- 1867 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mağaradaki Cin
İki dağ arasında düz bir çayır vardı. Tam ortasında dere vardı ve billur suyu şırıl şırıl akmaktaydı. Dağlar, çıplak değildi. Yüksek tepelerinde ulu kayalıklar vardı ve üstünde kartal yuvaları vardı. Yamaçları ormanlıktı. Gürgen ve meşe ağaçlarının yaprakları, yeşilin her tonuyla kırpışmaktaydı. Çayır boyları fındıklık, fundalıktı. Yabani asmalar, büyük ağaçlara sarılarak güneşe doğru uzanmaktaydı. Çiçekli ve yeşil çimenli çayıra; günün ilk yarısında şimal dağının, ikinci yarısında ise çaylak dağının gölgesi düşmekteydi.
Mevsim, yaz mevsimiydi ve orası cennetten bir yerdi.
Bulmuşuz orayı.
O cennet köşeyi.
Aslında orası, arayıp da bulduğumuz yer değil; zaten bildiğimiz bir yerdi. Çünkü çayırın aşağısı, çocukluğumun Mezopotamya’sıydı.
Şimal dağının çayıra bakan aşağı yamacında büyük bir mağara vardı. Büyük mağaranın büyük bir ağzı vardı ve yeşil çayıra kara kara bakmaktaydı. Başka bir yerde değil de, onun tam önündeyiz. Orayı, her neden seçtiysek…
Bir koşuşturmaca ki bizde, sormayın gitsin. Tamam, hazırlık yapıyoruz da acaba neye?
Üç kızılağacın gölgesine ateş yakmışız. Ateş, alev alev… Mavi dumanları da sicim gibi, gidiyor mavi göklere.
Hasırlar, kilimler, şilteler…
Yiyecekler, içecekler, her şeyler…
Galiba şenlik olacaktı orada da, o yüzdendi bu hazırlıklar…
İlkokuldayken gitmiştik oraya. Öyle hatırlıyorum. Bir ilkyaz günü gezi için gitmiştik. Bütün okul, yürüyerek… Öğretmenlerimiz vardı. Dörtler, beşler vardı. Ben, ikinci sınıfta olmalıydım. Küçüğüm yani! Onlar büyüktüler bana göre. Yani, ağabeyler ve ablalar...
Hatırlıyorum, bu mağarayı ilk o zaman görmüştüm ve çok korkmuştum. Büyük dediysem, onlar da ilkokul çocuğuydu ve bazı olağandışlılıklardan onlar da korkuyordu. Öğretmen ve birkaç gözü kara gireceklerdi. Şimdiye kadar çok kişi denemiş ama mağara çok derinmiş ve ucuna kadar hiç kimse gidememiş; bir de onlar deneyecekti. Gidelim bakalım gidebildiğimiz kadar demişlerdi. Gideceklerdi de, içi karanlık mı karanlık; onlarınsa altı pilli koca kafalı lambaları yoktu. Kamyon lastiklerini yakarak meşale yapmışlardı ve öyle gitmişlerdi. Ve çok geçmeden de geri gelmişlerdi. Mağaranın ucu yoktu. Belki vardı ama ötelerde hava yoktu. Meşaleler sönüyormuş, öğretmen öyle diyordu.
Çocukluğumuzda cinli diyorlardı ona. Cinli mağara… Öyleymiş ki; tam donanımlı dağcılar gelse, onlar bile sonuna kadar gidemezmiş. Öyle diyorlardı. Bu yüzden korkardık ondan. Yakınına yaklaşamaz, öyle uzaktan bakardık. İki gözüm iki öküzden birisi, temmuz sızağında serin diye girip içine yatsa, gidip çıkaramazdık. Tam dibinde şahane bir patlangaç ağacı vardı ki, lanet olsun öğlen istirahatında patlangaç yapıp savaş oyunu oynamak istese canımız; varıp bir dal koparamazdık. Çünkü orada cin vardı ve onun evi orasıydı. Biz ondan korkardık…
O, bunca yıldır burada da hiç gören olmuş mu?
