulamaya başladık. Aruz da, hece de; kısaca vezinlerimiz el ele vererek yeniden yeniye koşmakta şimdi bizde. Kaynağımız sensin üstadım. Hızımız senden… Kalıp, ölçü, vezin şiirin kanat açıp yükseldiği birer “araç” şimdi bizde. Asıl amaç, şiirin işaret ettiğin “sonsuzluk iklimi”ni yakalaması, “mutlak hakikate” koşmasıdır.
Canda can üstadım…
Seni anlayabilmek için “ufuklar” ve “ötesi”nin sırrını çözmeliydim.
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Lügât’ına baktım. Ufuk ve ötesi aynen şu şekilde tarif ediliyordu:
Ufuk: Düz arazide veya açık denizde gökle yerin birleşir gibi göründüğü yer, çevren, göz erimi; anlayış, kavrayış, görüş, düşünce gücü, ihata(1) TDK-Türkçe Sözlük,Syf:1510
Öte:Konuşanın temel olarak aldığı bir şeyden daha uzak olan yer veya şey, mavera; bir şeyin arkadan gelen bölümü,öbür yan,konuşana göre uzakta kalan,daha fazla, çok, bulunulan yere göre karşı yanda olan(2) TDK,a.g.e,Syf:1144
Üstadım, sınırsız, her seferinde kendini yenileyen sonsuz enerjinle yenilediğin kaleminle edebiyatın her türünde; Şiir, hatıra, makale, inceleme, roman, hikâye, tiyatro vb alanlarda verdiğin eserler, aradan bunca yıl geçmesine rağmen, olaylar, mekânlar ve zamanlar değişmesine rağmen, tazeliğini, güncelliğini muhafaza etmekte ve şaşmaz ölçüler ve hükümlerle donatılan bu başucu kitaplarıyla nesillere önderlik yapmaya devam ediyorsun. Bütün eserlerinin o efsunkâr satırları arasında haksıza karşı, batıla ve İslâmın özünden uzak düzenlenmiş bütün reçetelere karşı içten içe büyüyen ve büyüdükçe ufkumuzu ve ruh kökümüzü donatan bir öfke ve karşı tez, aydınlık ve ötenin ötesinden koparıp geldiğin bir ulvî-yüce ve kutlu çareler manzumesi, bakış açımızı ufkun tam ortasında sarmalayan ve buradan, bulunduğunuz, yakaladığınız bu ufuk çizgisinden daha daha öteye, ötelere çeken çağrını duymaktayım. Uyusam beynimin makine dairesinde, uyansam nefesimin ve nabzımın raksında çağrını hissetmekteyim.
Bazen şiirinin büyüsüne kapılmaktayım, işte o zamanlar, senin şiirinin senin nesrin ile nasıl bir yarış içinde olduğunu görmekteyim. Nesirlerine daldığımda ise bu kere kelâm okyanusunda sonsuz ufuklara kulaç atmaya başladığımda; nesrinin şiirinle yarışını anlamaktayım. Sonra, evet sonra da durulduğumda, anlıyorum ki, nazmın ve nesrin, daha önce hiçbir kulun ele almadığı konuları, yeni tarz ve şekillerle, yeni, sana ait yorum ve üslupla ele aldığını ve hiçbir konuyu sonuçsuz bırakmadığını görüyorum. Kıymet ölçülerinin ezel-ebed uhrevî değerler ve ikicihan Sevgilisinin göz ucu, ayak izi, dil çiçeği olduğunu iliklerime kadar hissediyorum.
1969-1970’li yıllardayım… Başkent Ankara’nın edebiyat ve sanat konuşulan salonlarında, derneklerinde, kuruluş ve oluşumlarındayım. Gönlümle, o dönemlerin Başkent’inde melil-mahzun, inceden bir Ankara rüzgârıyım şimdilerde. Abdinpaşa’da bulunan Başkent Lisesi’nden arkadaşlarım Arap Esat, Umut, Mehmet, Hasan, Tuncay’la beraber seni dinlemek, seni karşılamak, seni solumak için neredeysen oraya koşuyorum halâ…
“Umut sizlerde, gelecek sizin, bir sizden ümitvarım gençler” diyorsun. Senden aldığım hız ve ilhamla, Başkent rüzgârı olup esmeye çalışıyorum kendimce. Senli esişlerimde yön ve yol var. Sensizlikte başımı vurmaktayım dağlara, taşlara. Ankara’ya her gelişin bize bayram, bize ışık yağmuru… Seni dinlemek seni, Cennetin en nadide köşesinde yaşamaktan farksız. Çare sen, aşk sen, umut sen üstadım.. Gerisi boş.. Gerisi yok benim için…
Üstadım, Sultanım…
Bize bakar bakar da, en çok da gözlerim gözlerinle buluştuğunda “özlenen gençlik” deyişini, bulunduğumuz yerden ellerimizden tutarak ufuklarda yolculuğa çıkarışını, ufuklardaki doyumsuz yolculuğumuzu ufuk Peygamber’le taçlandırışını özlemişim. En çok da sesindeki o uhrevi havayı, o cümle zorlukları yenen, engelleri aşan çağıltıyı, ses tonundaki ışık şelalesini özlemişim… Mâna ateşini tek cümleyle yakışını ve gönüllerimizde yanardağları aktif hale getirişini, üstün idrak anlayışına doğru bizi koşturmalarını, hâl ve tavrın, davranış ve bakışlarındaki eşsiz manzumenin uyumunu özlemişim… Şereflerin en büyüğü, ödüllerin en bulunmazıydı senli zamanlar. Seni duymak, dinlemek, işitmek; işte bu neşe ve bu huzur içimin doruklarını özgürleştiren, beni ben yapan, bizi biz yapan enerji…
Ürkek bir tavşan edasıyla ötelere kaçan ufku, ufukları dolamışız başımıza, kalemimize, içimizin yokuşlarına da o zamanlar farkında değilmişiz. Üstadım, hocam; “önce, ilk evvelâ ufuk” diyordun, “Evet ufuk. Durmak yakışmaz size. Yerinizde sayamazsınız. Ufku yakalamak sancınız olmalı. İşte karşınızda ufuklar, haydi göreyim sizi” diyordun. Halâ da demektesin, işaret etmektesin…
“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız /Ruhuma, büyük temel çivisi çaktınız.” Demiştin ya üstadım, “dudakları ölümsüzlük tasında, imzası maverâ haritasında” bir ışık salkımı, bir Allah dostu ile karşılaşmanızı anlatırken ve sonra “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum” diyordunuz ya; bizler, Ankara’nın yakın çevresinden merkeze sabahın alaca karanlığında trenle yola çıkıp “okusunlar, adam olsunlar” diye, köyünde, kasabasında, hattâ ilçesinde lise bulunmayan köy ve kır kökenli Anadolu çocuklarının ruhlarında, söylediklerinizle fırtınalar estiriyordunuz. Asıl göklerden habersiz uçurtma uçuranın bizler olduğumuzun farkına varıyorduk.
Sana koşan ayaklarım içimin emrinde, içimse işaret parmağının gösterdiği ufukların ötesindeydi. Yollar, tozlu, çamurlu toprak…Yollar, raydan demirden yuvarlak, dörtköşe… Yollar bulutlar arasından, pamuk bahçesinden. Yollar dalgalanan mavi tülbent denizlerden… Bütün yollar içinde binbir telâş… O telâşın merkezinde sen, yolda yolcu ben… Yollar vasıta, araç… Gaye, çekirdeğin içi. Gaye, ufka erişmek.
Gökle yerin birleştiği çizgi, 26 yıldır soğuk ve şekilsiz. Nice yıldırımlar, nice şimşekler düşüp yaksa da o çizgiyi, sen yoksun ya, “yüzü yerde gökler” tutup da beni kaldırmıyor üstadım. Ufuk çizgisi yavan ve kuru…
Ancak, gayet iyi biliyorumki yedi gök, yedi yerle öpüştüğü bu ufuk denen yerde, sırrı fısıldamaktalar birbirlerine. Ufuklar, aşkın terennümü olan bu sırrın şahidi. Ben zaten ufukların şahitliğinden deliren çılgınlar çılgını, ayağı yolun en çamur yerinden çıkamamış, yaşarken ölmüş bir “feza astronotu”…
“Yollar ve Gökler” de:
“Üst üste, altaltalar
Bende gökler ve yollar
Gökler, kat kat mavilik
Yollar, kol kol servilik.
Yollar nereye gider,
Ve ne düşünür gökler?
Göklerin bir sırrı var
O’nu arıyor yollar.
Gökler suda titriyor,
Yollar suda bitiyor.
Göklerin yüzü yerde,
Yollarınki göklerde.
Bu yollarda izimiz,
Bu göklerde gizlimiz.
Yollar, beni, vardırın!
Gökler, tutup kaldırın! ”
Yıldızlara tutunmak isteyişim, sana koşum, sana susuzluğumun neticesiydi. “İyi atlara binip giden iyi insanlar”ı parmağınla işaret ediyor, parmağınla bendeki zamanı ikiye bölüyordun. “Ölümü öldüren kahramanlar”ı(3) bir yana, ufkun birinci merhale ötesine koyuyor, durmadan koşacaksın diyordun. Ufkun birinci merhalesinden “İçi ve dışıyla ölüme bakanları”nakkaş ve nakış olanları(4) , ”akreplerin ruhumuzu deşmesinden kurtulmak için, nur çeşmelerinden içilenleri(5) , ”sebil sebil ölümsüzlük tasını sunanları ve nokta nokta ebed haritasını çizenleri”(6) anlatıyordu parmakların. Sana, parmaklarına tutunabilmek; ebed haritasını çizenlere ulaşmak demekti benim için. Ve benim için ölümcül hastalıktan, asırların çürük dişinden ve hamlık düşünden kapma sara nöbetlerinden kurtulmak demekti. Bakışlarımızda aradığın o muhteşem genç nesli bulabildin mi bilmiyorum? Ancak, bizlerin, senin her vesileyle adını anıp tariflediğin o muhteşem genç nesil olamadığımızı biliyorum.
“Ey genç adam, bu düstur sana emanet olsun;
Ötelerden habersiz nizama lânet olsun.”
Derken, gelecek zamanlarda kurulacak nizamın, toplumsal dokunun ötelerden habersiz olmamasını ister ve “ötelerden habersizse o nizama lânet olsun” derdin.
Yüreğimden geçenleri bakışlarımdan okurdun üstadım. Tıpkı kitap ve yazarı misalince ben de ses tonundan, bakışlarından yüreğinin gönül kıyılarıma vuran, aklımın kuru kabuk sınırlarını parça parça eden tahlil ve analizlerinden anlardım içindeki iklimi ve bembeyaz sayfalar ölçütündeki ruh kökümüze diktiğin fikir,aşk ve iman fidanlarını, nurlu ellerinle serptiğin şiir tohumlarını hissederdim… Biliyorum, sana göre bizdik, özlediğin o muhteşem gençliğin temsilcileri. Gelecek bizdeydi ustam… Yanlışları düzeltecek, yatıkları doğrultacak, “çile” yi kaymaklı tatlı bilecek özlenen nesil… Evet özlenen ve beklenen nesil… Nitekim;
“Bir nesil özlüyorum,
Doğrultsun yatıkları!
Somunları taş olsun
Zehir de katıkları!
Yorganları devirsin
Dişlesin yastıkları!
Bir damla gözyaşına,
Sonsuzluk, sattıkları.
Hakk’a dönünüz Hakk’a
Hakk’ın yarattıkları! ”
Diyordun…
Ve üstadım, canda can çiçeğim Hocam; iki gözümün nuru;
“Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş”
bir aile yapısını tersine çevirecek nesilleri doğursun istiyordun anneleri…
“Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım / Mukaddes emânetin dönmez dâvacısıyım”, “Bekleyin görecektir duranlar yürüyeni; /Sabredin gelecektir, solmaz, pörsümez yeni! ”, “Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak! / Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak? ”
“Bir ufuk ki, ne Mecnun varabildi, ne Ferhad;
Bir ufuk ki, ilâhî sırrı bekleyen serhad…”
diye tanımladığın “kadın”ı anlatan mısraların, ufkun ve sevdanın yegâne terennümüydü. İlâhî sırrı keşfetmenin tek ve değişmez yolu, ufuk çizgisine varmak, iç radarlarını ufuklardan öteye, ötelere çevirmekle mümkündü.
Haziran 1977’ de “Ezan Susmaz” adıyla ilk şiir kitabımı yayınlamış, yolunu gözlemeye başlamıştım. Bu basit, çocukça, sığ suların kıyısından devşirdiğim duygu çiçeklerimi millî ve mânevî değerlere çevirmiş, 25 yaşın heyecanı ile lise yıllarında yazıp yazıp sakladığım manzumelerimi yayınlamıştım. Bu ilk kitabımı sana sunmak, takdim etmek istedim amma, korkumdan veremedim üstadım. Bana “25 yaşında bir Fatih Bizansı islâmbol yaparken, sen, kelimelerin, kalıbın, veznin kölesi olmuşsun, böyle olmaz, olmamalı” diyeceğini sandım hep. O yüzden de, aradan seneler geçmesine rağmen, aynı his, aynı düşünüş biçiminin bendeki saltanatı bitmedi. Kendi yazdıklarımı kendim beğenmiyor; her yeni soluklanış, her şiir yağmurundan sonra, seni, bakışlarını, yüz ifadeni aramaktayım hep. Gülümseyeceğin güne kadar yazacağım, kalemim senin takdirkâr bakışlarını alana kadar çırpınacak, çalışacak ve susmayacak…
Sancılı arayışlarım ömrümün sonuna kadar sürecek ustam…
Halk Edebiyatımızın temeli olan “dÖrtlük”,divan edebiyatımızın kökü olan beyit arasında, sihirli bir üç mısra (bana göre üçlük) koymuş olmandaki hikmeti şimdilerde daha iyi anlamaktayım. Beyitleri, muhteşem üstü muhteşem vecizelerinde Mimar Sinan mmarisiyle nakışlarken, dörtlüklerin yanına, beşlik mısralar, batı edebiyatının sone, triyole vb nazım çeşitlerini Necip Fazılca nakışlamanı, Divan Edebiyatımızın gazel ve kasidesini, terci-i bend’ini, halk edebiyatının tecnisini ölümsüz, abide şiirlerinde yepyeni nefes alanları olarak sunmuştun. Hece şiirimizin sadece “koşma”dan ibaret bir şiir türü olmadığını haykırıp durmaktayız biz, bu haykırışlarımızı, “Çile”ne göz atsa yâr ve yârenlerimiz anında anlayacaklar, amma, bakmak yeterli olmuyor galiba, görmek, dahası göstermek de gerekiyor sanıyorum…
Gösterdiğin ufuklarda, şiirimizin köklerinden yükselen “Sakarya Türküsü”, “Zindandan Mehmet’e Mektup”, “Çile”n, “Kaldırımlar”ın var.
Şiire dair demiştin ki:
“Ben şiiri, her türlü hasis gayenin üstünde, doğrudan doğruya kendi zât gâyesine-sanat için sanat-, fakat kendi zat gâyesinin sırrıyle de Allah’a ve Allah dâvâsının topluluğuna-cemiyet için sanat-bağlı kabul etmişim… işte kitaplık çapta zuhuruna kadar beni bekleten ve bu zuhura mânâda ve maddede şekil veren baş ölçü! ..” “ Biz şiiri iman için bilmişiz; ve bu mihrak bilgiyi, her bilginin geçtiği binbir yol ağzı biliyoruz.””Dilimin ucunda tek nükte kaldı: Allah’ın kâinata Efendi olarak yarattığı, insan ehramının zirve taşı; ve şair… Efendimiz, Kurtarıcımız, Müjdecimiz, Gâye-İnsan ve Ufuk Peygamber… O ve şair… O her şeyimiz, her şeyimiz, her şeyimiz; topyekûn varlık nimetinin her şubesiyle beraber (Poetika) mızın, şiir telâkkimizin de kaynağıdır. Bu inceliği (Poetika) mızda gösterdik. Ve şair demek, Gâye-İnsan ve Ufuk- Peygamberi, Kâinatın Efendisini, Allah’ın Sevgilisi’ni sezmeye doğru hususî ve ileri bir istidat…” “üstün idrâk müessesesi şiir, ilk borç olarak, elinde kâinat sırlarının anahtarı, O’nun hilkat sırrının ve Kâinat Efendiliği makamının eşiğinde dize gelecektir. Şiir bu mukaddes eşiğin süpürgesi; şair de boynundaki süpürücülük borcuyla insanoğlunun en yüksek rütbelilerinden birisi… Ben, bu rütbelerin en yükseği içinde, O’ nun ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak, o mukaddes eşiğin süpürgecisiyim! ”
Evet üstadım, evet; ben, bizler de senin evlâdların, senin umut fidanların, ellerinle dokuyup şiir göklerine savurduğun ve her birimize en yüce görevleri yüklediğin küçümen yıldızların, şairlerin, çırakların, yolunda yolcular, kapında bendelerin olarak, şiire dair aynı duyguları duymuş, aynı sorumluluk bilinciyle, kendimizi kelâm sahasında bir hizmetkâr, şiir sahasında bir köle kabul ederek, iy’olmaz şiir hastalığımızı da bir yandan tedav edebilmek maksadıyla ufuklara, çizdiğin, şehadet parmağınla gösterdiğin ufuklara yolculuktayız. Ufuklara yolculuk “gül üstüne” başladı, gül üstüne devam etmekte üstadım. Zira, ufkun en son noktasında hilkat sırrının ve Kâinat Efendiliği makamının sahibi vardır…
Yollar, sende başlar; iki Cihan Sevgilisi’ne uzar, oradan Yüce Mevlâ’ya uzanan yollar.
“Yaram var, havanlar dövemez merhem;
Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.
Ne çıkar bir yola düşmemiş gölgem;
Yollar ki, Allah’a çıkar bendedir.”
Ben’i bende etmişiz üstadım kaleminize. Ak topraklara çevirmişiz ızdırap dozerlerinin dişli çarklarında ezilen gönül topraklarımızı… Kavruk, yanık, yüzü yırtık, hüzün yumağı toprağımızı mısralarının sırdaş türküsüyle verimli vahalara çevirmişiz. Irmaklarımız senden doğmuş, senden bize, bizden kalemimize, kalemimizden insanlığın hafıza kâğıtlarına, gönül girdaplarına akmış hep. Yunuslayın düşmüşüz ışıltılı yoluna sırtımızda alıç heybesi, başımızı vurmaktayız taştan taşa. Aynalar ardındaki sırrı düşürdüler şimdiki zamanda. Olaylar, gelişmeler, akan zaman, parça parça etti, tuzla buz etti aynaları da kör aynalarda, ayna kırıntılarında küçülen nefsimizi, enaniyet canavarımızı çoğaldı ve büyüdü sanmaktayız. Oysa üstadım sen, “Ve nefs” i köpeğe, hattâ köpekten de aşağı derecelere indirmelisin diyordun.
“Köpek korkusiyle korktum ölümden,
Ölmeden ölmeyi anlayamadım.
Ne güneşler doğup battı üstümden
Bir günü bir güne bağlayamadım.
Hırsıma ne şöhret yetti, ne de şan
Döndüğüm her nokta dünyadan nişan
Nefsimin ardından koştum perişan
Ondan bir kıl bile avlayamadım…”
Biz, gençliğinin o en delişmen zamanlarında insanlığın söz sultanı seni, üstadım seni, tanımış olmanın bize kazandırdıklarına bakıyorum şimdi. Nefis mücadelesi, ölmeden ölmeyi anlamak işte en önemli kazancımız bu. Bu kazanç bizi, akranlarımız arasında mutlaka yüz puan önde, bin adım ilerde yapmaya yetiyor da artıyor. “Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk”ların olmak kadar, “ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcukların” olmak kadar güzel bir hadise olamazdı. Bize “ Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın! /Şimdi anladığını sonra anlayamazsın” dedikten sonra gerekçe olarak zamanı göstermiş ve “İnsanlık zincirinin ebediyet halkası / Çocukların kalbinde işler zaman rakkası” demiştin. Evet Hocam, zaman rakkası işleye işleye iz etti kalbimizde. Biz büyüdük, zaman yürüdü; biz yürüdük zaman geriden geriye gitti. Şimdi zaman bahçesinin tel örgülerinde takılı uçurtmalarımız ve çığlıklarımızla hıçkırıklarımız, pişmanlıklarımız ağaran şakaklarımızda.
“Biz akıl tutsağıyız, çocuktur ki asıl hür” demiştin ya, aynen öyleyiz üstadım, aynen öyleyiz, akıl tutsağıyız. Zamanın dişli çarkları un yapıp öğüttü bizi.
Çağa, çağdaşlığa bir “imalât hatası” olarak imza attırıp ismimizi eğri-büğrü hurufatla yazdıran bizler, çocuklarımızın hürriyetini dokuyamadık, ışıyamadık sabah güneşi ışıltından yansımalarımızı alıp ışıyamadık.
Koskoca bir nesil kayboldu üstadım. Köprüler kuramadık gelecek çağlara. Derme çatma-gecekondu mantığıyla kurduğumuz köprüler, en küçük emperyalist batıcıl rüzgârla yerle yeksan oluverdi. Biz, bizden sonrakileri kaybettik. Bize verdiğin emanetin gereğini yapamadık üstadım. Senin yokluğun ve doldurulamaz boşluğun çaresiz koydu bizi. Kanayan yaralarımıza merhem diye, “çöle inen nur”dan bir ışık salkımı, “nur harmanı”ndan bir kıble rüzgârı saramadık. Kanadı yaralarımız, Biz kanadık.
“zaman donacak kadar güzel bir Allah dostu olan sen”i aramaktayız… “Düşünün, ben ne büyük rütbeye tutukluyum! /Çünkü O’nun kulunun kölesinin kuluyum” ve “Ben şairim, gâibi kurcalayan çilingir; /Canlı cenazelerin başında Münker-Nekir”
Şair oluşum senden. Şiirim senin suyunla güzel ve hayat dolu. Senin izin, bakışın, duruşun, yansıman olmayan hiçbir mısra ve şiirde şekil, tarz, üslup, mesaj, evrensel bakış ve güzellik yok. Sen varsan anlam dolu mısra ırmağım. Hani Koca yunus, hani Bizim Yunus demiş ya, Mevlâna’yı –Mesnevi’yi okuduktan sonra “Ete-kemiğe büründüm /Yunus diye göründüm diye” sen de; Yunuslayın “Mezarlarda susarken dilsizler, dudaksızlar / Üstlerinde ot biter, kuş öter, arı vızlar” demiş, Mevlâna’nın ney’ine de “Ben o kutsî nefesin üflediği kamışım / Ses onun, ben imzamı atmışım, atmamışım…” diyordun. Kâinatta her ne varsa zerreden küreye, noktadan sonsuza, atomdan galaksilere varıncaya kadar, hepsindeki sırrı, oluşu, dönüşü, raksı, zikri hissedip kanına batırıp kalem ucunu öyle yazıyordun sanki şiirlerini. Bu tekniği, bu söylem biçimini kara sevdamız yapan sensin… Bütün olmazları olduran şairi, hayal, madde ve manânın tılsım bekçisi, türkü çığırıcısı yapan sen…
Varlığım, dilimin ırmak çağıltısı üstadım, şairliğimi, kelime oyunculuğumu sana borçluyum. Kelimelerle dansı senden öğrendim. Usta değilim, kelime kuyumcusu olamadım, yazdıklarım küçümen bir kâğıtı dahi havalandırmaya gücü yetmeyen, gönüllerde dalgalanmayan kuru harf hamuleleri. Fikrin ve imanın, aşkın ve vecdin uzağında, çöl kumsallarında gezinmenin getirdikleri işte bu sonuç…
Esasında bir başka husus da, önüne oturacağımız, rahle-i tedrisinden geçeceğimiz, iğne deliğinden, değirmen taşı arasından geçip un olup akacağımız Arvasiler, Necip Fazıllar yok ve arada korkunç, doldurulamayan bir uçurumlar zinciri var… Ummanlar yok, sığ sularda canhıraş feryatlarımız yükselmede. Ateş yakmıyor, su gül kokmuyor. Belli ki su arklardan geçerken gülistana uğramaz olmuş, kesilmiş nefs, çıkar, vurgun ve siyaset şâkileri tarafından arklarımız, doldurulmuş taşla, toprakla, kayayla ve suyun yönü değiştirilmiş. Yanardağlar patlatan sevda, mübârek evrensel mesaj, kozmik pervaneler kaybolmuş da, elimize değen kibrit ateşleri içimizi üşütmede, bakışımızı yere, başımızı öne düşürmede üstadım…
“Kalpten kazıdılar iman sırrını
Her günün bugünden beter yarını
Acı rüzgârlara vermiş bağrını
Türk Bayrağı yana yana çırpınır.”