Kimisi, gördüğünü söylüyordu.
Hiç sesini işiten olmuş mu?
Kimisi, duyduğunu söylüyordu.
Ben küçükken, çok yaşlı nenem derdi:
“Cin vardır; melaike gibidir. Cin vardır; iblisin ta kendisidir. Cinler de insan gibidir gızanım! Soylusu vardır, soysuzu vardır…”
Dediklerine göre; bu mağaradaki cin, soysuz bir cinmiş. Kötü cin. Yani, Allahsız, kitapsız dinsiz bir cin… Öyleymiş ki, acıması yokmuş hiç. İnsanları sevmezmiş. Kapısına gelen çocuk olsa bile, ağız dolusu sövermiş. Hele içeri girmek isteyene, alevler üflermiş…
Bir gün, köyden biri inat etmiş. Demiş; “cin min hikâye! Gideceğim ve onun inine işeyeceğim.” Yapma, etme demişler; dinlememiş. Gitmiş, işemiş. Dönüp köye geldiğinde ağzı kulağının dibindeymiş. O şekil. Köylüler ona; felç indi yüzüne dememişler de, cin çarptı demişler. Adamın yüz şekli, bu sebepten böyleymiş. Bir de lakap takmışlar iyi mi; bundan sonraki adı, çarpık Kerim’miş…
Mağaranın kocaman ağzı var ya, köylü büyüklerin dediğine göre o, ejderha ağzıymış. Alttaki küçük kayalar, dişleri; toprak yer, çenesi; çimenlerse sakalı… Üstteki sivri kayalar boynuzlarıymış. Yandaki yayvan kayalarsa kulakları… Yani burası, o ejderin baş tarafıymış.
İyi de, gerçekte bu ne?
Kiminin tarifine göre ejderha. Yüzü ejderha yüzü; bir de ağzından yalım üflüyormuş ya…
Kimine göre cinin hanesi.
Şeklin bir kısmıysa iblisin tarifi…
Çoban Cemali, ateş yakmış bir gün. Soğuk bir kış günüymüş. Yağmur değil, gökten buz yağıyormuş. Ne yapsın garibim; gitmiş, bu mağaranın altına sığınmış. Mağara, cinin mağarasıymış; kim ipler! Yakmış ateşi ve ısınmış. Isınınca, kanı akışkanlaşıp mayışmış. Mayışınca uyuyakalmış. Önce paçalarından yakalamış ateş onu. Sonra sarmış sarmalamış. Ateşe yakalanan Cemali, bir güzel yanmış. Kalkıp buzlu dereye atmasaymış kendisini, yanık çotuk olacakmış…
Demişlerdi köylüler:
“Cem Ali’yi cin yaktı. Ne bilsin fakirim; gitti bahçesine daldı. Dinsiz cin, adamı bahçesine mi sokar? Aldı ateşleri, onun üstüne attı…”
Çoban Cemali, Kerim gibi çarpık yüzlü değil, yanık yüzlüydü. Demedi ki köylüler; adam, mağaranın ağzına ateş yaktı. Yakmasaydı donacaktı. Demediler; ısınınca uyuyakaldı. O sırada yel patladı, yalımı aldı salladı, savrulan yalım, gitti çobanı yaktı… Cin yaktı dediler. Bir de ona, lakap verdiler. Bundan sonra senin adın; yanık Cemali olsun dediler…
Bir gece ter duman içindeymiş Garipçe. Döşeği tahtadan, yorganı da hasırdan; uyuyormuş ikisinin arasında.
Uyuyormuş da…
Böyle uyku mu olur?
Yorgan ağır mı ağır; atmak istiyormuş üstünden ama kolu kalkmıyormuş. Çıkıp gitmek istiyormuş ikisi arasından ama bacakları takatsiz, çalışmıyormuş. Soluksuz kalmış, boğuluyormuş. Yalvarıyormuş içinden; “bir nefes, bir nefes… Ölüyorum tanrım, ne olursun nefes!”