Evet, Türk bayrağı acı rüzgârlara bağrını vermiş de yana yana çırpınmada üstadım. Anadolumuz, Cennet yurdumuz iç ve dış hain mihraklarca asrın en büyük planlı saldırısıyla her gün şehid haberleriyle sarsılmaktadır. Anaların dinmiyor gözyaşları. Söylenecek çok söz var üstadım, denecek çok kelâm. Kalpten kazınan imanın yerine kin, öfke, nefret ve ayrılıkçı bölücü bir rüzgâr üflenirse tahmin et neler olmaz? İşte biz o korkunç, o hastalıklı zamanı yaşıyoruz üstadım. Ne “Büyük Doğu” programına, “idelogya örgü”ne sahip çıkıp, muktedir yapabildik; ne de “Büyük Doğu yerine” kangölü bir “Ortadoğu projesi”ne engel olamadık işte. Türk bayrağının yana yana çırpınışı ondan…
Hasılı biz müflis esnaflarız ki, terazimiz de hüzün ve acı var. Canımız yanıyor ama sesimizi çıkaramıyoruz. Beceriksiz çıktık üstadım, çok beceriksiz hem de… Ayrılıkçı terörün kökünü kazıyamadık, birlik ve beraberliği vakit geçirmeden tesis etmemiz gerekirken, gülü kızıl kana batırıp boyamış, kudret boyasına boya katma eylemine kalkışanlar bugün Başkentte ellerini kollarını sallayarak gezer olmuşlar. Avrupa Birliği hayâliyle, gelene geç istasyonu olmuş yollarımız, televizyonlarımız, gazetelerimiz.
Türk bayrağımızın yana yana çırpınışı ondan üstadım…
“Kollarımı makas gibi açarak” “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! ” diyeceğim diyemiyorum Hocam. “Mezarda kan terliyor babamın iskeleti; /Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti? ” diye haykırışın ufkumu dipten doruğa kaplamakta. Mukaddes emanete sahip çıkamadık. Küçük hokkabazlığa ve sefil aynalı dolaba kandırdılar bizi.
Duygu hazinemizi boşalttılar üç-beş loca ve lonca, batı ve uşakları. Maddenin kıskacında ufkumuz kelepçeli ki, kelepçeli ufukları yıkıp ötelerin ötesine ulaşamıyoruz. Kuru, kupkuru yanık dalla, yanık kökün birleşe birleşe yaprağın ucuna kadar yemyeşil bir ışık olmasını arzulamaktayız. Genç Osman ve Ulubatlı Hasan’ı lif lif edip yolan güruh, dilimize perçin vuran anlayışlar fermuar çekmekte dudaklarımıza. Işığa gem vurup da ışıktan atlara binip de gökten inen bizimkileri inecek diye beklemekteyiz. Mekândan arınmış, zamandan ileride, uzaklığı yenmiş, ufukları Ulubatlı iman ve bayrağıyla fethetmiş, Fatih edasıyla okutmuş fermanını, dinletmiş Ezanını… O bizimkileri beklemekteyiz. Bizim gençliğimiz, bizler, bizler olamadık üstadım. Tutamadık sözümüzü. Gayret etmesine ettik ancak devri devranın çarkları üstünlerden üstündü. Ancak, asla yitirmedik ümidimizi, asla bedbin olmadık, bıkmadık, usanmadık yoldan ve bu bayrağı dalgalandırma aşkımızdan vaz geçmedik…
“Kırılır da bir gün bütün dişliler,
Döner şanlı şanlı çarkımız bizim.
Gökten bir el yaşlı gözleri siler
Şenlenir evimiz, barkımız bizim.
Yokuşlar kaybolur, çıkarız düze,
Kavuşuruz sonu gelmez gündüze,
Sapan taşlarının yanında füze,
Başka âlemlerle farkımız bizim.
Kurtulur dil, tarih, ahlâk ve iman;
Görürler, nasılmış, neymiş kahraman!
Yer ve gök su vermem dediği zaman,
Her tarlayı sular arkımız bizim.
Gideriz nur yolu izde gideriz,
Taş bağırda, sular dizde gideriz,
Bir gün akşam olur biz de gideriz,
Kalır dudaklarda şarkımız bizim.”
Evet, üstadım şimdi dudaklarımızda senin şarkın var, şarkıların var. Öksüz yapıyı yıktırmadan, yıkmadan ayakta tutmak istiyoruz. Dallardaki iğreti yapraklar, hedefe varmayan mızraklar utanmalı, utanacaklar. Binbir tanede solmayan kudret boyası, tek renk, bayrağımın güleceği günün hasretindeyiz.
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylân, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaprak utansın!
Üstada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!
Ölümden ilerde varış dediğin,
Geride ne varsa, bırak utansın!
Ey binbir tanede solmayan tek renk,
Bayraklaşmıyorsan bayrak utansın! ”
Üstadım, nur-u aynım… Mutlak hakikat, Mutlak Güzel sevdalısı kervanımın önderi… Solmadı, soldurmadık gülümüzü… Dal uçlarımızda umutla, müjdeli yarınları bekledi goncalarımız. Gülü solan dal olsaydık, işte o zaman kahrolmuştuk. Şimdi gülistanlarımızın kapı tokmakları ehil elleri bekliyor.
“Aç kapıyı, haber var,
Ötenin ötesinden!
Dudaklarda şarkılar,
Kurtuluş bestesinden.”
Ufuklar geride kaldı, kalacak. Azmimiz, irademiz ve sabrımızın altın kaplamalı kılıcı nefsimizin başını uçuranda, öteler yakına gelmekte. Dudaklara kurtuluş bestesinden şarkılar düşmekte..
Övüncüm, hasretim, ömrüm Üstadım…
Asumanımı baş ve sonu itibariyle kuşatan saadet ışığım. Gönül bahçemin reyhan çiçeği, ıtırım. Firuze akşamlarımın atlas bahçelerinin şırıltısı, uğultusu ve su sesiyle dolduran nehirler üstü nehirim. İnsanı sevmeyi, insanlar arasında ayırım yapmamayı, hoşça bakmayı senden öğrendim ben. Kişilik kumaşımı dokuyan ilim, iman, kozmik bilinç, ilâhi manzume ve ilhamın; bendeki beni yıkıp yeni bir ben ortaya koydu da nice sonra farkına varabildim.
Eşyanın, olayların, varlıkların görünmeyen cephelerinin teranesini duyurdun bana. Üç boyutlu değil, sonsuz boyutlu ama tekte tek olmuş bir acun sundun akıl sarayıma. Ne zamanki tasavvuf neşesini damağıma, zihnime, kalbimin taa ortasına nakışladın, işte o zaman akıl sarayım yıkıldı, kale burçlarım yere düştü, kapıların kilitleri işe yaramaz oldu. O ana kadar ufuklarımda maddi zaferlerin şaşaalı törenleri vardı, benlik kumaşının sim-altın işli gömleği sırtımda, altından tahtımda, para-maddiyat direkleri üzerinde yükselmiş sarayımda kendimi özgür, kendimi mutlu sanıyordum. İbrahim Ethemleyin soyundum kaftanı, çıkardım kravatı, attım dünya diplomasını ve dünya zaferlerinin taklarını yıktım. Çıktım kırların hür havasına ve kavalımı çaldım akça kuzulara. Yeşil otta beyaz ayran gördüm, yaprak ucunda yıldız, yaprak ortasında tünel, yaprak kökünde yükleri ışık ve su olan trenler gördüm; o zaman aradığımın peşinde olduğumun farkına vardım. “Rüya gören atlar” ı sayıkladım “at’a senfoninde”. Deli toynaklarla tarihin sinesinde uçsuz bucaksız ovalarda gezindim ve yelesinden alev akan atlarla gardaş olasım geldi. “Bozkırlardan geçen topal trenler”e baktık başıboş; baktık da 29 harflik sözde aydınların bir kibritle bir ormanı ateşe vermelerini gördük. Çoğu yaraladı bizi, ruhumuzu; yaralarımıza merhem diye şiirini çaldık, şiirini sardık üstadım…
Sardık ta içimiz ancak o zaman rahat edebildi…
Ufuklar ve ötesinin görevlisi bir gençlik. O gençlikin büyük bir kısmı Anadolu şehirlerinde ve kasabalarında, bir kısmı da bizim gibi Başkent Ankara gibi İstanbul gibi üniversitelerin yoğun olduğu kentlerde… En çok ve en mühim görev de üniversite şehirlerindeki gençlere düşmekteydi.
Fişek gibi gençlerdik…
Ülkenin geleceği diyerek umut bağladığın fişek gibi gençler…
Kutsal emaneti omuzlarımıza yükledikten sonra, “Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını gediğine koymayı unutmayacak” ve bunu üstadının tek vasiyeti bilecek bir gençlik…
Diyordun ki:
“Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...”
”İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerîmden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.
Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! ”
Bugün Anadolu’nun dört bir yanında genç arkadaşlarım varsa, çoğunluğu şiir sevdasıyla bize “hocam” diyorsa, bunun sebebi sensin üstadım. Senden aldık bu davranış biçimini, insanî ilişkilerdeki ince ayarı. Hassas teraziler ve şaşmaz ölçüler senin eserin… Kucak açmak, sevmek, saygı duymak; “insan aynasının gene insan” olduğunu bilmek şuuru; bütün bu erdemler senden bize akanlar. Mıknatıs nasıl çekerse madeni, ışık pervaneyi nasıl ölümüne çekip alırsa kendine, bizi de sen aldın iman, ahlâk, dâva, misyon teknene; yoğurdun bir iyice, yoğurdun… Şu kurulu düzende bize “imalât hatası” gözüyle bakılıyorsa; bu bizim, senin ışık bahçendeki asma dalından aldığımız üzümün yansımasıdır, başka bir şey değil. Varsın, bugün bu dünyanın zamanına ve devranına “imalât hatası” olarak gözükelim. O zaman dosdoğru yoldayız, o zaman bize verdiğin görev üzereyiz demektir.
**
Sözümüzün bu noktasına Üstadımızdan, O’nun unutulmaz şiirlerinden bir gül atalım olmaz mı?
Zindandan Mehmed’e Mektup
Zindan iki hece, Mehmed’im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta...
………Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!
……..Kavuşmak mı? .. Belki... Daha ölmedim!
Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli...
………Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak.
……..Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
………Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
……..Buradan insan mı çıkar, tabut mu?
Bir idamlık Ali vardı, asıldı;
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
………Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
……..Bahçeye diktiği üç beş karanfil...
Müdür bey dert dinler, bugün ’maruzât’!
Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş, kim eder azat?
……..Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem...
……..Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem!
Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!
………İnsanlar zindanda birer kemmiyet;
……..Urbalarla kemik, mintanlarla et.
Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccâdemin yününde şefkat;
………Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
……..Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!
Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
……...Karıştır çayını zaman erisin;
………Köpük köpük, duman duman erisin!
Peykeler, duvara mıhlı peykeler;
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler...
……..Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!
……..Kanla dolu sünger... Beynimi içtin!
Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?
……..Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
……..Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?
Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir...
…….Garip pencerecik, küçük, daracık;
…….Dünyaya kapalı, Allaha açık.
Dua, dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış...
………Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu;
…….İplik ki, incecik, örer boşluğu.
Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş...
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
…….Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
…….Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
…….Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
…….Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!
Necip Fazıl KISAKÜREK **
Denebilir ki:’İslam’ı caminin, tekkenin, zaviyenin, medresenin, ulema çevresinin ve sayısı birkaçı geçmeyen kimi kitapların dışına çıkarmış ’ilk’ mütefekkir şairsin üstadım ve biz senin öğrencilerin, yolunda yolcular olarak ne kadar övünsek azdır. İslam’ı yeniden toplumun içinde dipdiri kılmanın savaşımını verdin… Eşine az rastlanır mükemmellikte, komple bir sanatçı olan üstadım sen, şairliğin kadar, hikâyeciliğin, tiyatro yazarlığın kadar hatipliğin, mütefekkirliğin kadar, gazeteciliğin olan bir lider, ışık, fikir dağı idin. Bizim Himalayamız sendin ve hep de öyle kaldın. Yeryüzüne ve şu fani dünyaya sen ve senin gibi iman ve aksiyon adamı, bir teorisyon, bir toplum mühendisi belki de bir çağ dolusu zamanda bir tane gelir.
Batılılar ve Batıcı’ların içinden çıkıp da, onlara ve onların hayranlarına, hakikat ikliminden, yaradılış gayesinden uzakta yaşayan bütün insanların önüne, insanlık caddesine çıkarak, kollarını iki yana açarak ’durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak’ çağrısını yapıyorsun halâ ve bu çağrıda sadece “durun”, “yerinizde sayın veya geri dönün” çağrısı bulunmayıp, aksine, bu çıkmaz sokağa girmeyin, “Yürüyün! ” Yaradılış gayesi, insanlığın ortak değeri, gerçek üstü gerçeği bulacağınız ufuklara, nurlu ufuklara “yürüyün” mesajı da vardır.
Ufuklara, bütün kalabalıklar, öncelikle ve ivedilikle de Anadolu’da bulunan Müslüman-Türk varmalı, sonra diğer diğer insanlar, ufuklarda ruhların, gerçeğin billur ışıklarıyla yıkanıp arınmasından sonra, öteye, ötelere adımlar atılmalı, ötelere yolculuk başlatılmalıdır. Ötede Allah’ın Sevgili’si, cümle insanlığın aşkı, ışığı, ufuk insan, Yüce Peygamber’imiz vardır.
Öte, ama beride. Öte ama bizim içimizde, Öte ama, bizden birisi. Kudret lokmasını yemiş, hicret güneşinde yunmuş, örümcek ve güvercinler dahil, yeryüzünde, bu evrende, diğer evrende, maddede, mânada, varlarda, yoklarda, görünende, görünmeyende, mevcudatın her birisinde sevdasının izi bulunan ışık Peygamber’i bulunmaktadır. Peygamberlerin sonuncusu. Bütün zamanların zamanlar üstü tebliğcisi.
Öte’ye varmak için, önce bu çılgın, bu amansız, bu batıcıl, bu kökten uzak, özden ayrı, kabuktan-moda hareket durmalı, insanlığın kendini ve gelecek nesillerini helâk etmekte olduğu eylem, tutum, fiil, düşünce, hayat ve yaşama motifi, fikri, ilmi, siyasi, kültürel vb her alandaki gelişmeler esas gayeye yönelmeli, insana ve gelecek nesillere iç huzur, iç güven gelmeli, kurtuluş ipine sarılmalı, açık denizlerin fırtınalı ve deniz canavarlarıyla dolu dalgalanmasından kurtulunmalıdır.
“Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar;
Kavuşmak nasıl olmaz, madem ki ayrılık var? ”
Ve
“Baktığımız her ufkun öte yanına hasret;
Bir ömür sürüyoruz; nereye varsak hicret…”
Ufukların yolcularına durmak yakışmaz. Ufuk yolcularının sabrı, azmi ve aşkı vardır. Geri dönülmez, acabalarla sorgulanmaz bir yolculuktur ufuk yolculuğu. Aslında ufuk da tek, öte de tektir, ama, insanın yaşama biçimi, idrak ve tefekkür gücü, deney ve akıl küpüyle, gönül bahçesinin güç ve genişliğine bağlı olarak, sanki herkese göre ayrı, değişik bir ufuk var sanmaktayız. Oysa ufuk tektir. Herkesin gözünün optikma kapasitesine göre ufuk yakınlaşmakta veya uzaklaşmakta; kalınlaşmakta veya incelmekte; yoldaki engeller azalmakta veya çoğalmaktadır. O yüzden, zeminin birinden harekette, bininden harekette aynıdır; lâkin, kıyama gelen, dinamik, enerjik yolculuğa adım adım çıkanlar farklı zamanlarda ufka varmakta, ufku görmekte veya yakalamaktadırlar. Ölüm hakikat. Tahtadan ata binecek çocuk. Dört kollu bir tahta füzeyle sarayına gidecektir herkes. Ufku yakalamadan, ufka varmadan ölmek yakışmaz bize. Varmalı, ermeli, dokunmalıdır buluta, şehadet parmağıyla göğe imza atıp, ben buradayım diye yoklama defterine imza atmalıdır. Ben buradayım. Ölmeden evvel imza. Ufukta… Ufuk yolcusu tek de olsa, cemiyet halinde de olsa, her ne hal ve her kimlerle olursa olsun, yolda yolu yaşamalı, yolda yol olmalı, geçilmez sulara, ırmaklara köprü; denizlere yelkenli olmalı. Hem kendini ve hem de insanlığı ufuklara taşımalı. İnsan yürüdüğü yola benzer. İnsan yürüdüğü yolun sesidir, topoğrafyasıdır, iklimidir.
“Azap var mı fikir çilesine eş? Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor? Belki de benliğinden kaçabilene hazır” öteler.
“Beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey, her şeyi peçelemiş…
Perde perde verâlar, ışık başka, nur başka;
Bir ânlık visal başka, kesiksiz huzur başka.
Renk, koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan, ezberci?
Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?
Fezada dipsiz sükût, duyulmazın sesi mi?
Rabbim, Rabbim, Yüce rab, âlemlerin Rabbi, sen!
Sana yönelsin diye icad eden kalbi, sen!
Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş!
Azap var mı âlemde fikir çilesine eş?
Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Evet, ben, bir kapalı hudutu aşıyorum;
Ölen ölüyor, bense ölümü yaşıyorum!
Sonsuzu nasıl bulsun, pösteki sayan deli?
Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır.
Hatıra küpü, devril, sen de ey hayal, gömül!
Sonu gelmez visalin gayrından vazgeç, gönül!
O visal, can sendeyken canını etmek feda;
Elveda toprak, güneş, anne ve yâr elveda! ”
Evet işte böyle… Üstadım, bize, sade, yalın, sessiz, başı önde, zaman ve mekândan habersiz, insan ve İslâm düşmanlarının oyunlarına seyirci, sakin bir Müslüman olmamamızı ve inancımızı sadece camide, minberde icra etmememizi, özlenen ve beklenen gençliğin onu felsefe ve hayatta uygulanabilir, her dem taze ve diri, bir ilkeler manzumesi, vaz geçilmezler ölçüsü, bir elifba, bir düstur olarak tutması gerektiğini her seferinde açık açık söylemiştiniz. Siz, bir mücadele adamı, bir yiğit, bir korkusuz kahramandınız ve bizden de öyle olmamızı istediniz.
Nitekim, 1950 sonrasında ülkemiz basın, yayın, edebiyat, sanat ve kültür alanında ne kadar milli ve mânevî değerlere bağlı, milletini, bayrağını seven, dinine, imanına samimi olarak, ülkesini düşünen, muhafazakâr, vatansever insan geldi ise,
Hepsinde, ama hepsinde üstadım sizin iziniz vardır, emeğiniz vardır. 1950 -2000 arasındaki bu 50 yılı, bu yarım yüzyılı doldurmaya yetmiş bir mütefekkir dahi, muhteşem bir ideologdunuz. Bugün dahi, kamuoyunda, siyasi partilerimizde, dernek ve sendikalarda, gazeteler ve dergilerimizde, televizyon ve diğer yayın organlarında iman, ahlâk ve yurt sevgisi diyen her kim var ise, üstadım, sizden etkilenmiş, esinlenmiştir. Eskimeyen, pörsümeyen her zaman yeni kalabilen fikir ve felsefeniz, şiir ve yorumlarınızla yol göstermeye devam etmektesiniz. Sizin bu gücünüzü yerli ve yabancı, içerde ve dışarıda ne kadar İslam ve Türklük düşmanı var ise, onlar bile fikir, eylem ve düşüncelerine karşı olduklarını belirtmelerine rağmen kabul etmekte ve takdir etmektedirler.
**
İşte “Sakarya Türküsü…” Türk şiir tarihinin unutulmaz mısraları, dev şiiri senin o güzeller güzeli, o mübârek kaleminden çıkmıştır.
SAKARYA TÜRKÜSÜ
”İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya:
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir:
Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kainat:
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne?
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine:
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabb’im isterse, sular büklüm büklüm burulur.
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük! ..
Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan:
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan!
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya.
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su:
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek:
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu’nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz:
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya:
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ”
Necip Fazıl KISAKÜREK **
Kutlum,muştulum, baharım, ufkum, geçmiş ve geleceğim, şiir iklimim
üstadım… Özgüveni sonsuz, en küçük zaafı bulunmayan her bir kalem hareketinde aslında Büyük Türkiye’yi, uyanmış, aydınlanmış, ışıklı yüce milletimizi ifade eden Hocam… Mensubu bulunduğu Türk Milletine “Büyük Doğu Marşı”nda “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet / Güneşten başını göklere yükselt” diyen ve “Yürü altın nesli, O tunç Oğuz’un / Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun / Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un/ Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun! ” diye Yüce Peygamber’imiz ile Oğuz Kağan arasında dümdüz bir çizgi çizen düşünce ve iman fırtınası önderim, liderim, gönül kalemin aşılmaz burcu…
Yüzyılı aşkın bir süredir unutulan “örgü”, “nur harmanı” ve “felsefeyi” yürek kalelerimizde bayraklaştırıp, dillerimize destan eden sen. Pısırık, korkak ve miskin, örümcek tutmuş bir tablodan genç neslin iki yakasından tutup silkeleyip çıkaran; aksiyoner, dinamik ve sonsuz enerji sahibi, sonsuz iletken haline getiren sen. Senden öncesi mi? Benim için meçhul… Senden sonrası mı? Söyledim, doldurulamayan bir boşluk. Varsa, yoksa ufuklar, öteler ve sen… Nakışladığın hakiki Müslümanlık mimarisi, dışımıza giyindirdiğin yepyeni, şahane bir Türklük imajı… Ve bu iç, bu dış arasında yolu doğru, izi doğru, sözü doğru, özü doğru bir nesil… Mücadeleden yılmayan bir nesil… Bizler yani… Bizler ve bizden sonra, daha sonra, daha daha sonra gelecek nesil… Mekânla zamanı, ezelle ebedi, idrâkle sezgiyi, akılla duyguyu, coşkuyla ritmi, biçimle ahengi hamur edip yoğuran, güncel olaylar ve dünyadaki bütün gelişmeleri takip eden, araştıran, tahlil eden, pırıl pırıl bir gençlik ve Türk insanı. Önce “Benden içeri”yi çözmüş bir aydın, düşünce insanı Müslüman… Bende benden içerde ufuk var. Dışımızdaki, yerle gök arasında “sır” mührünün vurulduğu ufuk çizgisinin bir benzeri, insanoğlunun içinde vardır. Ruhla Nefs arasında bir ince çizgi ki, inanan, kurtulan ve Sevgililer Sevgilisinin eteklerine yapışanın ruh tarafında yer aldığı, ama, her seferinde o nefsin canavarlaşıp canavarlaşıp ötelere giden yolda yolcuyu devirip perişan ettiği bir büyük mücadele ve kavganın ucu bulunmaz alanı… Önce içimizde galip gelmeliyiz. Önce bizdeki ufku yakalamalıyız. Önce bizde biz olmalıyız. İçeri önemli. İçeriye ne dolarsa, dışarıya o sızar. İçeride muzaffer olan bir bayrak, dışarıda zafer ordularının bayrağı olur. İçeri ufuk bizim, sadece iç dünyamızın, onun fethi hem çok kolay hem çok zor. Asıl ve en büyük kavga içimizdeki ufkun fethindedir.Yılmak yok, geriye dönmek yok. Bineceksin sen gibi rüyâ gören arzu, idrak, istek, erdem, düşünce, azim atına; elinde düşlerinden, ülkünden, ideal ve imanından bir kılıç, çalacaksın nefs canavarının başına. Ancak, o zaman içteki ufka erersin.