Yorgan hasırdan değil, çaputtanmış. Ve çok ağır, üstünde karabasanlar varmış. O sırada karısının çişi varmış da kalkmış. Kalkarken Garipçe’nin üstünü açmış. Üstü açılınca soluk alıp rahatlamış…
Ben küçükken, çok yaşlı nenem anlatmıştı bunu. Neneme de Garipçe anlatmış. İşte o zaman; yani, altındaki döşek topraktanken, üstündeki çaput yorgan da yağmurdan ıslanmışken…
Toprak çamur, yorgan çok ağır…
Garipçe, çok hastaymış ve ateşler içinde yanmaktaymış.
Yok ki o zaman, bir ateş düşürücü.
Yok ki, mikrop öldürücü…
Mağaranın önündeymiş, kendi anlattığına göre. Orada olduğu yok aslında; o, evinde ve uykusunda kâbuslar içinde. Sözde, çayırdaki kızılağacın altında yatıyormuş. Soysuz cin de mağaranın kapısında, ona bet bet bakıyormuş. Yetmedi, yan ulan cayır cayır deyip ona yalımlar yolluyormuş. O gün bu gündür Garipçe’nin adı, yanık Garip olmuş…
Her neyse…
Onca yıldan sonra biz de bula bula o cinli mağaranın önünü bulmuşuz ki, sormayın!
Delice bir koşuşturmanın içindeydik. Hazırlık bir an evvel yapılacak ve şenlik başlamazdan önce bütün işler bitmiş olacak. Çünkü rengarenk insanlar, sürü sürü buraya koşacak.
Su isteyene su, gazoz isteyene gazoz, bira isteyene bira…
İsteyen köfte yiyecek, isteyen sucuk ekmek…
Hizmet sunulacak en hızlısından, para kazanılacak en kralından…
Vay be!
Ulan gözün çıksın, gene para!
Hani iki dağ vardı!
Birinin adı Çaylak, diğeri Şimaldi!
Hani bir çayır vardı da içindeki dere şırıl şırıl akmaktaydı!
Hani burası cennetten bir yerdi ve güzelin en güzeli vardı!
Vay be!
Birisi dedi ki, her kim ise:
“Mağaradaki cin cinlendi. Dellendi. Bizi istemiyor. Gidin buradan diyor. Ağzı trafo sanki, üfleyip cereyan gönderiyor…”
Cereyana çarpılan ölmüyordu ama bir zaman yerlerde sürünüyordu. Tekin, çok kızdı buna; bağırırken ağzından köpükler fışkırıyordu.
“Ulan, günlerce ben bu günü bekledim! Hayal ettim, düşledim. Zenginleşecektim! Ulan, cin misin nesin! Ulan, iblis misin kimsin! Ulan gel, karı mısın, nesin! Ulan, sikerim senin ecdadını! Hem ananı, hem de avradını! Gidip küllüğüne mi işedik? Tavuklarına kışt mı dedik? Bir gün be, bir gün! Bir güncük idare edemedin! Benimle uğraşma hıyar, gir içeri zıbar! Üstünden yorganı mı aldık?”
Patlattı gözlerini, koştu.
Yapma Tekin!
Gitme Tekin!
Soysuz bir cinle baş edemezsin! Para için değmez! Böyle kazanılan para da ağız tadıyla yenmez!
Dinlemedi.
Hani başkaları da dinlememişlerdi ve başlarına neler gelmişti! İyi de, o da dinlemedi diye onu terk edemem ki! Ben de koştum peşinden…
Mağaranın ağzında iki yol vardı. Tekin, gitti soldaki merdivenli yoldan, ben de sağdaki patikadan. Az ötesi karanlıktı. Karanlığın ötesinde ay aydınlığına benzer gümüşi bir aydınlık ve karanlıkla aydınlık arasında gölge bir insan vardı. Bu siluet, tam teçhizat bir askeri andırmaktaydı…
Görüyordum.