Hiç unutmuyorum. Unutmam da mümkün değil. Ankara’ da Kızılay’da Gökdelen’in arka taraflarında bir yerde “Komünizmle Mücadele derneği” vardı galiba… Orada mükemmel, muhteşem üstü muhteşem bir konferansını dinlemiş, akşam banliyö treniyle ilçemiz Elmadağ’a dönmüştük. Ertesi gün sabahın çok erken saatinde, Ankara-Kırıkkale arasındaki Samsun Asvaltı- ki-bizim evimizin hemen önünden-yakınından geçerdi,asvaltın kenarında yaklaşık bir kilometre boyunca Hristiyan Misyonerlerinin yol kenarına serptiği İncil ve Hristiyanlık propagandası yapan dergi, bülten, sayfalar toplamıştık. Arkadaşlarımızla bu manzara karşısında isyan etmiş, kaymakamlık, savcılık dahil her yere dilekçeler vermiş ve müftülük makamına bile çıkmıştık. Baktık olacak gibi değil, ilçemiz merkezinde çoğunluğun gittiği Özcanların Kahvehanesinin hemen girişindeki duvara, kendi ellerimizle, kalemlerimizle yazarak hazırladığımız bir duvar gazetesi yayınlamış ve bu misyonerlik olayını protesto etmiş, ilçemiz halkını bir sabah namazında toplu namaza davet etmiştik. Yaklaşık bir yıl sürdü duvar gazetemiz aynı duvarda, hem her hafta yeni-yepyeni sayısıyla… Bugün benim yaşımda olanlar veya benden biraz yaşlıca olan Elmadağlılar bu duvar gazetesi olayımızı hatırlarlar ve hep bizimle karşılaşmamızda bahsederler.
Basın yayın hayatına adım atmamın, gazete ve dergilerde köşe yazıları, şiirler yayınlamamın ilk kıvılcımı olan o duvar gazetesini, hâla yumsam gözümü, büyük bir iştiyakla arkadaşlarımla birlikte satır satır yazmaktayım üstadım. Aradan seneler seneler rüzgâr gibi geçti de, matbaa, hurufat, rotatif, klişe, bobin öğrendik; yazdık köşelerde, konuştuk makale makale de o ilk duvar gazetemizin tadını bulamadık üstadım…
İşte, bu tepki… Bu hristiyan misyonerliği propagandasına karşı duruş ve halkımızı uyanmaya davet edici çalışmalarımızda ışık, motor enerjisi, ilham ve hız hep senden, senin konferanslardaki bizi seven, öven, özlenen gençlik diyerek gönüllerimize nakışladığın aşktan ilhamlar vardı.
Asra imzasını atabilme heyecanıyla kesif bir muhasebe, murakabe tahlil ve bilgi bombardımanı etkisinde kalan “özlenen nesli” ve onun özelliklerini anlatmıştın bir konferansında.
Evet özlenen nesil… Konferansın bir yerinde aynen şunları diyordun üstadım:
“Şimdi artık özlediğimiz neslin tek tek vasıflarına geldik. Dokuz maddede birleştiriyoruz özlediğimiz neslin vasıflarını...
Özlediğimiz neslin vasıflarından, birincisi AŞK...
Dikkat edin, ihtiyar âşık olamaz. Hiç gördünüz mü, genç gibi âşık bir ihtiyar? Olamaz! .. Kudurabilir, hırsından çatlayabilir, lâkin âşık olamaz!
Yunus Emre, Anadolu ve İslâm ruhunun ebedî genci... Ne güzel anlatıyor gence ait ıstırabı, ölüm korkusunu ve zamanın üstüne çıkma ihtiyacını, Bakınız:
’Boyandım rengine, solmazam ayruk,
........... Âşıkım, ölmezem ayruk...’
Aşk... Başımıza ne geldiyse aşkımızı kaybetmekten geldi.
Bütün beşeriyet için de aynı şey... Montesquieu (Monteskiyö) Roma’dan anlatan eserinde Roma’nın yıkılışı için şöyle der: ’Aşklarını kaybettiler ve kaybolup gittiler! ’... Buradaki aşk, dikkat edilirse sadece Hakka ait aşk değildir. Aşkın esası Allah’a olan aşk... Fakat bâtıla olan aşka bile, o aşkın sağladığı bir hayatiyet vardır. Âşık daima kuvvvetlidir. Eski Roma, bâtıl da olsa aşk sahibi olduğu devirlerde ideâl büyük nizamın en güzel örneğiydi. Sonra (İmperyum Romanum) Dünya’yı avucuna alınca, artık Kartaca’dan gelen ve balı akan incirleri yattığı yerde yiyen Romalı, rehavete geçti, aşkını kaybetti. Aşk ölünce derhal hayvani fakülteler harekete geçer. Romalı aşkını kaybedince o dereceye düştü ki, yemek yemenin zevki adına hususî ilâçlar alıp gaseyan ediyor, tekrar yemek yiyordu. Ve Roma yıkılıp gidiyordu. Eski Yunan da böyle gitti, bütün gidenler böyle gittiler. Allah’ın aşksız adama ve cemiyete rızası yoktur.
İslâmda da böyle... Abbasîlerin sonunda aşkı pörsüyünce böyle oldu. Türk, yepyeni bir aşkla temsil ettiği dinini ancak Kanunînin başına kadar sürdürebildi. Aşk, yerini hikmeti kalmayan kabuk bilgilere terkedince; o da böyle bitti, bugünlere yol açıldı.
Aşk, aşk, aşk! .. Aşk öyle bir şey ki, insan nasıl uzuvlarının rahatsızlığını hissederse aşkının eksikliğini de kısmen sezmek ve içten pörsümeye başladığı her zaman, ’ben aşkımı neden kaybediyorum? ’ diye sormak memuriyetindedir. Nerde o insan? .. Aşkı yerine iade için çırpınan insan! ..
Bizim kaba softa ve ham yobaz dediğimiz bir tip var. Bu tip anlayamayan manâsınadır, dinî içinden bozan manâsınadır, yoksa dine pazarlıksız inanan mânasına değil... Softa, dine pazarlıksız iman mânasında kullanılırsa, o zaman softalıktan büyük derece olmadığını biliriz. Bir darbımesel vardır; aşksızlık tipini en güzel ifade eder:
’Ölü gözünde yaş, imam evinde aş...’
Bu, hakikî imam değil, işi aşa dökmüş, ensesi katmer katmerdir... Din büyükleri ölümü tefekkür ediniz ve fazla yemeyiniz derler. Bu, işin ince tarafı... Aşk olduğu zaman bir zıpzıp Himalâyadır, aşk olmadığı zaman Himalâya zıp zıp kadar küçülür. İşte aşkımızı kaybettik ve çöküş devrimiz açıldı. Biz de aşkımızı kaybedince çöküş devrine ayak bastık ve bugünedek geldik.
Aşksız amel ve posa imanı da gene hiç bir mâna ifade etmez. Hazret-i Hasan abdest alırken düşecek kadar sararırmış... Sapsarı kesilirmiş... Kan kalmayacak kadar, yüzünde...
Yanındakiler sorarlar:
’- Niçin bu hale geliyorsunuz? ’
Cevabı:
’- Kimin huzuruna çıkmaya hazırlanıyorum, biliyor musunuz? ’
İşte amel böyle olur. Hazret-i Hasan’ın aldığı abdestle, Bayezid-i Bistami’nin kıldığı namazı eda edecek var mı? Namaz kılarken şeriata hürmetinden kaburga kemiklerinin çatırdadığı duyuluyor büyük Velînin...
Aşkın en güzel tablosunu velîlerden İbn-i Semnûn Hazretlerinden bir örnekle ifade edelim. İbn-i Semnûn minbere çıkıyor. Halka dönük, aşkı anlatmaya başlıyor. Gözleri boşluğa doğru, ne yöne baktığı belli değil, büyük bîr vecd içinde... O sırada nerden geldiği bilinmeyen bir kuş caminin içinde süzülüp geliyor, Semnûn Hazretlerinin eline konuyor, gagasını tırnağına vuruyor, incecik bir kan şeridi akıyor kuşun gagasından ve kuş oracıkta çırpınıp ölüyor.
İbn-i Semnûn hâdise karşısında şöyle diyor
’- Aşka ait kelimelerin nebata ve hayvana tesiri vardır; ancak gafil insana tesir etmez.’
Bunu hiç unutmayalım; aşk, herşey onda... Benim tek şerefim kendisine mensubiyetimden ibaret olan büyük Velî, bir gün çarşıdan geçerken, bir dükkâncı atılıyor, eline yapışıyor:
’- Efendim diyor; dua edin M....... Ümmeti kurtulsun! ..’
O da diyor ki!
’-M....... Ümmeti mi kurtulsun? Nerede M....... Ümmeti? Sen bana onu göster, ben de sana hemen kurtulmuş olduğunu haber vereyim! ’
M....... Ümmeti, aşkla cayır cayır yanan Habib gibi insanların teşkil ettiği ümmettir. Bir İngilizin yazdığı ’İslâmın Yayılma Tarihi’ isimli eserde ne büyük aşk levhaları var. İslâm aşkla yayıldı, kılıçla diyenler aldanır. Bir harpte mücahitlerden biri esir ediliyor, Bizanslılar tarafından. Arkada idam sehpaları var. Sehpalarda bir çokları asılmış... Adamı, yanına getiriyorlar, cellâda ’dur! ’ diyor. Cellâd duruyor. Papaz Müslümana diyor ki:
’- İşte gidiyorsun! ’ Ve ölümü anlatıyor, ’Dipsiz kuyu, gidiyorsun! Sana 5 dakika müsaade ediyorum! Bu beş dakika içinde sana hak dinini telkin edeyim, yani Hristiyanlığı... Hak dini telkin edeyim de bari kurtulmuş olarak git, belki de affedilirsin! ’
Böylece hayatının da bağışlanacağını imâ ediyor.
Asılmaya mahkûm Müslümanın verdiği cevap insanı eritecek kadar müthiş... Diyor ki:
’- Bu beş dakikayı bana verdiğin için senin elini, ayağını öpmek isterim. Bu beş dakika içinde asıl ben sana hak dini talim edeyim de, ben zaten kurtulmuş olarak gidiyorum, sen de kurtulmuş olarak kal! ’
İşte aşk! .. Atını diz boyu dalgalara doğru sürüp:
’- Allahım önüme bu okyanusu çıkarmasaydın nâmını daha ileriye götürürdüm! ’
Diyen kumandanlar... Kesik ayağını eline alıp düşmana hücum eden mücahitler... Hazret-i Ali gibi ebedî gençlerin, kılıçlarını tepelerine kaldırdıkları kâfir yüzlerine tükürünce hemen indirip:
’- Seni ben Allah için öldürecektim, şimdi ise nefsim karıştı, kılıcımı indiriyorum! ’
Diyen ulvîlikler... Hep aşkın, hep aşkın mahsûlü... İran kumandanı bir avuç Arap süvarisi karşısında koca ordusunu ve fillerini kaybettiği zaman, onu harp divanına çekiyorlar ve hesap istiyorlar. ’Getirin ordan okumu! ’ diyor; getiriyorlar. Dayıyor oku yaya ve bir çekişte bir kayayı tuzla buz ediyor:
’- İşte, diyor; ben eğer yenildimse bunların karşısında yenildim. Demek bunlarda bizde olmayan bir şey var, o şeye karşı duramadım! ..’
O şeyin cevabını biz verelim:
- Aşk...
Nihayet miraçta tecelli eden aşk hikmeti... Allah’ın Resûlü, Cebrail’in kanadında ’Sidre-tül-Müntehâ’ya kadar gider. Yani son duraktaki ağaç, ’Sidre-tül-Müntehâ’...
Akl-ı küll’ün temsilcisi olan Melek der ki:
’- Ben bundan bir adım ileriye gidemem, ilerleyecek olursam yanarım, kül olurum! ’
Allah’ın Sevgilisi sorar:
’- Buradan ileriye neyle gidilir? ..’
’-Aşkla! ’...
Ve kendisini atar nur çağlayanına ve ulaşır. İşte aşk bahsinin son kelimesi: Özlediğimiz gencin ilk vasfı aşk... Tek heceli, tek kelime: AŞK...
Şimdi ikinci vasfı geliyor. Aşkın içinde, aşkın tayin ettiği Sır İdraki...
Bu en mühim meselemizdir. Sır idraki... Bizde kaba mantık, derin idrake hâkim olmuştur. Asırlar boyunca, satıh idrak; hep böyle gitti. Sır idrakini bilmek lâzım... Aşk kadar mühim...
Kaba mantığı, tarihte en çok eski Yunan’da (sofistler) gösterir... Her şeyi mantık oyununa getirmek isteyen insanlar... Bunların karşısına Sokrat çıkmıştır. Korkunç adam, büyük adam, tevhitçi ve putlara inanmayan adam... Onları kendi açtıkları küçücük mantık çukurlarına düşürerek, suda fare gibi boğmuş, büyük mantığı, mantık üstü mantığı getirmiştir. Onun için (sofistik) mantık, kelime oyunu demek... (Sofistik) mantığın şaheser kabilinden bir misali var; Sofist âlimlerden birine bir genç gidiyor. Diyor ki, hocasına:
’- Ben senin taleben olacağım ve senden avukatlık icazeti, diploması alacağım. Ama param yok! İlk kazandığım dâvadan ödenmek üzere beni talebeliğine kabul eder misin? ’
’-Evet! ’
Diyor hoca ve bir tuğlanın üzerine senet yapıyorlar, ilk dâvadan ödenmek üzere... Çocuk tahsilini görüyor ve mezun oluyor. Avukatlık yapıyor ve borcunu ödemiyor. Bunun üzerine dâva açıyor hocası, -bakın sofistlerin mantığına! - mahkeme heyetinin karşısına çıkıyor, diyor ki:
’- Dâvâlı borcunu ödemedi; ilk kazandığı dâvadan ödeyecekti; dâva açıyorum, ama bu dâvaya lüzum yok. Çünkü, eğer ben dâvayı kazanırsam, kazandığım için ödeyecek, kaybedersem yani o kazanırsa, ilk kazandığı dâva bu olduğu için ödeyecek, yani iki türlü de ödeyecek! Mahkemeye lüzum yok! ’
Müthiş mantık! Bakın cevabına talebenin: ’- Yok, diyor; ben ilmi hocamdan aldım, onun sahte mantık oyuniyle hakikati nasıl tepe taklak ettiğini bilirim. Hakikat, tam aksi... Eğer ben bu dâvayı kazanırsam, ödememek kararını aldığım için ödemiyeceğim; kaybedersem, kazanamadığım ve şimdiye kadar da dâva kazanmadığım için ödemeyeceğim, her iki halde de ödemeyeceğim. Onun için mahkeme lüzumsuz! ’
İşte sofistin mantık hilesini yakalama sanatı! .. Şimdi bize, sahte mantık esnaflığının tam tersi sır idraki lâzım, sır idraki... Bütün işportacı, ayağa düşmüş küfür diyalektiği bu sahte mantığı kullanır.
(Gagarin) diye bir feza pilotu der ki: ’Ben bütün fezayı dolaştım, Allah diye bir şeye rastlamadım! ’
Şimdi buna cevap verelim: ’Sen Allah’ı kilometre sırığı mı zannedersin ki, rastlamadım diyorsun? Allah işte senin görmediğin o esîrî âlemde, senin ruhunu mühürlemiş olan mutlak varlık; ve sen onu göremezsin! Çünkü senin görebileceğin şeyler merteklerden ibarettir; sen ancak merteği görebilirsin...’
Bir patolog, patolog doktor der ki:
’- Hayatımda onbinlerce kadavra kestim, biçtim, ruh diye bir şeye rastlamadım! ’
Bu da zayıf insanları tereddüde düşürebilir. Küfrün diyalektiği, sahte mantığı... Hemen cevap vereceksin:
’- Gel buraya patolog, sen hayatında biftek yedin mi? ’
’-Tabiî yedim! ’
Diyecek...
’- Bıçağı gördün mü gözünle, çatalı, eti, filân, falan? ..’
Yine:
’-Evet! ’
’- Ya eti yerken dilinin üzerinde ne hissettin? ..’
’-Lezzet! ’...
’- Öyleyse göster bana lezzet dediğin şey, nerede? ’...
Bir gün başmuharrir geçinen bir budala, bana:
’- Allahla kul arasına girilmez! ’
Demişti. Hep böyle derler: ’Allah’la kul arasına girilmez, vasıta sokulmaz! ’
Ona dedim:
’- Budala, İstanbul’dan Üsküdar’a geçmek için vasıtaya muhtaçsın, ebedî hayata geçmek için vasıtaya muhtaç olunmaz, ne demek? ’
Bir tekneye muhtaçsın da ebedî hayata geçilecek olan manevî füzeye nasıl sırt çevirebilirsin? Aslında zaten Allah’la kul arasına girilmez.
Allah diyor ki:
’Ben kuluma şah damarından daha yakınım! ’
Ama böyleyken Allah’a giden yolların kılavuzları ve trafik memurları vardır. Onlara herkes muhtaç! .. İşte küfrün bu ucuz diyalektiğine verilecek cevap... Daha neler, neler! .. Kayseri’ye bundan yirmi sene evvel geldiğim zaman bir zatla karşılaştık. Bilmiyorum şu dakikada aranızda mı? .. Ramazan günüydü. Sordum:
’- Nedir bu hâl, Ramazan günü yaptığınız? ’
Dedi ki:
’- Allah’ın bildiğini kulundan niçin saklıyayım! ’
Bunu hep söylerler. Samimiyetsizliği bize isnat ederler, kendilerine samimiyeti yakıştırırlar.
Ona dedim ki:
’- Allah senin tenasül âletin olduğunu da biliyor, niye saklıyorsun? ’
Demek ki, kula karşı utanmak, Allah’a karşı hicabın ifadesidir. Kula karşı utanmadığını gösteren, Allahtan utanmıyor demektir. Yani Allah’tan korkmadığını kula göstermenin küfür cesaretini temsil ederler ve bunu samimilik bilirler. Orucu tutmayabilirsin, nefs korkunçtur! Git, bir kapkaranlık odada zıkkımlan, fakat gösterme! Nitekim Allah Resulünün huzuruna samimiyet iddiasında bulunan tipler geliyor. Zina yaptıklarını itiraf ediyorlar.
Allah’ın Resulü buyuruyor:
’- Günahlarınızı saklayınız, meydana dökmeyiniz! Yoksa, size tatbik olunacak cezaya katlanma durumunda kalırsınız! ’
En ince hikmet! .. Çünkü meydan, agora, cemiyet meydanında âlenileşen suç derhal cezasına çarptırılır.
İşte bu diyalektiklerin sahibi olacak olan bir nesili bekliyoruz. Sır idrakinin gördüğü apayrı bir dünya vardır, muazzam bir dünya…
…………………………………………………………………………………………..
Sır idraki, emirleri topyekûn kabul eder. Ve bir noktada gördükten sonra aklın inhizamını, çöküşünü, artık her noktada aklı çökmüş kabul eder. Haysiyetli kafa budur. Mucize! .. Ne aptaldır bazı insanlar... Şu olur mu, bu olur mu, nasıl olur, kamer nasıl ikiye bölünür, nasıl olurda? .. Ne aptallık! Bunlara demek lâzım ki, sen bir kâğıdı eline aldığın zaman gözünü kapayınca, o tek mi çift mi fark ediyorsun; sende böyle bir zekâ yaşıyor. Bu nasıl oluyor? Gözün iğne ucu kadar küçük... Ona bütün feza doluyor. Nasıl oluyor? Görmek fiili nedir? Efendim, bu hayat topyekûn mucize! .. Biz bu mucizeleri bedava tarafından aldığımız için, ’olur’ kabul ediyoruz. Sonra ona ters bir şey görünce ’olamaz! ’ diyoruz. İşte sır idraki böyle cevap verir kuru akılcılara ve aklın son durağını aklı yıkmakta bulur.
Velînin birine sormuşlar: ’Allah isterse deveyi iğne deliğinden geçirir mi, geçirmez mi? ’...
’- Geçirir.’
Demiş velî... Kuru akıl yine sormuş:
’- Nasıl geçirir, deliği büyüterek mi, deveyi küçülterek mi? ’
Velî gülmüş, demiş ki:
’- İsterse deliği büyültür, isterse deveyi küçültür, isterse de ne onu yapar, ne onu, yine de geçirir.’ İşte sır idrakinin en güzel ifadesi. Ve buna göre bir diyalektik sahibi olmak...
Ondan sonra üçüncü kalite geliyor: Nefs ve kâinat muhasebesi, murakebesi...
Bir hadis var, ürpertir beni:
’- Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz! ’
Burada nefs muhasebesinin sırrı da çıkıyor meydana... Muazzam Hadîs...
Garplı nefs muhasebesi olmayan insana insan gözüyle bakmaz! Nefs muhasebesi, bize hazırlop bir dünya veren, ailemizden, mektebimizden aldığımız telkinlerin hesabını görmektir. Böyle, ezberci olarak, sırtımızda, dünyamızı sümüklü böceğin kabuğunu gezdirdiği gibi gezdirmek değil! .. Tam hesaplamak ve alınacak şeyleri alınma ehliyetinde ise bir daha bırakmamacasına almak, o ehliyette değilse bir daha kabul etmemecesine atmak... İşte cins kafanın kârı... Halbuki muvazaa kafaları, bir tutar, bir bırakır, gene tutar, gene bırakır. Yok böyle şey!
Nefs muhasebesi ve hepcilik... Bunu bir şiirimde anlatıyorum:
’Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına...
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş ey ulvî varlık muhasebesi! ’
Garpta büyük adam, büyük şair, büyük sanatkâr, büyük mütefekkir, belirttiğimiz gibi, nefs muhasebesinden geçmeden olmaz. Bizde onun en güzel misali yine belirttiğimiz gibi, Gazalî’dir.
’- Aklı gerdim, diyor; gerdim, lâstik bir tel gibi kopacak hale getirdim; ve gördüm ki, akıl sınırlıdır. Gördüm, düşecek gibi oldum aklın taraçasından ve anladım ki, her şey bir nur idrâkinden ibarettir. Ve Müşkât-i Nebî, Peygamberin ruh feyzine sığınmak... Koştum, yapıştım, sığındım ve kurtuldum...’