Ayan beyan seçiyordum.
Elinde silahı vardı…
Gitme Tekin, silahı var!
Tekin, yakmıştı gemileri.
“Ölmekse ölmek,” diyordu, “Cinin mına gorum ulan!”
Ben, korkuyordum ama o korkmuyordu. Onun korkusuzluğundan cesaret buluyordum.
Bir de vefa var ya…
Lanet olsun; bir de insanlığım…
Bir yanım insansa, bir yanım hayvan gene; koruma içgüdülerim… Korksam da tırsar mıyım? Yorulsam da bıkar mıyım? Korumam gerekeni bırakıp kaçar mıyım?
Tekin; durmadı, gitti üstüne.
Cin; tırsıp kaçtı ay şavuklu inine.
Sonra?
Sonra her şey bitti…
Şaşırdık mı?
Şaşırmadık.
Bön bön birbirimize baktık.
Baktık mı?
Galiba…
Aslında bu, rahatlamaktı. Müthiş rahatlamak. Kendimize gelmekti. Bilmek. İnsan olduğumuzu…
Döndük geldik kızılağacın dibine. Kızılağacın gölgesinde mangal vardı ve ızgarası sıcaktı.
“Ben acıktım.”dedim.
Sanki midem kazınıyor, müthiş açlık hissi vardı.
Tekin, gülümsedi o zaman. İnsanın gülüşünü sevsinler. Hiddeti, şiddeti kim sever. Türkü söylemek varken sövmeyi kim ister.
“Paranın mına gorum ulan!” dedi.
Olsun.
Bu sövgü sayılmazdı.
Kirli paraya sövene kimse kırılmazdı.
O zaman ben de gülümsedim. İçimden, yaşa dedim. Paraya tapmak nereye kadar ulan! Yaşamak için mi çalışıyoruz, yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz? Bu hırs niye? Fakir insanlar aç açına yatarken bu doyumsuzluk niye? Ben de mına goyum ulan!
Sucukları, köfteleri ızgaraya serdi; onlara “hadi pişin!” dedi. “Çağır karıyı, kızanı, Eşi, dostu, herkesi…”
İçkiler, soğuk sulu derenin içindeydi.
“Hadi yiyelim, içelim; şerefe diyelim! Dünya herkese yeter. Onun büyüklüğüne, bonkörlüğüne şükredelim. Her şey para mı; sonra herkese ikram edelim. Herkes yesin, içsin; davul gibi şişsin, para da istemeyelim. İnsanlar fakir, fukarayken biz de zenginleşmeyelim…”
**
Bu ne güzellik! Ben de güzelleştim. Sonra; “Cin değildi…”dedim, Tekin’e.
“Değildi…” dedi, Tekin, “elinde silahı vardı ve asker bir kişiyi andırmaktaydı. Vay anasını!”
“Vay anasını ya! Oğlum…” dedim ona, “cin min hikâye!”
“Galiba enişte…”
“Kaçtı gitti…” dedim.
“Kaçtı gitti...”
“Ateş etmedi.” dedim.
“Etmedi.” dedi.
“Neden?” dedim.
“Bilmem enişte!”
“Sence neden?” dedim.
“Bilmem enişte!”
“Ateş edebilir mi?” dedim.
“Edemez mi?”
“Edemez!” dedim.
“Edemez mi?”
“O, cin değil ki!” dedim.
“Değil mi?”
“Oğlum, o, bir insan!” dedim, üstüne basa basa.
“Hadi be!”
“Hadi beymiş… Hadi be! Anlayıverin hadi! Artık anlayın be! Dünyayı yönetenler içimizde değil, o karanlık mağaranın içinde…”
“Enişte, kim var mağarada?”
“Ciya, ciya…”
“O da ne ba?”
“Amerika oğlum, Amerika!”
“Vay anasına avradına…”
Bu, küfür sayılmazdı. Küfür haktı, güzelim dünyayı yaşanmaz kılanlara…
22/Mayıs/2010 Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.