İmam-ı Gazalînin beyninin her atomu bir güneş parlaklığındadır. Yalnız Fransızcaya defalarca tercüme edilmiştir. Bizde hâlâ tam tercümesi yok İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn’in... Yalnız parçalar halinde kabuk tarafından... İşte halimiz! Nefs muhasebesi en büyük vasıflarından biri, beklediğimiz neslin...
…………………………………………………………………………………
Fedakârlık... Evet nefsten fedakârlık... Nefsi anlatmak için aylarca konuşulsa kâfi gelmez. Nefs... Feza çapında mâna taşıyan bu kelime, Arapçadan başka dünyanın hiçbir dilinde mevcut değil... Ruhumuzun yanıbaşında ona zıt çalışan fakültemiz... Ruh varlığın, nefs yokluğun temsilcisi... Nefs, Allah’la kul arasında tahta perde... Onu bir tekmede yıktın mı, nurla karşı karşıyasın! Fedakârlık evvelâ nefsten başlayarak olacak... Disipline girmekle... Bizim hayâl ettiğimiz genç nefsini yularlı bir merkep gibi arkasından çekebilendir. Nefsin ifade ettiği büyük disiplin, yani nefse hâkimiyetin ifade ettiği büyük disiplin... Böyle bir disiplin İslâmın her safhasında bellidir. Uhut savaşında bozgun gibi görünen hâl, Peygamber emrinin dinlenmemesiyle bir anlık bir disiplinsizlik hatasından meydana geldi. Bir savaşta iki Sahabîyi nöbetçi olarak bırakıyorlar. Dehşet verici bir manzara cereyan ediyor. Sahabiler sırayla gözcülük ediyorlar. Biri uyuyor öteki bekliyor... Derken gözcülerden biri uyuyor, öteki namaz kılıyor. Bu arada namaz kılana bir ok isabet ediyor. Namazını bozmuyor, ikinci bir ok isabet ediyor, gene bozmuyor. Sahabî, üçüncü oku alınca namazını bozuyor ve arkadaşını kaldırıyor:
- Git ve Allah’ın Resulüne haber ver: Düşman geliyor! Şu anda ölmek üzere bulunmasam namazımı bozmaz ve seni uyandırmazdım. Ne yapayım ki, nöbet bekleme borcum burada bitiyor ve gayesine eriyor!
İşte Sahabî ve işte disiplin sırrı!
Namazda saf... En büyük disiplin sembolü... Küfür, o sahte diyalektiği ile bize der ki: ’Sizin namazınıza müdahale eden mi var, kılın namazınızı, bize karışmayın; biz de size karışmıyalım! ’ Onlara demek lâzım ki; ’Siz bizi, camilere, zindana tıkar gibi tıkıyorsunuz! Camiler silo, düşüncesizlerin silosu... Namazdaki saf, ruhî safını kaybetmiş insanların yalancı hizasından ibaret... O saf, saf değil... Çünkü küfrün 400 senede işlediği şahıs rabıtalarını koparma politikasının aldatıcı çizgisi olmuştur.’ Böylece biz, 400 sene içinde, bir çuval dolusu küle döndük. Hakikatte beton idik, şimdi kül yığını... Onun için o saf, şimdi kâzip bir hiza... O safın hakikati, ruhta ve dâvada safa girmiş insanların namazda da dirsek temasiyle hizaya girmesidir. İstanbul’da, Sergi Sarayında 30-40 bin kişiye hitap ederken dedim ki: ’Şimdi şükür secdesine kapanmak istiyorum! Çünkü bizi hapsettikleri camilerden bırakılıp işte cemiyet meydanını, hem de Hilton Otelinin dibinde, fuhuş muhitinde zaptetmiş bulunuyoruz! .. Bizi (agora) ya hâkim kılacak hamlenin başlangıcıdır bu!
Peşinden en derin merhamet içinde en keskin şiddet... Başlıca ahlâkî vasıf... En derin merhamet içinde en keskin şiddet... Bir tezat hali mi? Değil! .. Sağlı ve sollu sanatlar... Serçe öksürürken ağlıyacağız! Ağlamayı o kadar seveceğiz! .. Fakat düşmanımızı imhada da, karşımızda kellelerden ehramlar yükselse titremeyeceğiz ve sigaramızı tüttüreceğiz! Şiddet ve bu merhamet bir arada... Hazret-i Ömer’e geliyor ve diyor ki, bir kabile:
’- İslâmı bir şartla kabul ederiz; filân harfin Kur’ân’da, üstündeki nokta altına gelirse...’
Meselâ ’nun’, ’be’ olursa... Bu şekilde mâna değişiyor ve kâfirlerin işlerine geliyor. Koca Ömer cevap veriyor:
’- O noktaya bir çengel atsanız da, kâinatın bütün ağırlıklarını bağlasanız o nokta yine aşağıya inmez! ..’
İşte İslâmın yekpareliği! .. İşte disiplin şiddeti ve ayrıca derin merhamet! .. İslâmda merhamet yoktur, der, Avrupalılar... Demin hatırlarsam söyleyeceğim, demiştim, yeri geldi.
İslâmda her şey gibi merhamet de en büyük mikyasta vardır. Fakat her kıymetli şey gibi gizlidir. Öyle Batı usûlü, aşikâr, sun’i değil! Bir anne; çocuğu kıvranırken, ağlayan, bağıran, çağıran, tepinen bir anne mi daha merhametlidir, yoksa eve beyaz gömleği ile giren, elinde neşteri, hissiz duran, çocuğu ameliyat masasına yatıran, kesen, biçen ve ağrısını durduran doktor mu? .. İslâmın merhameti doktorun merhametidir. İşte İslâmın kılıcı, ucunda merhameti taşıyan kaşıktır. Hristiyanlar ne kadar suni edebiyat yaparlarsa yapsınlar, bütün hayâllerini çatlatsalar, Ebu Bekir’in, İslâmdaki merhametin hakikatini anlatan şu duasına yaklaşamazlar. Dua ediyor yüce Ebu Bekir!
’- Allahım; sen kâmil kudretsin; yarın âhirette benim cesedimi o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, cehennemini yalnız ben doldurayım ve başka bir kuluna yer kalmasın! ’
İşte merhamet! ..
İslâmda merhamet görmediğini söyleyen Avrupalı bu duayı öğrenince ağladı.
Bir de bize göre bir söz değil, naz makamının sözü olarak söylüyorum. Bayezid-i Bistamî secdede der ki: ’Allah’ım, beni kızdırma, ne kadar merhametli olduğunu ifşa edersem, sana tapacak kimse bulamazsın! ’
…………………………………………………………………………
Ondan sonra dokuzuncu kalite; zarafet, zevk ve (estetik) ... Plâstik dünya fikri... Dış dünyayı güzelleştirme dâvası... Bu işde son derece yayayız. Sahabîlerdir bizim tek modelimiz; ve ondan ancak bir iki asır sonrası... Ötesi felâket... Dörtyüz senenin hesabını isteyecek bir nesil arıyoruz! İslâmı zerafet, (estetik) , zevk, dışarıyı süslemekle temsil etmek...
Eski bir ölçü vardır:
’Dışını imar eden bâtınını tahrip eder; dış mamurluğu bâtın haraplığından gelir...’
Yanlış! Bâtınını öyle imar edeceksin ki, dışında kıymet kalmayacak... Dışını da öyle bezeyeceksin ki, bâtının süslü perdesi olacak... Zarafet, güzellik... Niçin Allah’ın Resulüne, Sevgilisine bakmazlar? Dünyanın, bütün insanlığın zirvesi, son noktası olan o mukaddes insan, insanlığın zirve noktası insan, zerafette, güzellikte de insanlığın zirve noktası... Bir-gün yolda yürürken bir kirli nesne gördü, bir tükürük... Yürüyemedi, Sahabîler koştular ve o pisliği temizlediler. Şu zarif, şu lâtif bünyeye bakın!
Bir gün mescidde ağırca bir hava gördükleri zaman:
’- Niçin bugün yıkanmadınız? ’
Diye hitap ettiler. Zarafet, İslâmı güzel gösterme sanatı... Kılığından, edasına, herşeyine kadar...
İmam-ı Azâm’a sorarlar:
’- Niçin bu kadar güzel kılık? ’...
Çok güzel giyinirdi. Bir âyet-i kerime okur:
’Sana verdiğim nimetleri takdis et, dile getir! ’
Bakın, demek ki, o, kılığına tâbi değil, kılığı ona tâbi-Nitekim İslâmiyette bir servet ölçüsü var. Hakikî servet sahibi, paranın sahip olduğu değil, paraya sahip ve hâkim olandır... Çünkü zenginlerimizin çoğuna para sahiptir, onlar paraya sahip değildir. İşte bu mânâda zevk, güzellik.
Batı’da, bilseniz, bir papazı ne kadar ince şartlarla yetiştiriyorlar. İnsana inanç hissi vermek için, her bahisten anlıyor. Bir gün ben Fransa’da bir mecliste bir papaz gördüm; biri piyanoda Beethoven (Bethofen) i çalıyordu, ’yanlış’ dedi, oturdu, daha iyisini çaldı. Bir asker (strateji) kaidelerinden bahsediyordu, ’Onun hakikati şudur! ’ dedi ve anlattı. Hayret etti herkes papazın kültürüne... Zerafet, (estetik) , zevk, güzellik...
Size bir misâlini daha vereyim; feci bir misal... Abdülhamit Hânın büyüklüğüne ait de ayrı bir misal teşkil ediyor: Japonlar bir ara kendilerine din aramaya kalktılar ve Avrupa’yı, her tarafı gezdiler. İslâmiyeti tetkik için de İstanbul’a geldiler. Bâb-ı Fetvadan, yani Şeyhülislâmlıktan bir mihmandar veriyorlar bunların yanına... İpekli saray arabaları ile giderken, o sarıklı mihmandar, bir elini burnunun bir tarafına koyup öbür tarafıyla henk diye sümkürüyor sokağa...
’- Dur, diyor Japonyalı arabacıya; ben bu adamdan din öğrenemem! ’...
Ve gidiyor memleketine...
Ve Abdülhamit de bu adama en büyük cezayı veriyor. Çünkü Osmanlı padişahları içinde en diyanetperver olan, tereddütsüz en de müslüman Abdülhamîd, dünyanın en zarif insanıydı. Bu bahsi uzatıyoruz, çünkü çok mahrumuz bu en değerli hasletten...
Demin, ’İmam evinde aş, ölü gözünde yaş! ’ derken malûm imamları kastettik. İmamın hakikatini yeni nesil getirecek... O tip imamı anlatırken katmer katmer ense demiştik.
İşte bu tipler insanın ayıbını tecessüs eder, leke bulmaya çalışır, leke nişanlarını alınlara yapıştırır. Bu hâl İslâmiyete tam uzak... İslâmiyetin zerafet ve muaşeret mevzuundaki inceliğine bir misâl daha vereyim.
Bu misali Batılı bir fikir adamına anlattığım zaman ağladı, yani bir nevi, ’beni müslüman mı yapacaksın! ’ gibi bir tavır takındı.
Asam isimli velî... Asam, sağır demek... İsmi sağır değil, sonradan sıfatı oluyor, sağırlık... Ona bir kadın gidiyor; huzurunda başlıyor anlatmaya derdini... Dertli kadın bağıra çağıra konuşuyor ve bu arada ihtiyatsızca, kadından çirkin bir ses çıkıyor. Eriyor kadın, dünyaya geldiğine pişman, hicabından eriyor. Asam vakur, hiç bir şey sezmemiş gibi duruyor ve kadına dönüyor, diyor ki:
’- Hanım bağıra bağıra konuş, ben sağırım! İşitmiyorum! ’
Bakın! Şu çirkinliği Örtme, göstermeme inceliğine bakın! Eridi Avrupalı bunu duyduğu zaman benden... İslâmiyet budur! Gidip de herkesin donunu, yakasını karıştırarak aramak değil...
İşte zerafet! ..
Netice: Aradığımız gençte;
1 - Vecd ve aşkla yanmanın vasfı;
2 - Sır idraki ile duymanın vasfı;
3 - Kâinat ve nefs muhasebesi ile düşünmenin vasfı;
4 - Eşya ve hâdiseye hâkimiyet ve şecaatle davranmanın vasfı;
5 - Her türlü fedakârlık ve disiplinle ileriye atılmanın vasfı;
6 - En derin merhamet içinde en keskin şiddet seviyesine ermenin vasfı;
7 - Büyük aksiyon dehasıyla işe ve hamleye girişmenin vasfı;
8 - O’nun ahlâkiyle ahlâklanmanın ve başka hiç bir yol tanımamanın vasfı;
9 - En nadide zevk ve (estetik) le süslenmenin ve dış âlemi süslemenin ve her kıymeti içte bilmenin vasfı...
Ve bütün bunlara bağlı daha nice vasıf... Sayısız şube ve vasıflar... Model de Sahabî... Bu borcun 400 senelik hesabı omuzlarımızda... 400 senedir bu vasıflar kalkmıştır; çünkü bütün bu vasıfları toplayıcı kıymet aşktadır ve o uçup gitmiştir. Asam isimli velî, kadına ’ben senin çıkardığın kötü sesi duymadım’ demek isterken işte bu aşkın edep ve haya duygusu içindedir.
……………………………………………………………………………………..
**
“Efendim, sözümüz sona ererken, söyliyeyim ki, bizim işimiz yokuş yukarı çıkmanın davasıdır. Onların dâvası ise yokuş aşağı yuvarlanmanın... Bunlar dağ cüssedeki şeyleri şeytanın ellerine verdiği manivela ile yokuş aşağı yuvarlarlar ve marifet yaptık diye övünürler. Halbuki bir fındığı çıkaramazlar yokuş yukarı... Biz ise sırtımızda Uludağ, yokuş yukarı çıkmaya çalışıyoruz ve gençliğimize her gün biraz daha kavuşuyoruz. İnanmak diye karşımızdakilerde hiçbir istidat yoktur.
Bir gün mensup olduğum velî bana dedi ki;
’- İnan da istersen bir odun parçasına inan! ’
İnanmanın hakikati Allah’a inanmaktır, fakat dalaletinde bile bir kuvvet vardır inanmanın... Bunlar inanmayanlardır. Bu mânada, açıkça söyliyeyim, devrimbazlık ve ilericilik taslayan gençlerle komünistler arasında büyük fark vardır. Çünkü komünist dalâlete inanır; fakat inanır. Bir gün hidayete gelirse inancını ona çevirebilir. Bir komünist, inanmayan bu sefillerden çok daha az sefildir. Aradığımız nesil, izlediğimiz, rüyasını gördüğümüz nesil, herşeyden evvel demin bahsettiğimiz diyalektikle küfrün kaynağını, menşeini, vücuduna tek tek mesaha etmiş’gibi, bir (patalog) un vücuttan anlaması gibi tanıyacaktır ve mukabele edecektir.
Nasrettin Hocanın bir hikmeti: Bindiği dalı keser. Yoldan geçen biri, hoca düşeceksin, der. Yok yok! Keser ve düşer... Hemen ihtarcısının arkasından koşar, ’Düşeceğimi bildin, öleceğimi de bilirsin! ..’
Şimdi biz bu hikmetin içinde şöyleyiz: Avrupalı bu halimize bakıp İslâm dalını kesip, kesmeye başlamış olmamızdan ötürü düşeceğimizi bilmiştir. Bilmiş, fakat belli etmemiş... Şimdi biz gitmişiz ona diyoruz ki: ’Madem düşeceğimi bildin, nasıl yaşıyacağımı da bilirsin! ..’
İşte topyekûn hesapları bundan ibarettir. Topyekûn hesapları, Tanzimattan beri gelen ilericilerin... Sığ bir taklit çerçevesinde şahsiyetsizlik ifadesi... Halbuki Avrupalı kendisi için gıda olan fikir nimetlerini bize zehir olarak zerketmiştir. Bunu ’Sahte Kahramanlar’da uzun uzun anlattım.
Avrupalı hem İslâmı bize kestirir, zira bizi düşürmek için başka çare olmadığını bilir, hem de çareyi yine kendisine baş vurmakta arayacağımızı hesaplar.
Nihayet muhasebe:
Bu hale şu türlü geldik: Bozgun ve yılgınlık... Ondan doğma şüphe ve güvensizlik... Ondan doğma küçüklük ukdesi... Ondan doğma körükörüne hayranlık... Ondan doğma taklit ve kopyacılık... Ondan doğma nefs muhasebesinden yoksunluk... Ondan doğma dış tesirlere esaret... Ondan doğma maddî ve manevî emperyalizme ajanlık... Ve hepsinden doğma İslâmdan nefret telkini...
Bütün hesaplar bundan ibaret! ..
İşte bu vasıfların şuuru içindeki gençliğin böyle bir dünya görüşüne çıkmasını ve ezelle ebed arası en büyük yenilik, solmayan renk, geçmeyen ân müessesesi İslâm yeni ve aslî idrakini kıvrana kıvrana beklemekteyiz ve görmekteyiz ki Allah bunun öncülerini bize nasip etmeye başlamıştır. “
**
Edebiyat ve fikir dünyamızın en parlak siması, yüzyılımızın gönül mimarı Necip Fazıl Kısakürek… Seni gören göz, seni duyan kulak sahibi bir genç olarak, bir taleben olarak, sana ve felsefene tutkun bir şair olarak 26 yıl 26 gündür seni aramaktayım, seni nefes almaktayım. “Çile” baş ucu kitabım. Aşkın aşkım. Yolun yolum. Şükrediyorum Mevlâ’ya ki zamanın o kilometresinde çağın ruh ve gönül mimarı, en büyük mütefekkir, fikir ve aksiyon abidesini çıkardı karşımıza. Seni gördüğüm günden, elini öptüğüm andan ve gözümün içine baktığın, bakarken aktığın andan itibaren peşindeyim üstadım.
Sana koşuyorum… Sana varmak için çırpınıyorum mısra mısra, şiir şiir…
Seni anlatabilmek seni… Benim için hem çok kolay, hem çok zor…
Devasa bir şehrin caddelerinin her birinden geliyorsun bana. Her caddesinden sana koşuyorum nefes nefese…
Ne desem, neler söylesem az ve tariften aciz… Kelimeler yetersiz seni anlatmama…
Seni anlamak, seni yaşamakla mümkündür…
Ne mutlu seni yaşayanlara ve yaşatanlara….
**
Kabrin nur, mekânın cennettir onu da gayet iyi bilmedeyim.
Dualarım seninle üstadım… Dualarım seninle…
Mustafa CEYLAN
-----------
(3) :”ne varsa çöplüğe at, belli başlı zamanlık;
Ölümü öldürmekte olanca kahramanlık”
(4) :”Yüce Şah-ı Nakşıbend, Nakkaş ve Nakış onda;
Bütün içi dışıyle ölüme bakış onda.”
(5) :Şemdinli dağlarının içtim nur çeşmesinden;
Kurtuldum akreplerin ruhumu deşmesinden…”
(6) :”Sebil sebil sunanlar, ölümsüzlük tasını;
Çizenler, nokta nokta ebed haritasını…”
YORUMLAR
DEATHLOVES in istediği şiir bu muydu acaba?
DÖNEMEÇ
Bir gündü, hava ılık
Ve cadde kalabalık
Bir kadın sapıverdi önümden dönemece;
Yalnız bir endam gördüm , arkasından, ipince.
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim,
Çarpıldım sendeledim.
Bir gündü mevsim bayat
Ve esmekte hayat.....
Dönemeçten bir tabut çıktı ve üç beş adam;
Yalnız bir ahenk sezdim, çerçevede bir endam.
Ve tabutta , incecik, o kadın var, anladım;
Bir köşede ağladım.....
NECİP FAZIL KISAKÜREK
N.F.KISAKÜREK BENCE İNANILMAZ DİZELERİ MUHTEŞEM EDEBİ DİLİYLE HARMANLAMIŞ;ŞAİRİ ELEŞTİRMEK BANA DÜŞMEZ AMA DÜNYA AŞKIYLA ALLAH(CC)ARASINDA GELİP GİDEN ŞİİRLERİ ;İKİ UÇTA YAŞAYAN BİR ŞAİR BENCE
ÇOK GÜZEL BİR YAZIYDI TEBRİKLER SAYIN CEYLAN.
Eğer biliyorsanın bir şiiri daha olacaktı ;!giden bir tabudun arkasından; incecik bir kadın vardı ...' diyordu biliyorsanız llütfen o nu da bi daha ki yazılarınızda yazabilseniz çok mutlu olurum
Sevgilerimle *deathloves*
Mustafa bey,
Böyle güzel bir yazı ile üstadı andığınız için; size çok çok teşekkür ederim...
Sağolunuz, varolunuz.
Kalın sağlıcakla...
Bu da benden gelsin.
SULTAN-ÜŞ ŞÛARA,
BÜYÜK ÜSTAD N. FÂZIL
KISAKÜREK’E
-Ölümünün 27. Yılı Nedeniyle-
Necip Millet’imin Necip evlâdı
Unutmadık, unutmayız biz seni.
Çöle İnen Nur’la, Büyük Doğu’nla
Sen kendine meftûn ettin hep beni.
Ne de güzel attın hedefe oku
Niyetin yok etmek yok olan yoku
Kahramanmaraş’ın yüzünün akı
“Sultan-üş Şûara” kim imiş tanı?
Şâirler yatağı onun yöresi
Hiçbir zaman değişmedi töresi
Kendi tâbiriyle soy şeceresi
O “birin biri”dir unutma onu.
Yüklenmiş her türlü çileyi, gamı
Dâvâsı uğruna boylamış damı
Adam gibi adam misyon adamı
Kıble’den gayrıya dönmedi yönü.
Bâtılları üst üstüne yamamış
Hiç kimseden hiçbir zılgıt yememiş
Ona “üstat” diyen boşa dememiş
Gençlere tanıttı bugünü, dünü.
Ördü ide’loğun durdu sur gibi
İçin için yandı, yandı kor gibi
“Alçakta rakım var; o çukur...” gibi
Geride bıraktı bir sürü anı.
Dâvâ aşkı ile doldu ve taştı
Gençler “üstat” dedi. O ise coştu
Bir yerden bir yere durmadan koştu
Hizmetle geçirdi her doğan günü...
25/05/'10
Hanifi KARA
hanifi kara tarafından 5/26/2010 9:10:41 AM zamanında düzenlenmiştir.
Üstadı anlatırken uhrevi bir havaya ulaşan yazınız sonunda yine Onunla noktalanmış...
Keşke demek istemiyorum ama bu kadar uzun olmasaydı.Yani kısım kısım yazsaydınız..Ne için ? Tabii ki daha çok kişi, tarafından okunması için..Bizim okurlarımız çabuk sıkılırlar bilirim...
İnşallah okuyucusu çok olsun bu güzel ve değerli yazınızın..Kutluyor emeğiniz için Allah razı olsun diyorum...
Bende Onun şiirleri ile büyümüş biriyim..Reis beyi belki de okuduğum ilk gençlik romanım.Zira babam da hayranı idi ve bir çok kitabı kitaplığımızda mevcuttu..Hatta ilk baskısı ile bir kitabını ben aldım babamdan..En çok da:
..
Sen kaçan bir ürkek ceylansın dağda
Bense peşine düşmüş bir canavarım..
İstersen dünyayı çağır imdada
Bir çaresiz ufuklar bir de ben varım....
..
..sözleri ile başlayan şiiridir aklımda.Daha niceleri de var tabii. Ve sanırım ki şiir sevgimi ondan aldım...
Slm ve dua ile...ESRA